Biz 'ulusuz', onlar 'milliyet': Acayip bir tasnifin politik anlamı (Cenk Saraçoğlu)

Önceki gün anadilde savunma hakkına dair yasal düzenlemenin mecliste görüşüldüğü saatlerde CHP milletvekili Birgül Ayman Güler bir dil sürçmesi ya da bir gaf olarak nitelenemeyecek düzeyde önceden tasarlandığı belli olan “acayip” bir çıkış yaptı: “Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit olamaz”. Burada şaşırtıcı ve beklenmedik olan şey “Türklüğün” ülkenin “ulusal kimliğinin” yegane tanımlayıcı öğesi ve bu anlamda da “hakim ve üstün” olarak tanımlanması değil. Buraya kadar herşey klasik. Güler’in söylemindeki asıl fark Türklüğün modern Türkiye tarihi içerisinde yerleştirildiği bu konumun bu kez açıkça “Kürtlüğe” referansla, onunla hiyerarşik bir ilişki kurularak dile getirilmesi.

Türk milliyetçiliğinde ve Kemalizmin baskın formlarında “ulusçu” mantığın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan “Kürtlüğün inkar edilmesi” , siyasal meşruiyet anlamında “hükümsüz” kılınması ve böylelikle de aslında aşağı sayılmasından bahsetmiyoruz sadece. Türklüğün statüsünün Kürtlükle ilişkili bir şekilde tanımlanması ve oradan türetilmesi gibi pek alışık olmadığımız bir anlayışla karşı karşıyayız.

Güler’in Türklüğün siyasal statüsünü Kürtlükle ilişkili bir şekilde restore etmeye çalışırken ortaya koyduğu formülasyon ve kullandığı kavramlar da bir acayip: Ona göre Türklük bir “ulus” ama Kürtlük bir “milliyet” (dikkatinizi çekerim ‘etnisite’ değil) ulus ülke halkının tanımlayıcı yegane unsuru olduğundan henüz neye tekabül ettiğini tam anlayamadığımız “milliyete” gore daha üst bir konumda. Sonuç ise şu: Türklük, kamusal alandaki her yeri ve herkesi kaplaması bakımından neyi içerdiği, nerde konumlandırıldığı belirsiz “milliyetten”, yani Kürtlükten daha büyük. Birgül Ayman Güler’in “bilimsel” olduğunu iddia ettiği bu tasnifin, yani “ulus” ve “milliyet” ayrımının (hiyerarşisinin) milliyetçilik/yurttaşlık üzerine çalışmalarda “akademik” bir karşılığı olmadığı gibi bugüne kadarki siyasi kimlik tanımlamalarında, ya da siyasi rejim yapılanmalarında da “kurumsal” bir ifadesi yok.

Bunun tek istisnası belki ulusun “Sovyetler Birliği” ile kurulan siyasal bağa, “milliyetin” de her bir Sovyet cumhuriyetine tabi olmaya denk düştüğü SSCB olabilir ki bunun da Güler’in kafasındaki rejim modeline denk düştüğünü söylemek herhalde saçma olur. Kurulan karşıtlığın ve kategorilerin bu kadar zorlama olduğu bir durumda “Türk ulusu” ve “Kürt “milliyeti” arasında kurulan hiyerarşinin bir tür ırkçılığa denk düştüğünü söylemek abartılı olmaz diyelim ki niyet o değil, bu kadar fütursuzca ortaya konan bu formülasyonun Kürtleri nasıl hissettireceği üzerinde düşünmeye tenezzül etmeme pervasızlığının bizatihi kendisi en hafif tabirle bir halkın horlanması anlamına gelir.

Peki bu tuhaflığı sadece “işte o Kemalist kafanın dışavurumu” “bildiğimiz Kemalizmin yüzeye çıkışı” olarak nitelemekle yetinebilir miyiz? Bana kalırsa Güler’in bu çıkışını “klasik ve arkaik Kemalist tepki” olarak görmekle yetinmek özellikle bugün Kürt ulusalcılığının eriştiği noktanın, AKP’nin Kürt politikasının Türkiye siyasal yaşamında nasıl yeni bir tahkimata yol açmakta olduğunu görmemizi engeller. Sözün kısası şu: Güler’in tepkisi “klasik Kemalizmin” geri dönüşü değil, Kemalist Türk ulusalcılığını bugünkü Kürt realitesi ve AKP’nin Kürt politikası karşısında “umutsuz” ama tehlikeli bir şekilde kendisini yeniden revize etme çabasıdır.

Bütün bu revizyonun ve sonrasında ortaya çıkan “tuhaf” formülayonların arkasında Kemalizmin en çekirdek öğesi olan türdeş ve yekpare “ulus” kurgusunun bu kez Kürt realitesini mecburen kabul ederek, onu veri almakla kalmayıp onunla bir karşıtlık içinde kurulması/kurtarılması çabası vardır. Böyle bir anlayış ve çaba, bu boyutuyla yenidir bu “hamlığıyla” da kendisini böylesine tuhaf formülasyonlar içerisinde ifade etmektedir. Kemalist ulusalcıları böyle bir revizyona iten şey ise bugün “Kürtüğün” genelde Ortadoğu özelde de Türkiye’de artık geri döndürülemeyecek şekilde bir “ulusal/siyasal” biçim olarak ortaya çıkması, ve bunun inkar edilemeyecek bir gerçeklik haline gelmesidir.

Kemalist milliyetçilik ya da Türk ulusalcılığı kendi ulus kurgusunu baştan itibaren inkarcılık üzerine kurmuştu merkezine aldığı “sınıfsız imtiyazsız” ulus anlayışı ülkedeki Türk olmayan diğer halkların özellikle de baştan itibaren bu ulus anlayışına muhalefet eden Kürtlerin inkarıyla iç içe geçmişti. Yıllardır gerektiğinde “şiddetle” yaşatılmaya çalışılan bu ulus kurgusu içindeki “asimilasyoncu” ve “inkarcı” yükle artık devam edemiyor kendisine yeni bir hayat alanı, başka bir paradigma bulmaya çalışıyor. Bu “Türklük” merkezindeki ulus anlayışının Kürtleri “ikna” edemeyeceği çok uzun sure önce ortaya çıkmış, inkarcı söylem uzun sure Türk’ün Türk’e propogandasına dönüşmüştü. Artık bu görevi de ifa edemiyor.

Son 20 yılda özellikle zorunlu göç süreçleriyle beraber Kürtler büyük şehirlerde ayrı bir “halk” olarak demografik, mekansal ve siyasal bir bütünlük oluşturunca kendi toplumsal hayatlarında Kürt realitesiyle açıkça karşı karşıya gelen Türklere kadim inkarcı söylemin tesir etmesi pek mümkün değil. Bu inkarcılık üzerine bina edilen ulusal kimlik, son 10 yılda Kürt ulusalcılığının hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun bütününde gözardı edilemeyecek bir güce erişmesiyle de artık süreçleri okumaya engel geçmişe dair bir fantezi haline geldi. Bugün Irak’ta Barzani kontrolündeki Kürt yönetimi “Kürtler” adına uluslararası arenada Türkiye’nin de müttefik bellediği bir siyasal bir aktör haline gelmişken, Suriye’de PYD belirli bir bölgeyi, üstelik bir zamanlar Kürtleri vatandaş olarak bile tanımayan Suriye yönetiminin de zımni kabulüyle “Kürtler” adına kontrol ederken ve artık en son Fransa’da işlenen cinayetlerin cenaze töreninde Türkiye’de Kürtlerin sadece etnik bir renk değil bir ulusal/siyasal birim olarak sergilenmesine şimdilik “zımni bir hoşgörü” ile yaklaşılmışken Kürtlerin içerisinde eridiği bir “Türk ulusu” iddiasının siyasal hiçbir karşılığı kalmamış durumda.

İşte bu durum siyasi eyleminin ve söyleminin merkezine “ulusu” ve “kimliği” alan bütün siyasi konumlanışları yeni pozisyonlar almaya zorluyor. Hem ülkedeki hem de Ortadoğu’daki Kürt dinamiğini kontrol altına almadan iktidarını ve dış politikadaki maceralarını sürdüremeyeceğini gören AKP, Sünni temelli İslami-muhafazakar milliyetçiliğine Kürtleri “bağlamayı” mümkün kılacak bir içerik vermeye çalışıyor. Ülkedeki Kürt hareketi bile kendisini beklemedikleri bir yalınlıkla ortaya koymaya başlayan Kürt ulusalcılığı karşısında ne yapması, nasıl bir söylem geliştirmesi gerektiği konusunda yeni strateji/pozisiyonların arayışı içerisinde. Zira Ortadoğu’da Kürt ulusalcılığı bir hamle arayışındayken kültürel haklar ve özgürlüklere kilitlenmiş bir siyasal program kifayetsiz kalıyor bu hareketin yıllardır çeşitli biçim ve derecelerde sahiplendiği sol/sosyalizan söylemler ulusçu arayışların pragmatizmi karşısında sembolik birer değer olma noktasına doğru geriliyor Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi bir iddia Kürtler arasında gittikçe artan ulusçu beklentilerini doyurmaktan artık çok uzak.

Bu yazının konusu olan Güler’in çıkışı ise işte artık çuvala sığmayan bu Kürt ulusalcılığı karşısında asmilasyoncu mantığı artık bir söylem olarak bile değer arz etmeyen başka bir “ulusalcılığın”, Kemalist ulusalcılığın kendisine yeni bir alan yaratırken bocalamasını anlatıyor. Güler’in dile getirdiği ulus/millet ayrımının acayipliği aslında onun bir “imkansızı” istemesinden kaynaklanıyor: Kürt ulusçuluğunun artık geri döndürülemeyecek şekilde somutlandığını bir yandan fark ederken diğer yandan bunu eskisi gibi inkar etmektense veri alarak, hatta merkeze yerleştirerek Türk ulusal kimliğini kurtarmaya çalışmak.

“Kürt milliyeti Türk ulusuna nasıl eşit olur" demek aslında şu demek: Madem Kürtler artık kendilerini siyasal bir birim olarak görüyorlar, o zaman bu siyasal birimin Türkiye’deki statüsü “milliyettir” Türk ulusu karşısında Kürtler ancak “milliyet” olabilir. Yani bu mantık bir zamanlar yok sayarak kendisine resmi bir konum biçmediği Kürtlüğe, artık onu veri almak zorunda kalarak bir statü veriyor: ulus karşısında aşağıda bir konum olarak ifade ettiği “milliyeti” layık görüyor. Kisacasi karşı karşıya olduğumuz şey Kemalist ulusalcılığın bir yandan artık kendisini kilitlemekte olan klasik biçimindeki Kürt inkarcılığıni (yani Kürtlerin Türkleştirilmesi umudunu) terk etmesi, diğer yandan da Türk ulusal kimliğinin devletin tanımlanmasındaki asli rolünü korumaya çalışması. Ortaya çıkan sonuç ise Güler’in bilimsel olduğunu iddia ettiği ama aslında artık sürdürülemez bir sıkışmışlık karşısında çaresiz bir bocalamadan ibaret olan hiyerarşik ulus-milliyet tasnifi.

Bu bocalama bize şunu ifade ediyor. Artık bölgedeki bütün ülkeleri bir yol ayrımına sürüklemekte olan Ortadoğu’daki değişim karşısında etnik/ulusal “kimliği” merkeze alarak yapılan her siyaset Türkiye’deki birlik projesinin altındaki zemini hızlı bir şekilde kaydırmaya ve onu imkansızlaştırmaya yazgılı. İslami muhafazakar milliyetçilik ülkedeki ve bölgedeki hırslarını “Sünni-müslüman” kimliğini bir kaldıraç olarak kullanarak kovalama peşinde Kürt hareketinin siyasal temsilcilerinde ama daha çok da toplumsal tabanında “Kürtlük” siyasal tepkilerin ve konumlanışların tek referans noktası haline gelme noktasına doğru gidiyor buna karşılık Kemalist ulusalcılık Türk ulusal kimliğini, onu Kürtlüğe göre konumlandırarak kurtarma reaksiyonunu gösterebiliyor.

Bu kimlik eksenli siyasal özneleri ülke siyasetinin bugün ve gelecekteki yegane oyuncuları olarak görüp politika yapmayı sadece onların konumlanışlarına reaksiyon vermekten ibaret olarak gören yaklaşımlar tüm bu pozisyonları daha da mutlaklaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. İçinden“kimliği” çıkardığınızda geriye hiçbir şey kalmayacak siyasi pozisyonları birbirleriyle uzlaştırmaya çalışanların Güler’inki türünden reaksiyonlarla yeni şoklar yaşaması son derece beklenir bir şey. Kimlik siyasetinin hergün artan boğuculuğu ve kısırlığı karşısında bu siyasetin başat temsilcilerine bel bağlamadan bağımsız bir sosyalist siyasette ısrar etmek her zamankinden daha önemli hale geliyor.