Bireyin toplumsallaşması üzerine bir deneme (Osman Ulaş)

Birey, bir olmaktan gelen bir kavram. Türetirsek tek kişi, yalnız, tek başına anlamlarını da bulmak mümkün. Bireyselcilik, bireycilik, bencillik kavramlarını da üretmemek elde değil. Fakat yazının ana konusu kavram açıklamasından öte bencilliğin, bireyciliğin insanın doğasında var olduğu varsayımını çürütmeye yönelik bir alt bakış açısı ile kaleme alındı. Aynı zamanda bireyin toplumsallaşma süreci ile ilgili amorfik bir düzlemde örnekler vererek birey-toplum ilişkisinin bütünselliğini oluşturmasını engelleyici faktörleri de minimalize etmeye yöneliktir.

İnsan doğuştan itibaren toplumsal bir varlıktır. Çünkü büyümek için, ihtiyaçlarının karşılanması için bir başka insana ihtiyaç duyar. İletişim kurar. Ve böylece bireyin toplumsallaşma süreci doğduğu ilk andan itibaren başlamış olur. Sonra toplumun çeşitli birimlerinde ihtiyaç duyduğu şekilde kendisini örgütlü hale getirir. Örneğin okula gider, arkadaş edinir, oyun oynar. Bu şekilde örgütlü olan toplum yapısı içerisinde kendisi de doğalında ihtiyaçları esasında çeşitlenerek örgütlü hale gelir. Birey, toplumsal bir yapı içerisinde anlam kazanır. Yoksa birey, toplumsal formasyonun dışında ise birey olma özelliğini bile kazanamaz. Çünkü bireyi, kimlik haline getiren şey toplumsal habitatın içerisinde edindiği roldür. Yani birey, yalnız başına bir kavram olarak düşünülse bile toplumsallaşma düzlemi olmadığı sürece bir anlam ifade etmemektedir. Birey, ancak toplumsal bir formasyonun içerisinde anlam kazanabilir. Örnek verecek olursak tek başına bir bağ evinde hayatını sürdüren bir kişinin birey özelliği taşıması yine mümkün değildir. Çünkü birey olabilmenin ön koşulu kendisini toplumsal kategorizasyonun bir yerinde örgütlü bir hale getirmesiyle mümkündür. Yani birey, örgütlü olduğu sürece bir birey olarak kalabilir. Gerisi ise bağ evinde yaşayan ama bitkiye benzemeyen bir canlı anlamına gelir.

Günümüzde birey olmak, bireysel davranmak ise toplumsal düzlemin dışında örgütlü olmamak anlamında kullanılmamaktadır. Fakat toplumsal hiyerarşide bireysel davranmak kavramı bireyin, kendi iç dünyasına doğru bir yorumlamayı içerir. Dış dünya ise bireyin ben kimliğini oluşturamaz. Çünkü iç dünyasının öznelliğini yaratan yaşadığı, dışsallaştırdığı dış dünyanın nesnelliğidir aslında. İç –dış dünya ikileminde, diyalektik bir karşıtlık değil bir bütünlük vardır. Bu bütünlük, bireyin ilerlemesini, toplumsal bir canlıya dönüşmesini sağlar.

İnsan, toplumsal ve toplumsallaşan, toplumla bir anlam ifade eden bir canlıdır. Tek başına bir anlam ifade etmez sosyolojik olarak. Yine bir kavram üzerinde duracak olursak, bencillik kavramı sanki insanın doğasında var olan, insanla hayatını sürdüren bir kavram olarak süre gelmektedir. Fakat bencillik kavramının insanın doğasında olduğu tezinin sosyolojik alt yapısı oldukça zayıftır. Çünkü insan kavramı canlıların bir türüne verilen bir isimdir. Bu tür(insan), doğuşundan itibaren bir başka canlının yardımı ile hayatını devam ettirebilmekte, onun özverileri ile yaşamını sürdürebilmektedir. Örneğin hayvanların büyük bir kısmı bakıcısı olmasa da yaşamını sürdürebilir. Fakat insan doğduğunda ayağa kalkamaz. Hayatta kalma biçimi insanı toplumsal bir varlık olarak, bencil olmayan bir canlı olarak var olmasını sağlar aslında. Ama insan, sonradan kazanır bencillik özelliğini. Yaşadığı toplumsal formasyonun, ekonomik, toplumsal, siyasal sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkar bencillik. Doğasında insanın yardımlaşma, dayanışma, örgütlü olma özellikleri daha baskındır. Çünkü bencillik sonradan öğrenilebilir. Bireyin ben olması ile başlar. Yani toplumsal yapı içerisinde edindiği, tercih ettiği bir roldür aslında. İnsanın doğduğunda bencil olarak var olması fizyolojik olarak da zaten mümkün değildir. Çünkü insan, birbirine ihtiyaç duyarak hayatta kalabilir. Var olması başka bir insana bağlıdır. Bu yüzden insanın doğduğundan itibaren doğasına en ters ideoloji bencillik, bana ne ideolojisidir. İnsan ne fizyolojik olarak ne de sosyolojik olarak bencil bir canlı olarak dünyaya gelemez. Bu özelliğinin tamamını sonradan yaşadığı siyasal-toplumsal sistemin içerisinde edinir. Sonradan yalnızlaşır insan. Ya da sonradan yalnızlaştırılır, tekleştirilir, örgütsüzleştirilir insan.

İnsanın doğasıyla asıl ilişkilendirilmesi gereken kavramlar ise yardımlaşma, örgütlü olma, arkadaş kalma, dayanışma, kardeşlik kavramları olmalıdır. Çünkü insanın doğumuyla birlikte ilk tanıştığı kavramlar bunlardır. Ama bu kavramlar, kapitalizmin yoz kültürünün yayılmasında bir engel olarak görülmekte, bu kavramlara ideolojik bir baskı uygulanmaktadır. Yine de bu kavramların, üzerinden yıllar geçse de haziran direnişinde olduğu gibi hatırlanmakta, insan olmamızı sağlayan çimento görevini üstlenmektedir. Demek ki insanın doğası gereğidir ki dönüp dolaşıp yine özünde, doğasında var olan kavramlara ihtiyaç duymakta, bu kavramlara sahip çıkmaktadır. Çünkü insanın, insanlığın, toplumun kurtuluşu özüne, kendi doğasına dönmesiyle mümkündür. Hadi özümüze geri dönüp örgütlenelim. Örgütlenip yeniden insan olalım. Yeni insanı yaratalım….