Almanya'da sünnet savaşları (Tevfik Taş)

7 Mayıs 2012'de Köln Eyalet Mahkemesi'nin sünneti yaralama suçu kabul eden kararıyla birlikte, medyatik deyimle ülke, “ikiye bölündü”.

Sünnet yasaklansın diyenlerin oranı yüzde 45. Yasağa karşı olanlar yüzde 42 ve fikri yoklar ise yüzde 13 (www.spiegel.de/politik/deutschland/umfrage-beschneidungsverbot-entzweit-...)

Tartışma üç başlıkta toplanabilir görünüyor.

1- “Karar, din özgürlüğüne yönelik bir saldırıdır” diyenler.

2- “Karar, çocuğun çocuk olmaktan kaynaklı temel haklarını koruma yönünde atılmış önemli bir başlangıçtır” diyenler.

3- “Karar, aile kurumunun çocuk üzerindeki hakkına sınırlama getiriyor” diyenler.

Sözü geçen tartışmaya kimler dahil olmadı ki: Üç büyük “semavi din”in temsilcileri, ana muhalefet lideri, Dışişleri Bakanı, Alman Parlamentosu’ndaki tüm parti liderleri, kitle örgütleri, meslek kuruluşları, Alman Yargıçlar Birliği ve medya...

Hatta tartışmanın ünü Almanya dışına çoktan taştı!

Olayı bu denli ünlü yapan unsur, dincilerin iddia ettikleri gibi din özgürlüğüne sınırlama getirilmiş olması değildir. Meselenin kısmen böyle bir boyutu olmakla birlikte, sünnetin muteber bir konu olarak ülke gündemine yerleşmesinin beş nedeni olduğunu düşünüyorum:

Bir, uygulanagelen arkaik dinsel ritüellere karşı tarihsel olarak başlattığı savaşı terk eden burjuva aydınlanmacılığının, erteleyerek ötelediği sorun başlıklarının yeniden siyasal gündeme yerleşmesi.

İki, dinsel kurumların geleneksel gerici, ama militan direnci. Üç “büyük” dinin temsilcilerinin aralarında tam bir ittifak oluşturmaları. Birbirlerini sevdiklerinden değil elbette toplum üzerindeki dinsel egemenliğin azaltılmasına yönelik her dirence karşı oldukları için.

Üç, egemen medyanın gündem kaydırma konusundaki mahirliği. NSU adındaki nazi örgütlenmesinin ipliğinin pazara çıkması üzerine, Alman “derin ve yüzey” devletinin istihbarat dosyalarının bizzat İçişleri Bakanlığı tarafından imha edilmesinin yarattığı kamuoyu ilgisinin savuşturulması ihtiyacı ile Yunanistan´a atılan “yardım” kazıklarının cilalanabilmesi için duyulan gerekli zaman boşluğunun iteklemesiyle sünnet meselesinin “enine boyuna” ele alınması ihtiyacı.

Dört, yine kısmen birinci maddeden neşreden, batılı emperyalist metropollerde güç kazanmaya başlayan, anti-islam kampanyalarının dolaysız etkisi. ”Müslüman barbarlığı” merkezli kışkırtıcılığın sünnet tartışmaları bahanesiyle bir kez daha kamuoyuna yedirilme gayretkeşliği.

Beş, reel sosyalizmin yenilgisinden sonra yürürlüğe sokulan, sosyal devlete son verme programının bir parçası olarak, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi bağlamında özel sağlık kasalarının azalmak bilmeyen para iştahıdır. Ve bu iştahın doğal bir sonucu olarak, sağlıkla ilgili pek çok alanın sermayenin denetimine açılarak, ücretli kılınması. Nihayetinde de bu olaya ilişkin egemen medyada görmezden gelinen bir önemli ayrıntı da, sünnet dolayısıyla hastaneye kaldırılan dört yaşındaki çocuğun “masraflarının kim tarafından karşılanacağı” sorusundan hareketle savcılığın soruşturma açması olmuştur. Sözü geçen çocuk hasta, üniversite kliniğine değil de bir özel kliniğe götürülmüş olsaydı bu konu gündeme hiç gelmezdi bile.

Din eleştirisi mi dinin siyasal eleştirisi mi?
Siyasal temaları içeren dinsel ritüeller, dolayımlarındaki siyasal bağlamlarına rağmen, bir marksist açısından, asla teolojik zeminde kalınarak ele alınamazlar. Şu ya da bu ritüelin, dinin kendine içkin olan mantığı esas alınarak çözüme kavuşturulamaz.

Teorinin bütünsel kuruluşu aşamasında, Çulhaoğlu buna “epistemolojik dönem“ diyor, “dinin eleştirisini her eleştirinin önkoşulu“ sayan Marx´ın döneminden farklı olarak, Çulhaoğlu´nun yaptığı yoruma göre, bugünün temel görevi kendini salt dinle ideolojik ve siyasal planda hesaplaşma olarak
sınırlamalıdır. (Bu konuyla ilgili olarak bkz: “Sosyalizm ve din: Hurmada kalsa gene iyi“,5 Mayıs 2012, soL Portal, Metin Çulhaoğlu).

Din olgusu, marksistler açısından, ilahiyat tartışmalarının kapalı devre zemininin dışında ele alınmalıdır. Marks, “Yahudi Sorunu“ adlı polemik çalışmasında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Biz dünyasal sorunları ilahiyat sorunlarına dönüştürmüyoruz. İlahiyat sorunlarını dünyasal sorunlara
dönüştürüyoruz. Tarih uzunca bir zamandır hurafe içinde çözümlendi. Şimdi biz hurafeyi tarih içinde çözümlüyoruz.“ (MEGA, Bd.1, s.352, 2006, Berlin, Dietz Verlag)

Dinsel yabancılaşmanın tarihsel/toplumsal yabancılaşmanın önemli bir sonucu, ama yalnızca bir sonucu olduğu unutulmamalıdır.

Varsayalım ki bu gerçek unutuldu.

Ne olur?

Reel sınıf ilişkilerinden soyut, bilimci bir skolastik tartışmanın içine yuvarlanılır. Tıpkı pek çok burjuva aydınının başına geldiği gibi. Ya B. Russellci, R. Dawkinsci sınırları belli bir agnostizm ya da düpedüz dine çalan Avrupai bir “Freidenker“ ateizmi..

Din-sınıf ilişkisi ontolojik değil, kauzal bir ilişkidir. Ve aralarındaki bağlantı da basit bir indirgeme ilişkisi değil, karmaşık bir eklemlenme üzerine kuruludur.

Burjuva aydınlanmacılığının doğası gereği anlamakta güçlük çektiği de işte tam da buradadır. Dinsel yanılsamalar basit siyasal önlemlerle aşılamazlar. Lenin´in de sıkça yinelediği gibi, marksistlerin asli sorunu, olmayan gökyüzü cenneti ve cehennemi olamaz. Biz yeryüzündeki cennet ve cehennemle ilgileniyoruz. Emekçilerin yeryüzü eksenli bir siyasal bilinci edinmeleri ve kendilerini saran çok yönlü bağlardan kurtulup, özgürleşebilmeleri için mücadele ediyoruz önü sonu.

Sosyalist aydınlanmacılığın burjuva aydınlanmacılığından ayırt edici yanı, sosyalist aydınlanmacılığın mülkiyet ilişkilerinin radikal değişimini öngörmeyi, dinsel ilizyonlardan kurtulmanın da vazgeçilmez önkoşulu saymasıdır.

Hal böyle olunca, siyasetin tunç yasası olan, iktidar savaşının somutlandığı reel zemin olarak, devlet ve laiklik meselelerini tartışmanın merkezine yerleştirmek kaçınılmaz oluyor.

Bir kez daha Marks´ı dinleyelim: “Yahudi, hırıstiyan ve genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin yahudilikten, hırıstiyanlıktan ve temelde de dinden özgürleşmesidir.“ (a.g.e.,s.353)

Demek ki sorun, bir kamusal güç olarak devletin dinden özgürleşmesi sorunudur. Laikliğini yitirmiş bir burjuva devlet, “dine karşı politik, politikaya karşı dinsel bir tutum“ (a.g.e.,s.358) takınmadan daha öte gidemez.

Nihayetinde Almanya’da olan da bundan ibarettir. Modern burjuva Alman devleti laiklik başlığında tam bir arkaik uzlaşmalar profili sunar. Daha önce geleneğimizce sıkça yinelendi bir kez daha hatırlatmakta yarar olabilir: Burjuva devrimleri sosyalist devrimle buluşmadığı her başlıkta, geri düşmeye mahkumdur. İleriye gidemediği her bağlamda geri dönmeye mecburdur. Bunu içindir ki, burjuva devrimleri tamamlanamamışlıklarıyla maluldürler.

Tekrar Almanya örneğine geri dönersek, Almanya´da kilise ve din, dolaysızca açıktan ve güçlüdür.

1-Kilise vergisi (“Kirchensteuer“) denen vergi Alman maliyesi tarafından toplanıp, kiliseye aktarılır.

2-Kilise vergisinin toplanabilmesi için din hanesinin varlığı, mezhebiyle birlikte, “açık“ olmak
zorundadır.

3-Din eğitimi, ”Ethikunterricht“ ya da “Werte und Normen“ adı altında zorunludur.

4-Askeri din işleri (“Militarseelsorge“) devlet ve kilise tarafından ortaklaşa organize edilir.

5-İlahiyat Fakülteleri eğitim sistemi içinde etkin bir yer işgal eder.

6-“Sonderseelsorge“ adı verilen Özel Din Hizmetleri, hastane, cezaevi ve polis teşkilatı içinde faaldirler.

7-“Überreprasentation in öffentlichen Gremien“ adı verilen, özetle kilisenin kamusal alanlarda (radyo, televizyon da dahil) herhangi bir ücret vermeden kendi propagandasını yapabildiği ayrıcalıklı haklarının olması.

8-Yine yedinci maddeye bağlı olarak, kilisenin sahip olduğu bir “hak“ da kiliseye ait sembollerin kamuya ait kurum ve açık alanlarda kullanımının serbestliğidir.

9-“Taufe“(vaftizin) kilisede olmasının bir bedeli olarak, başta sayılan kilise vergisinin zorunlu olması. Çıkma işlemi için ise devletin resmi kurumları üzerinden bir dizi bürokratik işlemin yapılma zorunluluğunun yasalarla belirlenmiş olması (Nikah Dairesi, İş Mahkemeleri, vb.) Ve tabii tüm bu işlemler için gereken mali külfetin “laik“ devletçe karşılanması zorunluluğu.

Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Almanya“nın laikliği, doğası gereği, yarım yamalak bir laikliktir. Her dürüst sosyal bilimcinin kabul ettiği bir gerçek de, DAC (Demokratik Alman Cumhuriyeti)´daki laikliğin kapitalist Federal Almanya ile kıyaslanamayacak kadar temiz bir tanım ve uygulamasının bulunduğuydu.

Son sünnet tartışmalarıyla buna, bir de, “yasa maddesiyle sünnet hakkı“ı eklenmiş olacak. Bu listedeki 10.madde yerine de bu “hak“ yazılmalıdır.

Tekelci dönemin burjuvazisi, arkaik ve gerici olanı ilerici-aydınlanmacı politikalarla aşmak şöyle dursun, “aman ülkenin imajı bozulacak“ ya da “islam düşmanlığını geçtik de, ya bir de yeniden yahudi düşmanı olarak suçlanırsak“ kaygıları eşliğinde, YASALARLA GERİCİLİK DÖNEMİ temsili de soyunmadan edemiyor.

Din özgürlüğünü engellememek adına çocuğun ailenin insafına terk edilmesi, zaten muhafazakar eğilimlerin pençesinden kurtulamamış aile bireylerinin çocuğa “özel mülk“ gibi baka gelen anlayışlarında en küçük bir ilerlemeye alan açmayacaktır.

Bunu söylemek elbette ki, sünnet yasaklansın demek değildir. Sünneti yasaklamak, sünneti yasa yoluyla serbest bırakmaktan daha az vahim sonuçlar yaratmaz.

Din ve dinsel ritüeller özgürlüğü demek, ailenin çocuk üzerinde dini yaptırımı özgürlüğü olmamalıdır. Nasıl çocuk eğitiminden aile değil toplum sorumluysa (okul zorunluluğu), çocuk bedeni de yine aynı gerekçelerle, ailenin keyfiyet nesnesi değildir ya da olmamalıdır.

“Eğiticiler eğitilmeden“ aydınlanma, toplumsal ilerleme sağlamak mümkün olabilir mi?

31 Temmuz 2012