AKP Döneminin Sol Suçları 3 (Can Ulusoy)

AKP döneminin sol suçları serisinin sonuna CHP’yi bıraktık. Bu sıralamada en az suçun CHP’de olmasından dolayı değil elbette, seçim öncesi soL’dan yapılan tüm uyarılara kulak tıkayıp, bizi hiç yanıltmayan bir sonuçla darmadağın olup, “ama bakın onlar hırsız oyumuzu çaldı” gibi işin bir başka yönüne değinen, fakat sandık sevdalılarının “işin esasını değiştirmeyecekti zaten” türü savunmalarla günü kurtarmaya çalıştıkları, “ee peki ne bekliyordunuz ki zaten” sorusu karşısında, bir yerlerden tanıdık gelen “çok safmışız” lafını etmemek için, “halkımız aptal” gibi mesnetsiz bir söyleme sarılıp, suçlarının daha da görünür hale gelmesini bekledik.

CHP’nin suçu aslında çok daha eskilere ve temele dayanır. Bu kendi devrimine ihanettir. Burjuvazinin hâkim olduğu bir parti 20. y.y. koşullarında zaten kendi devrimine ihanet edecekti, bu kaçınılmazdı. Fakat CHP, tamamen egemen emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenmiş olmasına rağmen, ülkedeki seçim barajından ve kutuplaşmadan yararlanarak her zaman özgün ve devrimci bir sol siyasetin gelişiminin önünü de tıkadı. Yani ne devrimcilik ile dirildi ne de siyaseten vefat etti. CHP’nin sınıf siyaseti ve sol içindeki varlık imkânlarını ayrı bir yazıda tartışmak üzere bu temel suçu vurgulayıp geçelim, şimdilik suçlarını AKP dönemi ile sınırlayalım.

CHP’ye 2002 seçimlerinde ağır bir mağlubiyet yaratan ilk büyük suçu Kemal Derviş’i ve DSP’yi bir Amerikan ve büyük sermaye operasyonu ile parçalayanları partiye kabul etmesiydi. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz ve gelmekte olan Irak Savaşı, ya halka radikal bir sol proje ile apayrı bir kurtuluş imkânı gösterme, ya da halkı sistemin kendi çözümlerinden birine ikna etme ihtimallerini ortaya çıkardı. AKP bu yazı dizinin ilk bölümünde de vurgulandığı üzere dünyanın ve Türkiye’nin tüm gericilerinin koalisyonu ile iktidara hazırlanmaktaydı. Uygulayacağı ekonomi programı da IMF ve Dünya Bankası’nda yazılmış olan Derviş Programıydı. CHP’nin seçimdeki tek şansı bu koalisyona karşı büyük bir direniş sergilemek ve en azından emekçileri ve gençliği uzun erimli bir mücadeleye hazırlamaktı. CHP bunu yapmadı, sistemin çözümünün bir parçası olmayı kabul etti, Kemal Derviş’i milletvekili adayı gösterdi. Böylelikle sistem içi çözümlerden birini seçme ile karşı karşıya bırakılan halkımız, büyük koalisyonun medya desteği, yenilik masalları ve mağduriyet ile buluşmuş karizma tahayyülleri arasında AKP’ye yöneldi.

CHP kısa bir süre sonra Derviş ile yollarını ayırdı fakat Dervişlerin dünya görüşünü gün geçtikçe pekiştirdi. İnsanların hayatlarına maddi olarak müdahalede bulunacak ve umut yaratacak siyasetler geliştiremediği için her seçim AKP karşısında bozguna uğradı. Fakat çok daha ağırı solun bu ülke için hiçbir siyaset üretemezmiş gibi bir yanılsamayı yaygınlaştırması oldu. Sağcı aday transfer ederek oyların arttırılabileceği ümidi siyasetsizliğin kötü bir dışavurumuydu. AKP’nin de soldan devşirdiği adayları vardı, fakat oy almak için değil, vitrin için, böylelikle siyasetin hegemonik gücü olduğu yolunda bir gövde gösterisi yapıyordu.

Oysaki CHP tarihinde sağcılaşarak hiçbir seçim başarısı yakalayamadı. 1950 seçimlerine DP’leşerek girme stratejisi izledi ama aslı varken taklitlere yüz vermeyen halkımız tarafından çok ağır bir şekilde cezalandırıldı (DP: 52,68 – CHP: 39,45). Fakat bu durumdan ders çıkarmayan CHP, 1954 seçimlerine “demek az sağcılaşmışız, biraz daha sağcılaşalım” düsturu ile girdi, daha da büyük bir mağlubiyet aldı (DP: 57,61 – CHP: 35,36). Pragmatik bir siyasetçi olan İsmet İnönü iki seçim yenilgisinden ders almış olmalı ki, 1957’de biraz daha kendisi gibi olan CHP, ekonomik krizin de etkisi ile oylarını yükseltti (DP: 47,88 – CHP: 41,09). 1965 seçimlerine “ortanın solu” siyaseti ile giren CHP 1980 öncesinin en düşük oy oranına ulaştı, fakat İnönü bunu göze almıştı. Türkiye’nin gidişatını doğru okumuştu. Türkiye hızla sanayileşmekte, kentlileşmekte, işçi sınıfı gelişmekte ve eğitim seviyesi yükselmekteydi. Parti içinde Turan Feyzioğlu’nun başı çektiği sağ Kemalistlerin kopuşunu dahi göze aldı ve “ortanın solu” siyasetinin sözcüsü Ecevit’in arkasında durdu. CHP ısrarının meyvesini 1973 ve 1977 seçimlerinde topladı. Geçen süre zarfında Ecevit sol politikaları kent yoksullarına ve işçilere benimsetmeyi ve inandırmayı başarmıştı. 1977 yılında CHP % 41,39 oy oranı ile çok partili siyasal hayat içindeki en yüksek oy yüzdesini yakaladı. 1989 seçimlerine de sol söylemle giren CHP ( o zaman SHP’idi) sandıklardan birinci parti çıktığı gibi üç büyük şehrin belediyesini de kazandı. Fakat DYP-SHP koalisyonu zamanında neo-liberal politikalara teslim olan SHP işlediği bu büyük suçun faturasını ağır ödedi. Sistem dışı bir dil kullanan ve “adil düzen” söyleminin temeline ekonomiyi yerleştiren RP kent yoksullarının desteği ile 1994’te büyük bir zafer elde etti. CHP’nin egemen sistem ile arasına mesafe koyamadığı ve git gide sağa yaklaştığı 2000’li yıllardaki tüm seçimlerden de mağlubiyetle çıktığını görüyoruz. Nedeni basit, ülkede zaten sağı temsil eden güçler var, sağ için CHP’ye oy vermek çok saçma. Açık ve net bir gerçek var, o da CHP’nin sağcılaşarak girdiği tüm seçimleri kaybettiği, fakat sistemin dışında olmasa da merkezinden biraz daha sola kaydığı seçimlerden zaferle çıktığı.

CHP’nin AKP dönemindeki bir diğer büyük suçu halk hareketinin ivmesini yavaşlatmaya yönelik tutumudur. Zaten halk hareketine önderlik edecek örgütsel nitelik ve nicelikten yoksun olan CHP, halk hareketinin kendiliğinden zirve yaptığı zamanlarda dahi çok çekingen kalmıştır. Fakat en büyük suçu son yerel seçimlere giderken işlemiştir. Bunda CHP içinde nüvelenmiş sosyal demokratların, mücadele tarihi içindeki olağan rollerini oynamalarının büyük payı vardır. Sosyal demokrasi her zaman halk hareketinden ürker, çünkü sistem dışı bir çözümün buradan sivrilmesinden çekinir. AKP’nin tam da meşruiyetini kaybettiği ve halk hareketinin dinamizmi ile daha da zayıflayacağı bir aşamada, “sakın sokağa çıkamayın, provokatör müsünüz siz, bu işi sandıkta zaten bitireceğiz, sizin yüzünüzden seçim yapılamayacak” tarzı, ne siyasetten, ne de halkın vaziyetinden haberdar olmayan bir zevat, tam da Tayyip Erdoğan’ın belirlediği alanda savaşı göze almış ve mağlup olmuştur. Fakat şunu da belirtelim, AKP açısından bu taktik bir zaferdir, stratejik bir zafer değildir. Bizler için ise bu durum, devrimci olmayan her türlü anlayışla mücadelemizi yükseltmemiz için büyük bir imkân yaratmıştır. Devrimcileşmeyen ve insanların maddi yaşam koşullarına müdahale ederek, bunları dönüştüreceği yönünde bir inanç aşılamayan her siyaset Türkiye’de mağlup olur. Hesap basittir. Türkiye’de muhafazakârlık gibi takıntısı olmayan, fakat AKP’nin kurduğu dilenci ekonomisi çerçevesinde sağladığı sosyal aktarımlarla kabaca 750 tl civarında olan gelirine bir 500 tl daha katkı sağlayıp, geçimini sağlayan, yüzde 10 civarında bir kent yoksulu ve taşeron çalışan işçi mevcuttur. Bu kesim CHP’nin popülist politikaları ile kazanılamaz, zira AKP zaten hazırda o imkanları vermektedir. Üstelik dilenci ekonomisi içinde insanlar büyük bir ahlaki çöküntü de yaşamıştır. Çözüm kamu ekonomisinin tekrar inşası, üretim ekonomisi ve halkçı seçenek ile “işsizlik yasaklanacak” diyen, taşeron çalıştırmaya son veren bir sisteme insanların ikna edilmesidir. Bu yüzde 10’lu kesim ancak sol siyaset ile kazanılabilir ve işte o zaman AKP’nin çağıracağı bir sandık da kalmaz.

İçine girdiğimiz süreç, üç bölüm halinde yayımladığımız “AKP döneminin sol suçları” ile hesaplaşarak, aynı zamanda devrimcileşip, Sol Cephe’yi Türkiye’nin her yerinde bir an önce örgütleyip, CHP’yi de sol siyasete çekmek, eğer çekilmezse yeni bir sol seçenek yaratacak mıknatıs etkisini yaratmak olarak tarif edilebilecek büyük bir görevi önümüze koymuştur. Haziran ruhu dimdik ayakta, diktatörün yalanına hırsızlığına boyun eğmiyor. Sıcacık bir bahar kapımızda, yaza Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve zafer emekçilerin olacak…