AKP döneminin sol suçları 2 (Can Ulusoy)

Türkiye Solunun AKP dönemindeki en büyük suçlarından biri Kürt meselesinde emperyalizmin konumunu görmezden gelerek, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gibi bir amentü ile soruna yaklaşması olmuştur. Bu amentü ile yola çıkan Türkiye solunun bazı unsurları ne yazık ki önceki yazıda bahsedildiği üzere sadece AKP’nin faşizme giden yolunda taşları temizleyen ve AKP’ye meşruluk kazandıran bir fonksiyon yüklenmemişler, Kürt sorununun eşit yurttaşlık temelinde emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele temelinde yapılması noktasındaki devrimci çabayı da dinamitlemeye çalışmışlardır. Böylelikle Kürt sorunu üstünden emperyalist müdahale ve gericiliği de meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Solun son derece sekter ve sıkıntılı bu tutumunun birkaç sebebi var.

Bunlardan ilki tarih ve teori noktasındaki muazzam eksiklikleridir.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sosyalizmin bir olmazsa olmazı değildir. Hatta sosyalizmin kişinin ve toplumun yeteneklerinin gelişimi önündeki engellerin kaldırılmasından başka hiçbir olmazsa olmazı yoktur. Devrimciliği ve dinamizmi buna bağlıdır, nitekim bu tek kaidesi de dinamik bir süreçtir, yani cenneti kurduk ve bitti diye bir şey olamaz, yaşam sürdükçe diyalektik işler ve insanın zincirlerinden kurtulması ile onlara bağlanması arasındaki gidip gelmeler sonlanmaz.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ulusların hapishanesi olarak adlandırılan Çarlık Rusya’sının savaş politikalarına karşı geliştirilmiş bir taktikti. İmparatorluk içindeki ulusların emekçi halkları, Çarlık sarayının ve burjuvazinin çıkarları için savaşlara sürülmekte, sömürülmekte ve zulümlere maruz kalmaktaydı. Bu noktada “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ikili bir işleve sahip oluyordu. Birincisi, emperyalist tekellerin çıkarları için savaşa sürülmüş İmparatorluk halklarını, savaşa karşı mücadelenin içine sokarak Çarlığı zayıflatmak, ikincisi de İmparatorluk içinde Ruslara nazaran daha da fazla ezilen ulusların desteğini kazanmak. Yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, merkezine emperyalizm ve sınıf çelişkilerinin konulduğu bir siyaset içinde anlamlıdır. Bu çelişkileri merkezden kaldırıp, bizatihi ulusal sorunu çelişkinin merkezine yerleştirirseniz, yaptığınız anca milliyetçilik olur ama asla sosyalist bir bakış açısı ile ilişkilendirilemez.

Nitekim 1917 Sovyet Devrimi’nin hemen ardından, başta İngiliz emperyalizmi ve Çarlıktan geriye kalan unsurlar, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” gerici bir dil üzerinden kışkırttılar. Lenin’in, cevabı, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” savunmaktan vazgeçip, Sovyetlerin birliğini sağlamaya yönelik yeni bir taktik geliştirmek olmuştur. Çünkü ideolojinin dayandığı stratejinin merkezindeki çelişki “emperyalizm” iledir. Eğer ulusların bağımsızlığı emperyalist tahakküm zincirini gevşetecekse “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” savunulur, fakat tam tersine emperyalizmin planlarına yarıyor ve dünya emekçilerinin çıkarlarına aykırı ise “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” savunulmaz. Nitekim gerek Kafkas Seddi ülkeleri “Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan”ın dağıtılarak Sovyetlere dâhil edilmesinde, gerekse de Türkistan’ın kaderini biz belirleriz diyen Basmacı hareketin (ki Enver Paşa da bu sırada öldü) bastırılmasında Lenin’in tutumu çok nettir. Emperyalizmin hizmetine girdiği anda bu taktik terk edilmiştir. Fakat Türkiye solunun bazı unsurları, sosyalistlerin stratejilerinin merkezinde yer alması gereken emperyalizme ve sınıfsal sömürüye karşı mücadele yerine, taktiksel bir siyaset olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı dillerinden düşürmezler. Birçoğunun da teori ve tarih bilgisi o kadar zayıftır ki insan dinledikçe hayretler içinde kalır.

Türkiye solunun bir kısmının bu konudaki tutumunun bir başka belirleyicisi ise Avrupa merkezleri ile kurdukları yakın ilişkilerdir. Dünyaya emperyalizm ile mücadele eden mazlum halkların yanından bakmazlar. İnsan hakları savunusu onlar için “Helsinki Yurttaşlar Cemiyeti” üyesi olmayı gerektirir, Soros paraları ile demokrasi ve barış savunulur, Avrupa vakıflarından proje karşılığı sağlam paralar alınır. Elbette bunlar sol içindeki işbirlikçi kesimlerdir. Her ne kadar şimdi sesleri çıkamasa da (çünkü AKP faşizmini meşrulaştırmada öyle görevler yüklendiler ki bırakın konuşmayı insanların yüzüne bakacak halleri kalmadı) zamanında Türkiye solu üstünde teorik bazda belirli bir tahakkümleri vardı.

Üçüncü ve çok daha dramatik olan ise Türkiye solunun bu kesimlerinin PKK’nin kuyrukçuluğundan kurtulamamasıdır. 1980’lerde ve 1990’ların başında ikliminde Kürt halkı Türkiye’deki muhalif gücün merkeziydi (Zonguldak’taki büyük işçi mücadelesini es geçtiğimiz sanılmasın). Ayrıca Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin hiçe sayıldığı bir gerçekti. Fakat günümüzde Türkiye solunun kucaklayacağı muhalif hareket Kürtlerle sınırlı değildir, tam aksine Haziran İsyanı’nda ortaya çıkan büyük emekçi kitleler esas dayanılacak kitleyi oluşturmaktadır. Fakat barış süreci zeval görmesin diye Doğu ve Güneydoğu’da Haziran’ı televizyondan izleyen BDP gibi onun kuyrukçuları da meydanı bir iki gün içinde terk etmişlerdir. İkinci önemli husus ise Kürt siyasetinin kendisini Türk emekçileri ile özgür bir ülkede, eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşama iradesi ve mücadelesinden koparak, emperyalist merkezler, Hakan Fidan üzerinden MİT, AKP ve Kürt egemenleri ile ittifak halinde bir gelecek çizmeye adapte etmesidir. Bu durumda “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” her şeyden önce gelir demek, sosyalist siyaset ile en ufak bir bağa sahip olamaz. Irak, ABD silahı ile parçalanmıştır ama direnmektedir, Suriye ABD’nin taşeronu AKP ve Körfez ülkelerinin silahı ile cehenneme dönmüştür ama Suriye devleti direnmiş ve zafere yaklaşmıştır, İran’ı bu konjonktür içinde parçalamaları mümkün olmadı. Türkiye ise ne yazık ki duygusal sınırları itibariyle parçalanmıştır. Amerikan silahı ile halklara özgürlük getirme düşüncesi, Arabın, Farisinin, Türkün, Kürdün ve diğer bölge halklarının kanını döker, ikinci bir İsrail olarak dizayn edilecek ve Fırattan Akdenize ulaşacak Kürt koridoru, bölgeye barış getirmez. Bu noktada, efendim ne olursa olsun karar “Kürt ulusal hareketinindir” demek bir siyasettir elbette fakat hiç kimse bu noktada Lenin’i ya da sosyalist teoriyi referans gösterme hakkına sahip değildir.

Bu kesimlerin üstelik Türkiye’de özgür ve eşit bir biçimde bir arada yaşamaya yönelik her söze ve PKK’ye karşı her itiraza karşı ortaya koydukları korkunç bir dil vardır. En ufak bir itiraz mı ettin hemen “faşist, ulusalcı, Kürt düşmanı” olursun. Hem de ömrün boyunca Kürtlerin eşit yurttaş olarak bu ülkenin asli unsuru olduğunu savunmuşsun, Kürtlerin hakları için bugün ABD-AB-AKP’ye yaslanıldığı değil, kellenin koltukta olduğu dönemlerde sesini yükseltmişsin, hiç sorun değil. Değil mi ki “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na en ufak bir laf ettin, hemen bir koro halinde saldırılar dinlendirilmeye başlar.

Peki, Türkiye solunun yurtsever, antiemperyalist kesimleri bu dil karşısında ne yapacaktır? Tavsiyem umursamayın, bu dil sizi yıldırmasın. İşgalcinin topundan tüfeğinden, faşizmin cezaevlerin, dincinin gericiliğinden korkmayan bu namus birikimi, teori ve tarih bilgisinden yoksun, kör bir anlayışın ithamları karşısında, “aman şimdi böyle dersek hepsi birden bize şunları söyler” diye gerilememeli. Bu noktada tavrını netleştiremezse Türkiye solu bizatihi suçlu olmasa da suça boyun eğmiş olur…

AKP döneminin sol suçları 3 ile devam edeceğiz…