AKP-Cemaat çatışmasında sol siyasetin duruş sorunu (Can Ulusoy)

Mahalleyi haraca bağlayan iki kabadayı düşünün. Bir süre sonra mutlaka hesapları tutmaz ve birbirlerine girerler. Bıçaklar çekilir ahali seyran eder. Her birinin yancısı tezahürata başlar. Büyük bir kısım ise içinden ikisine de müstahak der. Oysa şöyle birbirlerini iyice haşat etmeye başladıkları anda tüm ahali üstlerine bir çullansa iki zorbanın işini oracıkta bitirirler. Elbette ahali birbirine güvenir ve örgütlü hareket edebilirse.

AKP ve Cemaat arasındaki çatışma, yukarıdaki sahnenin bir benzeridir, sadece biraz daha karmaşıktır. Fakat bu karmaşa, sol güçler açısından kafa karışıklığına neden olacak ölçüde bir kaotik durumu yansıtmaz.

AKP’yi 2002’de iktidara büyük bir koalisyon taşıdı. AKP uzun süre bu koalisyonu oluşturan güçlerle uyumlu bir şekilde Türkiye’yi yönetti. Uyumlu olmak da zorundaydı, çünkü iktidarını hazmedemeyen ve bir türlü meşru görmeyen güçlere karşı cephesini geniş tutması gerekiyordu. ABD, İsrail, TÜSİAD, MÜSİAD, tarikat ve cemaatler bu koalisyonun güç ayaklarını oluşturuyordu. AB’nin AKP’ye sunduğu destek ve AKP’nin 2009’a kadar AB yolunda ilerleme kararlılığı, Türkiye’de anti-emperyalist olmayan modernler karşısında AKP’ye muhteşem bir koruma ve meşruiyet sağlıyordu. Liberallerin ve yetmez ama evetçi solcuların dişe dokunur bir gücü yoktu ama cürümlerinden fazla yer yakıyorlardı. Bunda medya gücünü kullanabilme avantajları ile solun Türkiye’nin vicdanındaki ve aklındaki önemli yeri etkiliydi. Böylelikle AKP’yi meşrulaştıran büyük bir destek de buradan geliyordu.

Elbette her koalisyon aynı zamanda bir güç paylaşımını da beraberinde getirir. Koalisyona katkı koyan herkes, bu katkının karşılığını almak ister. Her ne kadar AKP siyasal parti düzleminde Türkiye’deki tek iktidarsa da, yukarıda bahsi geçen güçlerle bu iktidarı da bölüşmek durumunda kalıyordu.

AKP yıllar içinde, bu koalisyonun gücü siyasal muhalefetin etkisizliği HAK-İŞ ve Memur-Sen’in bir bütün olarak, TÜRK-İŞ’in ise konfederasyon başkanlığının ve konfederasyona bağlı birçok sendikasının AKP’nin kontrolü altına girmesi KESK’in kimlik siyasetine çok fazla angaje olması işçi sınıfının genel manada sendikasız ve halkın örgütsüz oluşu ordunun ise Balyoz ve Ergenekon davalarında kendisine bel bağlayanları şaşkına düşürecek teslimiyetçiliği sayesinde gücünü pekiştirdi. 12 Eylül 2011 referandumu ile devletin sinir merkezlerini daha rahat kontrol altına alma imkânına kavuşan AKP, bu süreçte muhaliflerinin önemli bir kısmını da cezaevlerinde tutsak etmişti.

AKP’yi iktidara getiren ve yolundaki taşların temizlenmesini sağlayan koalisyonun içinde Cemaat, yeni derin devlet olarak konumlanmaktaydı. Bürokrasi, emniyet ve istihbarat servislerindeki gücü, psikolojik harp merkezi olarak çalışan basın-yayın organları ve sağladığı çeşitli imkânlarla çevresine topladığı önemli bir aydın grubunu, Türkiye’nin yeni Gladio örgütlenmesini tüm veçheleri ile tamamlıyordu. Cemaat, AKP iktidarı boyunca bir korku unsuru olarak da zihinlerde yer etti. Bilgisayarınıza virüslü programlar üzerinden belgeler ekleyecek kadar görünmez fakat sabahın en erken saatlerinde kapınıza polisi dikecek kadar somut bir gücü temsil ediyordu. Türkçe Olimpiyatları, Abant toplantıları gibi kendisine prestij sağlayan işlerle sosyal ve kültürel sermayesini de pekiştiriyordu. Elbette böyle bir yapıda dinin kullanılmaması olmazdı, fakat öyle bir muktedir görüntü veriyorlardı ki herkesin dilinden artık Fethullah Gülen gitmiş, “muhterem hoca efendi” gelmişti. Cemaatin sahibi olduğu dershaneler ve özel okullar da bu yapının ekonomik gücünü temsil ediyordu. Yani nereden bakarsanız iyice gericileşmiş olan kapitalizmin bir yüzüydü Cemaat.

AKP gücünü pekiştirip, kendisini tehdit eden kuvvetleri etkisiz hale getirdiğini düşününce artık koalisyon içinde fazlasıyla paylaştırdığı iktidarı daha fazla eline almak istedi. Liberallere ihtiyacı zaten kalmamıştı, gerçi onlara paylaştırdığı bir iktidar da yoktu, sadece nemalandırıyordu. Yetmez ama evetçilerin durumu da aynıydı, küçük bir farkla tabi, onlar AKP ne zaman göreve çağırsa hazırdılar, nitekim Haziran sürecindeki performansları ile Erdoğan’dan aferin dahi almışlardı. Bu koalisyon içinde gün geçtikçe daha endişeli hale gelenlerin başında TÜSİAD geliyordu. 1970’li yıllarda yayımladığı bildirilerle iktidar devirecek gücü kendine gören TÜSİAD, siyaset kurumunun çok fazla sevmediği bir yapıydı. Evet, hâkim siyasal sistem ile aynı sınıfsal çıkarın temsilcileriydiler fakat siyaset belirli bir özerk alan içinde hareket etmek ister. TÜSİAD ise Türkiye’de patron benim edası ile siyaset kurumunun tepkisine maruz kalıyordu. AKP ise bu arada daha çok İstanbul’un büyük sermayesini temsil eden TÜSİAD’a karşı bir denge unsuru olarak MÜSİAD ve diğer Anadolu sermayesine dayanan grupların büyük desteğini sağlamış, bu grupları da güçlendirmişti.

Cemaat ile AKP’nin sürtüşmeye başlaması dikkat edilirse AKP’nin kendisine en çok güvendiği ve elinde toplanan iktidarı otoriter bir yöntem ile kontrol etmeye başladığı döneme denk gelir. Fakat çok pragmatik bir hareket olan Cemaat, Erdoğan’a bu süre zarfında tavizler vererek gücünü koruma yoluna gitti. Fakat ileride daha fazla taviz vermek zorunda kalacağı ihtimaline karşı da AKP’ye karşı avantajlı konuma geçmesini sağlayacak istihbarat teknikleri ile kendisine bir arşiv oluşturmaya başladı. İşte Aralık ayından itibaren art arda servis edilen kasetler bu güvensizliğin bir ürünü olarak doğdu.

Cemaatin AKP’ye karşı harekete geçmesini sağlayan iki olay vuku bulmuştur. Birincisi AKP’ye karşı Haziran İsyanı, diğeri ise Suriye’de AKP’nin yaşadığı mağlubiyettir. Böylelikle Cemaat gerek iç gerekse de dış konjonktürün AKP’ye direnmek için uygun bir zemin yarattığını tespit etti. Fakat Cemaatin bu durumu tahlil ederek harekete geçebileceği ihtimali de zaten hükümetin malumuydu. Çünkü öncesinde, AKP ve Cemaat, ortak düşmanlarını tasfiye ettikten sonra birbirlerini Hakan Fidan üzerinden yoklamışlar, Erdoğan “Hakan Bey’i yedirmeyiz” diyerek gücün büyük bir kısmının kendi elinde olduğunu ispat etmişti. İşte Cemaatin bu harekete geçme ihtimaline karşı, Cemaati zayıflatacak ve böylelikle kontrol altında tutacak bir şey gerekliydi. AKP dershaneleri kapatma kararı alarak, Cemaati zayıflatma yönünde bir tercihte bulununca, Cemaat konjonktürün müsaitliğine dayanarak harekete geçti. Cemaatin bu süreçte, AKP’ye karşı şüphe ile bakan TÜSİAD’ın da desteğini aldığı söylenebilir. 17 Aralık itibari ile cepheden birbirleri ile mücadele eden AKP ve Cemaat kavgasında, son yerel seçim AKP’nin Cemaati tasfiye etmek için büyük bir imkân vermiştir. Cemaate büyük tepki duyan devletin birçok kanadının da AKP’ye destek vermesi ile birlikte Cemaat gerçekten de tasfiye aşamasındadır ve zayıf taraftır.

Bu çatışma halk güçleri açısından şüphesiz faydalı bir iklim yaratmıştır. Egemenlerin bir tarihsel blok olarak ezilenlerin karşısında yer aldığı durumlar, emekçiler ve onları temsil eden güçler açısından son derece dezavantajdır. “Egemen blok”un çözülmeye başlaması, devrimci süreçler açısından büyük bir şans yaratır. Fakat halk güçleri, birbirleri ile çatışan iki egemen güçten birini tercih etmezler, kendileri bir iktidar alternatifi olana kadar, birbirleri ile çatışan iki egemen gücün mümkün mertebe birbirlerini daha fazla yaralamalarını murat ederler. Bir başka deyişle, rövanşist duygularla birinin diğerine karşı hızlı bir galibiyet kazanmasını ümit etmezler.

Türkiye’de sol açısından bakıldığında birbirlerinin tam zıttı iki yanlış stratejinin bazı siyasi partilerce izlendiği söylenebilir. Bir tanesi CHP’nin tutumudur ki, seçim öncesi siyasal mücadele yerine siyasetsizliği tercih etmiş, Cemaatin kasetleri ve desteğinden medet ummuş neticesinde sandıkta bu tercihinin yanlışlığını test etmek zorunda kalmıştır. Fakat CHP’nin şansı bu işbirliği sürecinin erken bir müddet içinde neticelerini göstermesi olmuştur. Şimdi özellikle CHP tabanı, seçim öncesi yapılan bu tercihin yanlışlığı konusunda neredeyse müttefik halde ve bu gelecek için umut verici bir gelişme. CHP’den tam zıt bir stratejik tercihte bulunan ise İşçi Partisi oldu. Hatta AKP’nin tetikçisi, zamanında kendisine en ağır hakaretleri eden, müptezel bir yayın organına demeç veren Perinçek, Cemaate karşı AKP’nin yanında yer alacaklarını açıkladı. AKP, Cemaatin inlerine girecekse elini tutmayız diye de ekledi. Sanki Perinçek’ten böyle bir şeyi talep eden varmış gibi. Üstelik seçim sonrası Cemaatin AKP karşısında iyice zayıf duruma düştüğü görülürse, Cemaate karşı AKP’nin yanında konumlanmak gibi bir söylem başlı başına hatadır. Hatta diktatörlüğün elini daha da güçlendireceği açık olan erken bir kesin galibiyetin sağlanmasındaki bu hevesin de ne kadar yanlış olduğunu görmek gerekiyor. Elbette İP’nin tavrını, çok sık yaptıkları savrulmalardan bir örnektir diye geçiştirmek mümkün değil, bununla birlikte bu yazının sınırını da zorlar. Fakat net bir şey var ki o da İP’nin yığınakta hata yaptığı ve bunun gelecekte telafi edilmesinin zor olacağıdır. Umarız bir an önce bu yanlış stratejik konumlanmadan vazgeçerler.

Doğru tutumu ise halk hareketi son birkaç yıldır zaten belirledi. “Ne AKP Ne Cemaat, Tam Bağımsız, Özgür, Sosyalist Türkiye” tercihi en doğru stratejik konumlanmayı bildirir. Önümüzdeki görev bu iki kabadayıdan birinin yancısı olmak değil, halk hareketini güçlendirecek olan sol-sosyalist cepheyi, kurmaylığı bir an önce hazır hale getirmektir. Böylelikle halka, bu ikisinden de kurtulma ve hesap sorma imkânı verilmiş olur.