Zaman’ın mütefekkirlerine

Zaman gazetesinde, Ali Bulaç "birey" kavramının kitapta yeri var mı konusuna, Ali Ünal da, "evrim dogması"na takılmışlar. Derinlikli yazılar harbiden! Büyük bölümlerine aklımız eremedi, vakıf olamadık itirafını peşinen yapıp, birşeyler söyleyelim, en azından bu tefekkürleri birilerine daha ulaştırmaya hizmet edelim istedik.

Ali Ünal diyor ki, "Evrim teorisini iyi değerlendirebilmek için önce modern bilimsel yaklaşımı ve evrim iddiasının arkasındaki maksadı iyi anlamak gerekir. Bu yaklaşımı doğuran, Batı'da bilimin daha çok sınıf ve menfaat çatışması kaynaklı olarak dine muhalif gelişmesidir bilhassa evrim iddiasının arkasındaki ana maksat da Yaratıcı'yı inkârdır demek ki evrim, iradî bir ön kabuldür."
Şu ön kabul meselesi önemli tabii. Olgular dünyasında bile, kafaya koyduğunuz bir şeyi kanıtlamaya yönelik eğip bükmeler yapabilirsiniz. Bunu bir cümle içinde kullanıp, mesela, siyasal düzleme taşırsak, örneğin ABD Irak'a özgürlük getirmek için kendi evlatlarının canını bile ortaya koymuş asalette olabilir. Bunun argümanlarını toplarsınız, hiç zorlanmadan. Ya da, ne bileyim, AKP iktidarı altında, istatistiğin bol kandırmacalar içerebilir rakamlarını, ekonomik başarı gösterir şekilde dizayn edebilirsiniz. Önce niyet, sonra teori, sonra "kanıt yerleştirme".

Evrim de böyle bir şey Ali Ünal'a göre. Bilim, dine muhalefet olsun diye gelişiyor. Maksat, "Yaratıcı"yı reddetmek. Bunu nasıl yapsak nasıl yapsak diye aranıp durulurken, deniliyor ki, "evrim diye bir şey uydursak?"...

Bu noktada, ön kabulün yerini, "dogma" alıyor. Bilim kendine bir alan tanımlıyor, sonra o alan dışında kalanları inkara yöneliyor, sorgulanmasını dışlıyor. Ali Ünal, bunu, bilimin kendi iddialarına ters düşerek, kendi alanı olan fizikî dünyanın dışına ittiği felsefeye ve metafiziğe sarılması olarak tanımlıyor. (Bu arada, "metafizikî" diye bir kullanıma da burada rastlayıp, hayran olduğumuzu belirtelim.)

Harika bir çelişme ve dogmatizm tanımı. Bilimin bu hinliğine, insanlar neyle karşı durabilir peki? Akılla! Şu, bilimin beş duyuya hapsettiği, halbuki, "bilimsel gerçeklerden daha temel bir konumdaki" akılla. Cismanî bir niteliği olmayan akılla.

Ne demek, cismanî niteliği yok? Yani, maddeyle uğraşıp duran bilim, onu inkardan geliyor demek. Var mı bu aklı sahiplenen? Evet! Buyurun o akıldan süzülenleri:

Madde, nasıl türetsin? Kendisi cansız, şuursuz. Bilimin, "madde kendisinde olmayanı başkasına veremez" demiyor muydu? O zaman, canlılık ve şuur, nasıl ondan gelir? Şiştin mi bilim! Debelen dur bakalım, yok rastlantılar, yok zorunluluklar... "Şu halde, mevcudiyeti mutlak, ezelî ve kendinden, var edip, varlığın sahip olduğu her şeye de mutlak manâda sahip ve onları ona verebilecek bir Var'a kesinlikle ihtiyaç vardır."

Dogmatizme ve maddeye karşı, akılcı düşünce: Bir yaratan var! Buna iman etmeyen, metafiziğe düşer!

Giderek derinleşiyor. "Yine, varlık, asla maddî boyutundan ibaret değildir. Varlıkta, her bir varlığın 'ne'liği manâsında mahiyet, 'kim'liği manâsında hüviyet, bir de bütün bunların 'hey'et-i umumiyesi' olarak şahsiyet vardır. Kimliği ve maddî yapıyı tayin eden ve ondan önce gelen, mahiyettir."

Madde, düşünceyi doğuramayacağına göre, düşünce maddeyi üretmiş olmalı. Ne metafiziği, ne idealizmi. Akıl, bunu kanıtlıyor: "Varlıkta maddenin manâya tâbi olduğunun bir diğer delili düşüncedir. Bazı iddiaların aksine, insan, kelimelerle düşünmez. Çünkü hiç kelimeye dökülmemiş manâlar kalbe doğar, bazı manâları ifadeye kelime de bulamaz ve 'vücut dili' kullanırız. Dolayısıyla, varlıkta aslolan manâdır manâyı tayin eden mahiyettir, sıfatlar toplamıdır. Mahiyet ve manâ kelime kalıbına girince kimlik oluşur. Şu halde, kâinatın maddî yapısının ötesinde manâsı ve mahiyeti söz konusudur. O manâ ve mahiyet de, kâinatın ötesinde birinin 'zihni'nde, ilminde bulunması gerekir. Bu düşünce ve sonuçları üreten de bilim değildir, akıldır. Demek ki, akıl maddî değildir ve maddeden öncedir."

Kelimelerle düşünenlere ithaf olunur. Mahiyet ve manânın kimlik oluşturması için niye kelime kalıbına girmesi gerektiği pek anlaşılamasa da, dogmalardan, kör inançlardan uzak bir kanıtlama başyapıtı karşısında olduğumuzu inkardan gelen kafirdir.

Onca felsefe tahsil etmişliğimize dayanarak, şu zavallı Berkeley'in, gerçekten de, kimi kaba materyalistlerce haksızlığa uğradığını, tezlerinin fazla yüzeysel ele alındığını düşünürdük. Bu tilmizi okuyunca, Berkeley'e saygı duyar olduk.

Şimdi, bu yazıyı okuyan bir Zaman okurunu düşünün. Bir sayfayı daha açsın, orada da Ali Bulaç'la karşılaşsın. O da şöyle seslensin: "Müslüman birey olabilir mi? Bu soruyu araştıracağız. Birey fikri, Aydınlanmayla ilgilidir ve aslında bir projedir. Aydınlanma, Hüday-ı nabit, yani birden toprakta biten bir düşünce değildir dayandığı kadim referans çerçevesi vardır: Grek Felsefesi. Rönesans ve Aydınlanmayla Batılılar, Hıristiyan bakış açısını bir kenara bıraktıklarında, kendilerine yeni bir referans çerçevesi aradılar, bunu da Greklerde buldular. Grekler, hikmeti kaybedince, insanı salt akla ve idrake indirgediler."

Birey kavramının, apolitizasyona malzeme edildiği herkesin malumu da, müminliğe karşı icat edildiğini, kim biliyordu? Tamam, insanda akıl vardı ama, ondan ibaret değildi ki? Burada, "ontoloji" filan da diyerek, "ziya ve nur" kavramlarına giriyor Bulaç. İnsandaki akıl, "nur"dur. Yansıtıcı. Ay gibi. Ay, Güneş'ten aldığını yansıtır. Güneş, "ziya"dır. İnsandaki akıl, nereden yansır peki? İşte birey aklı, bunun inkarıdır. Dolayısıyla: Bireydeki aklı esas almak, buradan birey olmayı savunmak, dinen caiz değildir. "Bireyin tam karşıtı olan kavram 'kulluk'tur. İnsan kul olmayı kabul ettiği andan itibaren birey olmaktan çıkar."

"Dağ dağa muhtaç olmaz, insan insana muhtaç olur" gibi, derin vecizelerden de alınan destekle, Bulaç, bireyliğin imkânsızlığını da kanıtladıktan sonra, dine karşı geliştirilen birey projesinin, "modern devlet aklın örgütlendiği aygıttır" teziyle bağını kuruyor ve, "kulları" uyanmaya çağırıyor.

Birinci yazarımız, aklı "kurucu öğe" yaparken de, ikinci yazarımız kendi aklını kullandığını sanan bireyliğe özenenlerin küfre düştüğünü söylerken de, dogmaların ve metafiziğin bilim tarafından nasıl kullanıldığını mahirce sergiliyorlar.

Aklımızın ermediği noktada susmayı bilelim...

Asaf Güven Aksel