Semih İdiz’e

Yandaşıyla yandaş olmayanıyla Türk medyası bir efsane üretmeyi başarmış durumda.

Bu efsaneye göre Hamas'ın Türkiye'ye davet edilmesinden Erdoğan'ın Davos çıkışına kadar yaşanan süreç Türk dış politikası açısından bir kırılma niteliği taşıyor.

Yandaş medyaya göre bu kırılma ile birlikte Türkiye batı yörüngesinden çıkıp bağımsız hareket eden bir bölge gücü haline gelirken yandaş olmayanlara göre batıdan kopuk bir Ortadoğu ülkesi veçhesine kavuşmuş durumda.

Oysa Türk dış politikasında yaşanan dönüşüm, kırılma ya da kopuş perspektifi ile değil, ancak ve ancak kopuş-süreklilik perspektifi ile bakıldığında anlaşılabilir.

Bugün AKP-TSK ittifakının Türkiye'yi yeni-Osmanlıcı bir dış politika çizgisine götürdüğü aşikârdır ancak bu, emperyalizmle ilişkiler açısından bakıldığında hiç de bir kopuş anlamına gelmez. Söz konusu olan 60 yıllık batıcı/NATO'cu çizginin konjonktüre uygun bir şekilde revizyonudur.

Türkiye burjuvazisi dış politikada Soğuk Savaş sonrası yaşadığı bocalamayı yeni-Osmanlıcılık sayesinde aşmayı ummaktadır ve zannedildiği gibi bu, ne Türkiye'nin batı blokundan kopması ne de bir Ortadoğu ülkesi olması anlamına gelir.

Türkiye, Avrasya savaşlarında Atlantik ittifakının ileri karakolu olma misyonunu üstlenmiş durumdadır, ki bu misyon Soğuk Savaş boyunca zaten tecrübe edilmiştir.

Semih İdiz örneğinde görülebileceği üzere, meseleye emperyalizm açısından bakmayanların, "derin stratejist" Ahmet Davutoğlu'nun, Clinton'un Türkiye gezisi sonrası ve Obama'nın Türkiye gezisi öncesine denk gelen ABD ziyaretini, Türk dış politikasının geleneksel çizgisine dönmesi olarak yorumlamaları gayet doğaldır.

Oysa bir yere geri dönebilmek için önce orayı terk etmek gerekir AKP iktidarının emperyalizmle ilişkileri daha da sağlamlaştırmayı hedefleyen dış politikası ise yukarıda da belirttiğimiz üzere gelenekten kopuş anlamına gelmez, geleneğin derinleştirilmesi anlamına gelir.

Dolayısıyla AKP, herhangi bir yeri terk etmiş durumda değildir ve batıcı/NATO'cu dış politika çizgisinin mirasçısı ve günümüzdeki taşıyıcısı olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Peki 29 Mart seçimleri sonrası emperyalizmle ilişkiler bağlamında iç ve dış siyasetin parametreleri nasıl şekillenecektir?

Davutoğlu ABD'de neyin pazarlığını yapmakta, hangi projeleri şekillendirmektedir?

Clinton'un gelişi öncesi, ABD dışişleri yetkililerinin Kürt sorunu ile ilgili olarak Türkiye'den görüştüğü üç isim olan Şerafettin Elçi, Esat Canan ve Orhan Miroğlu'nun Barzanici çizgiyi temsil etmeleri, ABD'nin sorunu DTP/PKK çizgisinin dışında ve Barzani aracılığıyla çözmeyi hedeflediğini ortaya koyar niteliktedir.

Nisan ayında toplanacak olan Kürt Ulusal Konferansı'ndan PKK'ya yönelik bir silah bırakma çağrısı çıkacak ve önümüzdeki süreçte Türkiye'deki Kürt hareketinin Barzani çizgisine eklemlenmesi bir hedef olarak ortaya konacaktır.

Leyla Zana'nın newroz konuşmasında "Kürtlerin üç partisi var: PKK, KDP ve KYB" şeklinde yaptığı açıklama ise DTP içerisindeki baskın eğilimin bu eklemlenmeyi kabul etmek yönünde olduğunu gösterir niteliktedir.

Afganistan'ın Avrasya savaşlarının cephe ülkesi haline gelmesinden hareketle söyleyebiliriz ki, Türkiye'den Afganistan'a daha fazla asker göndermesi talep edilecek ve bununla da yetinilmeyerek askerlerin sıcak çatışmaya girmesi istenecektir.

Başka bir başlık ise Ermenistan'la ilişkilerle ilgilidir. Obama 24 Nisan'da soykırım sözcüğünü kullanmayacak, ancak Türkiye'den Ermenistan'la diyalogu geliştirmesini isteyecektir.

Bu, Avrasya savaşları açısından son derece önemlidir çünkü Ermenistan halen Rusya'nın çeperinde olan bir devlet niteliğindedir ve Ermenistan'ın renkli devriminin gerçekleşip ülkenin ABD yörüngesine kesin bir şekilde girmesi için Türkiye'nin sınır kapısını açması gerekmektedir.

Semih İdiz, Tayyip Erdoğan'ın "monşerler" dediği zevatın, yani Türk dış politikasının geleneksel belirleyicilerinin medyadaki ayaklarından biridir ve yazdıklarının biraz da monşerlerin görüşleri olduğunu bilmek gerekir.

Monşerler, gelinen noktada büyük bir memnuniyet içerisindedir, çünkü büyük uzlaşma devam etmektedir.

Fark şuradadır: monşerler geçmişte ABD/İsrail muhipliğini laiklik sosuna bulayarak yapıyorlardı, şimdikiler neo-Osmanlı sosuyla yapmaktadır.

Süreklilik bu muhiplikte, gerçek bir kopuş ise sosyalizmdedir.

Kırılma, yalnızca ve yalnızca sosyalist cumhuriyetin dış politikasında mümkün olabilecektir.

Fatih YAŞLI

Semih İdiz, "Davutoğlu'nun Başarılı Washington Ziyareti", Milliyet, 21 Mart 2009