Hakan Şükür'ün kolyesi

Yazının başlığına bakıp spor yazısı beklentisi içinde olanlar için yazı bir hayal kırıklığı yaratacak. Ayrıca futbolla ilgili bir yazı yazacak olsam, tercihim Hakan şükür olmazdı, Beşiktaş'ı yazardım ama onunla ilgili de yazılacak iyi bir şey yok, kötüye de benim elim varmaz.

Hakan Şükür'ün kolyesinin nesine taktım o zaman. Örneğin Hüsnü Şenlendirici'nin “kelepçeli kolyesi” daha büyük zenginlikler sergilerken ve derin bir anlamla yüklüyken neden Hakan Şükür?

Hakan Şükür'ün kolyesi üzerine gece bir arkadaşımla spor programı izlerken konuşmuştuk. Cemaat eğilimli olmasına rağmen bana göre, erkekte snopluk ve görgüsüzlük simgesi olan kolyeyi neden takar, diye sorguladık. Sonuçta, Fethullahçılığın oportunizmine ve her toplumsal kategoriye ayrı bir model yaratma anlayışına bağladık. Türkiye'de son elli yıla baktığımızda, gericilik asli niteliklerini korurken sürekli toplumsal yaşamdaki biçimsel değişiklikleri de içine sindirme ve kapsama becerisini gösterdi. 50'li, 60'lı hatta 70'li yıllarda sokakta yürürken insanların gerici olup olmadıklarını giyim-kuşamına ve davranış biçimlerine bakrak ayırt etmeniz mümkündü. O denemlerin karikatürlerinde ortaklaşılan bir gerici-yobaz tipolojisi vardı. Oysa bugün aynı şekilde sokaktaki insanların gerici olup olmadıklarını yalnızca simgeler üzerinden ayırt etmek pek mümkün değil. Eski zamanların gerici tipolojisine hiç uymayan birinin gericinin önde gideni olması mümkün. Buna ilişkin en net veri, 2002'den bu yana yapılan seçimlerde AKP'nin aldığı oylarda gizli. Seçimlerin ardından gelen günlerde hepimiz,”kim verdi bu oyları AKP'ye?” diye, şaşırıp sorgulamadık mı? Oysaki, aynı işyerinde çalıştığımız, aynı apartmanda oturduğumuz ve “yok canım bu olamaz” dediğimiz çevremizdeki insanların oyuydu bunlar. Bunları modern görünümlü insanlardan ayırt etmek pek de mümkün değildi. İşte Hakan Şükür de bunların kolyeli bir modeli. Ancak, bu “modern” görünüm gericiliği örtebilir mi ya da örtebiliyor mu? Elbette hayır, ama aldatıcı olabiliyor.

Bu işin bir tarafı, bunun siyasete tahvil edilmiş hali daha vahim. Türkiye'deki bazı ilericileri ve demokrasi sevdalılarını da etkiliyor çünkü. Bir zamanlar devrimci kavramını utanmadan Turgut Özal'ın adının önüne sıfat yapanlar, şimdilerde daha büyük bir utanmazlıkla Abdullah Gül'ün ve R.Tayyip Erdoğan'ın adının önüne devrimci sıfatını yerleştiriyorlar.

Bu konuda hızını alamayanlardan biri Yeni Şafak'tan Yasin Aktay. Bugünkü yazısının başlığında “'devrimci' muhafazakarlık” kavramını kullanmış. Yazısında da bu kavramın altını yalakalıklarla doldurmaya çalışmış: “Cumhurbaşkanı'nın alabildiğince ilerici bir konuşma yaptığı bir yerde ondan daha ilerisini muhalefetin işaret etmesiş beklenirdi ama daha ilerisini işaret etmek Başbakanın kendisine düşmüş oldu. Cumhurbaşkanı ve başbakanın memleketin hayrına birbirleriyle yarışıyor olması kuşkusuz memleketin en büyük talihlerinden...” Müseccel faşist MHP'nin şoven milliyetçi damarının kabardığı ve söylemini Kürt-Türk düşmanlığını körükleyici biçimde kurduğu, solla ilişkisi kuşkulu CHP'nin ne yaptığını bilinmediği bir ortamda AKP'nin lider kadrosuna ilericilik atfediliyor. Sizce bu siyasal tabloda bir eksik yok mu? Güçlü bir komünist hareketin siyasete müdahil olduğu bir ortamda cumhurbaşkanı ile başbakanın birlikte çalıp oynadığı ve ilerici-devrimci gibi misyonlarla nitelendirildiği bir Türkiye mümkün müdür sizce? Böyle bir Türkiye'de Cengiz Çandar şunu yazabilir miydi: “Son derece güçlü bir inanç insanı olmasının yanı sıra geldiği toplumsal köken, gelir grubunu ve değerlerini hiçbir zaman unutmayan... iç politikada 'garip-gureba' dan söz ederken gönül telleri titreyerek...” ( Radikal 04-10-2009) Tersane işçileri ölürken kılını kıpırtmayan, ölenleri suçlayan, işçi düşmanı bir başbakanı yoksullardan söz etti diye yere göğe sığdıramamak...

Bu utanmazlığa dur demenin tek yolu sosyalistlerle, yurtseverlerle birlikte bir mücadele hattı ören güçlü bir komünist örgüt yaratmak değil mi? Yapılması gereken açık... Örgütlenmek...

Ali Önder Öndeş