Engin Ardıç'a

Engin Ardıç, zorlu bir konuya el atmış bugün.

"Konu zorlu" dedikse, aslında zorluk konuya Engin Ardıç'ın el atmasından kaynaklanıyor.

"Subay nerede?" diye soruyor Ardıç ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu "yüksek" mensuplarının alışveriş yaptıkları yerlerden, oturdukları evlere, tatil yerlerinden takıldıkları "kahvehanelere" halkla temaslarının olmamasını kurcalıyor.

"Şu Kıbrıs meselesini bir kurmay subayla tartışmayı" o kadar istiyor ki Ardıç, bir kurmay subay tanıdığı olamamasına üzülmekle kalmıyor, bir kurmay subay tanıdığı olamamasının nedenlerini de sorguluyor.
Çok tanıdık bir konu.

Biraz okur yazarlığı olan, biraz dünyayı izleyen birisi için sadece Türkiye'de değil, dünyada da örnekleri olan tanıdık bir konu aslında.

Hatta Ardıç'ın (konuyla ilintili olmadığını düşündüğü için değil herhalde!) bulaşmadığı OYAK meselesini de bu tanıdık konunun bir parçası olarak görebiliriz.

Sonuçta bu bildik mesele Ardıç için zorlu bir yazı konusu haline geliyor.

Zira Ardıç burada şu hassas noktaları çok fazla zorlamadan konunun üstesinden gelmek zorunda.

1. "Asker"in bu konumunun 27 Mayıs ile ilişkisini dikkatlice kapatmalı Ardıç. Yani 27 Mayıs'tan SONRA kurulan OYAK, subayların 27 Mayıs'ın ardından halk kesimlerinden yalıtılmaları çalışmalarına hız verilmesi ve ordunun bu dönemde sistemli bir şekilde sermayeleştirilmesi gibi olguları hasır altı etmeli.

2. Bu eğilimin, ABD eliyle latin Amerika'daki başka örneklerde de hayata geçirildiğini "bilmezden" gelmek zorunda.

3. Subayların yaşam standardının hızlıca yükseltildiği bir dönemle öncesi arasındaki farkı yok saymalı.

4. Ardıç, bütün malümatfuruşluğuna rağmen kendini tutmalı ve "gazozcular" meselesine girmemeli. 27 Mayıs'ı önceleyen dönemlerde aileleri ile "dışarıya" çıktıklarında fiyatı en uygun içecek olduğu için hep birlikte "gazoz" içermış subaylar, bu nedenle kendilerine "gazozcu" diye takılındığı 27 Mayıs ile ilgili anılarda yer alır.

Sonuçta Ardıç bu hassasiyetlerin gereğini yerine getirince işi kolaylaşıveriyor. Ordu kurmay kademesinin kastlaştırılmasının, yaşam mekanları ile halktan ayrıştırılmasının, orduya özel karşı devrimci misyonlar verilen ülkelerle ve bunun bir ihtiyaç olarak kendini dayattığı 27 Mayıs gibi "deneyimlerle" ilişkisini kopartınca işi çok kolaylaşıyor ve Ardıç'ın tanıdık fantastik fantezi üretimi başlıyor.

"Kozmopolit Osmanlı'da ne güzeldi, Cumhuriyet'le işin rengi değşti" diyebiliyor.

"1917 yılında Meserret Kıraathanesi'ne gitseydiniz, kahve içenlerin, bilardo oynayanların yarısının subay olduğunu görecektiniz. Diğer yarısı da İttihatçı politikacı! Beyoğlu'na çıksaydınız, Garden Bar'da, Maxim Bar'da birçok üniformalı bulacaktınız, yarısı da Alman ha...

Onlar imparatorluk subaylarıydı, "kozmopolit" bir toplumda yaşıyorlardı, başkent de İstanbul'du tabii...
Cumhuriyet subaylarının ortalıkta fazla dolaşmaları istenmedi.

Türkiye nasıl dünyaya kapandıysa, Türk ordusu da kendi içine kapandı. Bu da bir "otarşi" politikasıydı."

Ne güzel!

İşin aslı...

1. Cumhuriyet, özellikle 30'lu yıllar boyunca, orduyu kastlaştırmaktan çok Osmanlı'nın son dönemindeki devlet kaynaklı reform hareketlerinin ürünü olan bir şeyi köklü bir biçimde değiştirme yolunu seçti. Ordu mensubunun kendine yer yer "jakoben" misyonlar da yükleyebilmesine olanak sağlayan "siyasal aydın" konumlamasını yok etti. Nazım Hikmet'in yargılandığı donanma davası da dahil olmak üzere pek çok uygulamanın hedefi belliydi: Askeriyeyi siyasal iddialar taşıyabilen, bir tür aydın yatağından, kurulu düzenin sadık bekçileri haline getirmek ve siyaseti (bekçilik tanımının gerektirdiğinin ötesindekini elbette) kışladan uzak tutmak.

2. 27 Mayıs, önemli bir işaretti. İşlemin tamamlanabilmesi için "kastlaştırma"nın, "sermayeleştirme"nin zorunluluğu görüldü. Subay eşlerinin alışveriş yaptığı mağazaların, orduevlerinin yaygınlaşması, özellikle kurmay kesimin genel toplumsal dokudan yalıtılması 27 Mayıs dersiydi. Dünyada başka örnekleri de olan OYAK burada önemli bir yer tuttu.

Engin Ardıç palavra sıkıyor. Kurmay subaylarla Kıbrıs'ı tartışmasının önündeki engel bu politikalar olmadı elbette. Zira "askeriye"nin başka toplumsal kesimlerle temas noktalarının sınırlanması, sermayenin fikir adamları ile kurmay subayların birbirinden uzak kalmasını getirmedi. Tersine, büyük medyanın kalemşörleri ordu kurmay kademesinin "eğitiminde" ve yönlendirilmesinde çok önemli bir işlev görüyor bugün.
"Geçen gün terörle mücadelede önemli bir görevi sürdüren bir paşamız ile konuştuk" gibi cümlelere çokça rastlıyorsak bu kalemşörlerin "şişirme" merakından kaynaklanmıyor herhalde.

Engin Ardıç bu noktada kendine yansın.

Biraz daha az yaramaz, biraz daha az küfürbaz olsaydı, belki o da "kurmay subaylarla" Kıbrıs'ı konuşuyor olabilirdi.

Sabah'taki yazıları "o da olur inşallah" dedirtiyor tabii.

Bu arada bir kurmay subayla Kıbrıs'ı tartışma fırsatı bulursa dikkatli olmalıdır Ardıç.

İleri geri konuşurken kurmay subay kendisine ordu bünyesinde oluşturulan özel harp organları aracılığıyla Kıbrıs'ta kurulan ve pek çok kanlı eyleme imzasını atmış olan "Türk Mukavemet Tugayları"nın Fatin Rüştü Zorlu'nun bizzat nezaret etmesi ile var olduğunu söyleyiverirse mahçup olabilir.

Hani şu "darbecilerin" astırdığı sivil dışişleri bakanımız...
N.K

ilgili yazı: Sabah gazetesi, 16 Haziran, Engin Ardıç
http://www.sabah.com.tr/2008/06/16/haber,DEE83E67675C4F27B7BEA4C9FF80AAC2.html