“Aydınlama”dan korkan kör karanlığa…

Kültürlerin, bilimin, insani değerlerin dinsel dogmaların altında ezildiği bir dünya tasavvur edebiliyor musunuz?

Tasavvur etmek zor olmasa gerek. Bunun için allame-i cihan olmak gerekmiyor. Yüzeysel bir tarih bilgisi yeterli. Batı'da, her türden bilimsel ve kültürel gelişmenin, ilerlemenin karşısında kilisenin nasıl bir set oluşturduğu biliniyor. Papa'nın gücünü, aforoz etme yaptırımına ve kilisenin iktidarını korumak için bilime, aydınlığa karşı tutumuna ilişkin örnekler anlatmakla bitmez. Ekonomik gücünü artırmak için "cennetin anahtarı"nı da sattığı bir gerçek. Hoş, bugün teknolojinin imkanlarıyla para toplama becerisini de gösteriyor kutsal dogma. Nasıl mı? Olivier Strum isimli bir Alman'ın geliştirdiği dua-matik ile. İnsanların her yerde duanın gücüne ulaşmasını sağlayan bu teknoloji, bir darphane gibi, kiliseye bağış adı altında ekonomik bir güç pompalayacak.

İnsanlığın onlarca yıl mücadele ederek, onca acılar çekerek insanlığa armağan ettiği aydınlanmanın yarattığı değerler bugün tartışılır hale geldi.

Yeni Şafak'tan Nazif Gürdoğan da bu tartışmaya bulaşmış bugünkü yazısında. Kendince Marks'ı öldürmüş. Yazısının başlığı da:

"Marx öldü Weber yaşıyor"

"Avrupa'nın Aydınlanma dönemiyle bütün dünyanın gündemine taşıdığı seküler kültürün güneşi batıyor. Bütün dünya, kutsal kültürün güneşinin yeniden doğuşuna şahit oluyor. Yirmibirinci yüzyılda, seküler kültür gibi, kutsal kültürün karşısına çıkarılan her kültür, ışığını yitirecektir. Çünkü ister farkında olunsun, isterse olunmasın, her kültür ışığını kutsal kültürden alır."

Bu paragraf, insanlık tarihinde toplumsal gelişmenin dinamiklerini inceleyen bir akademik çalışmanın konusu olabilir. İnsanlık tarihi incelenirken, dinler tarihin de konu alabilecek bir çalışma mümkündür. Ama bu çalışmadan seküler kültürün öldüğü ve yirmibirinci yüzyılın kutsal kültürün egemen olacağı bir değişimin ebesi olacağı sonucunu çıkarmak mümkün değildir.

Zaten, N. Gürdoğan'ın da böylesine çaplı bir iş yapmaya ne niyeti var ne de bunu yapabilecek çapı var. Derdi-imanı, aydınlanmayı ve seküler kültürü mahkum etmek ve Marks'ı öldürmek.

Yazının bütününde kavramları dilediği gibi, amacına uygun olarak kullanmış. Bu bir savrukluktan kaynaklanmıyor. Örneğin kutsal kültürü yüceltirken, Marks'ı ve ardıllarını, darphane müdürü olarak takdim etmiş yazısında. Seküler kültür ile kutsal kültürü karşılaştırırken, seküler kültürü hokkabazca bir indirgemecilikle, yalnızca ekonomik bir kültüre indirgemiş. Yazısının çoğu yerinde de, seküler kültürle başladığı kavgayı, bu anlayışla "ekonomik kültür" diye bir kavramlaştırmayla sürdürmüş.

"Yeni yüzyılda, seküler kültürün, metafizk dünyaya bütünüyle kapalı 'ekonomik insanı' yerine, gücünü kutsal kitaplardan alan, 'metaekonomik insan' geçecektir. Marx'ın ileri sürdüğü gibi belirleyici olan ekonomi değil, Weber'in ortaya koymaya çalıştığı gibi, ana kaynağı dinler olan kültürdür."

Yazının devamında, insanlığın, seküler kültürle kutsal kültürün ana yolundan ayrıldığını ve dünyayı yeniden doğru yola, filozofların değil, peygamberlerin taşıyacağını buyurmuş. Kısacası, filozoflar dünyayı yorumlama (Marks, aslolan değiştirmektir demiştir.) vazgeçsinler, bu işi peygamberlere bıraksınlar demekte.

Hazret, yazınsı sonunda, emek, sermaye, yayılmacılık, savaş, barış, tekeller, petro-dolarlar... Hepsinin üzerine güzel bir şal örtmüş. Çok veciz bir değerlendirme yumurtlamış:

"Dünyada kutsal kültüre saygılı olanlarla olmayanlar savaşıyor."

Kutsallığın, dogmaların, dokunulmazların bu açıklıkla savunulduğu bir ülkede, bir dünyada yaşıyorsak, aydınlanmanın ve yarattığı değerlerin eşitlikçi bir çerçevede yeniden üretilmesi mücadelesinin öneminin de farkına varmamız gerekmiyor mu?

B.P.