Ali Bulaç'a...

Ustadan bulamaç tarifleri...

Muhtelif televizyon kanallarında konuşan 'aklıselim davetçisi' köşe yazarlarının tam da krizin tırmandığı bu günlerde hukuk ve siyasetten aynı şeymiş gibi bahsetmelerinden siz de artık sıkılmadınız mı?

Bu ilk başta ne kadar da iyi niyetli görünür! Örneğin, kapatma davası ve Ergenekon soruşturması mı konuşuluyor? Bu iki hukuksal sürecin birbiriyle hiçbir ilişkisi ya da siyasi altyapıları yokmuş gibi varsayarak, ikisine de ayrı ayrı kendi içinde meseleler olarak ele alırım!

Bunu yapmanın ise tek yolu vardır: hukuğa indirgemecilik. Yani, hukuksal biçim incelemesine mümkün olduğunca yüklenerek, her şeyi bu çerçevede değerlendirerek güya eşit mesafeyi bozmam.

Nasıl mı? 'Efendim şüphelilerin gece yarısı evlerinden bu şekilde alınmaları hoş olmadı', ya da -dengeciyiz ya-, 'savcının kapatma iddianamesine bazı bilgilerin dava açıldıktan sonra eklenmesi hukuğa aykrıdır', v.s. Dava ve soruşturmadaki münferit biçimsel arızaları, -ki ikisinde de bundan bolca var gibi gözükmektedir-, uç uca ekleyip birbirinin karşısına koyunca sorun bir anda çözülmüş gibi görünür.

Ancak bu biçim incelemesi, söz konusu dava ve soruşturmanın içeriğinin, esas derdinin ne olduğu ile ilgili bize hiçbir şey söylemez: Tıpkı haftalar süren '367 gerekli mi gereksiz mi' tartışmaları gibi, arkasındaki esas siyasi mücadeleyi gölgeler. Bununla da kalmaz, tüm bu gelişmeleri izleyiciye hukukun koyunsal normalliği çerçevesinde izletir. Alt tarafı iki tane davadır olup olacak, nedir bu telaş?

Böyle bir yaklaşımın en tehlikeli yanı da zaten budur: AKP ile doruğa çıkan gerici ve piyasacı saldırının kalıcı olabilecek tahribatları, hukukun teknikliğiyle açıklanabilecek herhangi bir gelişmeymiş gibi bize sunulur. Hani o meşhur 'Tayyipler hata yaptıysa halk bir daha onları seçmez olur biter' vurdumduymazlığı gibi her şeyin zaten bir sonraki seçimde, ya da halihazırdaki yasal çerçevenin sunduğu ne kadar olanak varsa bu bağlamda çözüleceği beklentisi içerir bu bakış açısı.

Peki her şey bu kadar normallik içerisinde mi seyretmektedir memlekette?

***

Köşemizin bugünkü konuğu Ali Bulaç ve onun gibiler sağolsun, bazı şeylerin hiç de bu sakinlikle algılanamayacağını her sabah bize hatırlatıyorlar: ancak yazdıklarının doğruluğuyla değil tehlikeliliğiyle, yalan yanlışlığıyla ve muhafazakar-liberal siyasi söylemin içinde geçer akçe olarak görülmesiyle.

Bulaç, söz ettiğimiz 'aklıselim davetçiliği' kategorisini bile mumla aratan 'Ergenekon mücahidi' başlığı altında ele alınması daha uygun olan bir olağan şüphelidir.

Bugünkü "Gerçek Provokasyonlar" başlıklı yazısının ilk cümleleri de, bu mücahitlik bağlamında izlediği yöntembilimsel 'ciddiyeti' okuyucunun gözleri önüne sabah sabah seriverir:

""Fala inanma, ama falsız kalma" demişler. Bunun bir hakikat değeri yoktur. Ama "komplolara inanma, ama komplosuz kalma" demenin bir değeri vardır. Öylesine dehşet verici olaylar vuku buluyor ki, insan "bunlar niye oluyor?" diye hayret ediyor".

Araştırma yöntemleri kitaplarında okutulabilecek bir sıra izlemekteyizdir. Önce izleyeceğim yöntemi dile getirdim: 'komploya inanma ama komplosuz kalma'. Buradan anlaşılacak şey komploya inanmadığına göre, özellikle son dönem düşünüp yazdıklarının büyük bir bölümüne Bulaç'ın kendisinin inanmadığı değil midir? Neyse, sonra da araştırma sorumu sorarım: 'nasıl oluyor da böyle dehşet verici şeyler olageliyor Allah'ım?'

Komploların komple takipçisi Bulaç, meseleye yaklaşımını dile getiren bu aşamalardan yola çıkarak son ABD Konsolosluğu saldırısı ile Ergenekon gündemi arasında bağlantı kurmayı başaracaktır. Zaten bu bağlantıyı kurabilmek için tam da böyle bir fason yöntem izlemek zorunlu değil midir?

"İstanbul'da ABD Başkonsolosluğu önünde düzenlenen amatör terör saldırısının da bu genel konjonktürden bağımsız olmadığını düşünüyorum. Sanki birileri "Eğer siz Ergenekon oluşumunu bir 'terör ve çete' kapsamına sokuyorsanız, alın size 'dinci terör' demek istedi" veya en azından böyle bir algı oluştu".

Yani 'esas terörü dinciler yapar' imajını yaymak için, Ergenekon aslında bu saldırıyı gerçekleştirmiş. Sahibine bakarak iddianın şaşırtıcı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Hatta 'Bulaç olsa yarına ne yazardı?' diye düşünüp bir yazı kaleme almış olsaydınız, büyük ihtimalle aynı yazıyı siz de yazardınız.

Zor geldiyse isterseniz tarifini de vereyim. Malzemeler: bir adet Ergenekon, bir adet başka bir fena olay ya da olaylar dizisi (güncel ya da geçmişten). Hazırlanışı: fena olay ya da olaylar alınır, önceden ısıtılmış Ergenekon'umuzun içine 'karıştırılarak' yedirilir. Servise hazırdır, afiyet olsun! -ama yerseniz.

***

Evet, iddianın gülünç olduğunu düşünüp ciddiye almayabiliriz. Ancak Bulaç'ın yazının sonuna saklanan bu düşünceye gelene kadar söyledikleri hiç de şakası yapılacak türden şeyler değildir. Son saldırıyı Ergenekoncu bir bağlama daha sağlam oturtmak için bu seferki yemek malzemesini geçmişte arayan Bulaç, zaman makinasını 2 Temmuz 1993 Sivas'ında durduruyor. Sivas katliamının içini bambaşka anlamlarla doldurma amacı güden, dincilerin bu işten paçayı kurtarması için çırpınan bu satırları okumak ise, insanın kanını dondurmaktan başka bir işe yaramıyor:

"İttihatçı gelenek içinde siyasetin takip ettiği gayri meşru yollar birden fazladır. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta ateşe verilen Madımak Oteli'nde çıkan yangında onca insanın hunharca hayatını kaybetmiş olması bunun örneklerinden biridir. Bu feci trajedinin Sivas veya Anadolu'da var olan Sünni-Alevi gerilimiyle ilgili tabii ki bir boyutu var, ancak ilave faktörler araya girmedikçe, bu gerilimler bu boyutlarda trajedilere dönüşemezler. (...) Olayın üzerinden sis perdesi kalktıkça, profesyonel bir gücün oteli yakarak, masum insanların ölümüne sebebiyet verilmesini Sünni Müslümanların üstüne atmak suretiyle, kendi amaçları doğrultusunda önemli adım attığı anlaşılıyor".

Özgürlüğün, barışın, masum dindar vatandaşlarda vücut bulduğu harikulade bir sivil toplum onun karşısında da elinde baltasıyla dolaşan, söz konusu cennetvari sivil toplumla hiçbir organik bağlantısı bulunmayan yekpare bir ceberut devlet! İşte Bulaç ve onun gibilerin toplumsal çözümleme yeteneğinin bayağı sınırları böyle bir tereyağından kıl çekme girişimi sırasında suratımıza çarpar. Sivas'ı dincilerin omuzlarından bir utanç külfeti olmaktan kurtarabilmenin olmazsa olmaz koşulu değil midir zaten böyle bir kuramsal akıl yetmezliği?

Orada insanların yanışını izleyip et kokusunu duyarken slogan atıp tekbir getirenleri de Ergenekon'un tribün amigoları mı bağırtırıyordu? Peki, Maraş'ta kundaktaki bebeklerin bacaklarını ayıran da, Çorum'da Kızılırmak'ı ismi gibi kızıl akıtan da sizin özgürlükçü, barışçı, masum sivil toplum dindarlarınız değil miydi zaten? Siyasal islamcı olmanın böyle bir kolaylığı vardır işte: 'devletin bir grup provokatörü masum dindarları tahrik etti' ya da 'bunu yapan zaten Müslüman olamaz' diyerek kendi kimliğimi daha en başta her türlü lekeden muaf kılarım.

Tekrarlayıp durduğu bu gibi iddiaların saçmalığından korkmuş olacak ki, gelebilecek eleştirileri göğüsleyebilmek için hemen ardından saldırıya geçiyor Bulaç. Bunu yaparken de doğal olarak, dincilerin ve onun partisinin karşısındaki herkesi 'marjinaller, elitler ve darbeciler takımı' ilan etmekten başka yeni bir yöntem henüz geliştirebilmiş değil:

"Bu 'çevreler'den kastım bazı sol, sosyalist, Alevi ve ulusalcı gruplardır. Bunlar, sosyal demokrat partilerden tirajı düşük marjinal gazete ve dergilere, kimi sendikalardan kapitalist şirketlerin ürünlerini pazarlayan reklam firmalarına kadar yayılmış gruplardan oluşurlar. Değişen dünyada, ayaklarının altındaki kilimin çekildiğini görerek kapıldıkları panik havası içinde sağa-sola saldırıyor, öte yandan İttihatçı babalarını ve dedelerini izleyerek askerlerle ittifak kurup yeni bir darbeye ne kadar katkı yapabileceklerinin hesabını yapıyorlar".

Ali Bulaç 'kapitalist şirket' ne demek onu açıklarsa yazısındaki tüm sakatlıkları unutmaya hazırız. Ancak burada, temsil ettiği yeşil sermaye şirketlerinin vahşi piyasaya bulaşmamış olması fantezisini de okumak mümkün değil midir? Yani bir tek elit-darbeci cephenin şirketleri kapitalisttir, tanımı gereği kâr için bu işleri yapar: İslamcılar ise asla!

Bulaç ustanın yemek tarifi, işte bu anlattığımız sebeplerden dolayı sonunda bulamaca dönmüştür: komployu fazla kaçırmak yemeği önce sulandırmış, kendi cephesinin pis işlerini 'ateşte' unutarak yemeğin dibini tutturmuştur. Okuyucunun damağında ise acı bir tattan başka birşey kalmaz.

E.Z.

Ali Bulaç, "Gerçek Provokasyonlar", Zaman Gazetesi:
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=713056.