Alayına…

Belli bir süredir Türkiye'ye baktığımızda dış dinamiğin baskınlığından bahsediyoruz.

Peki ya egemenler?

Ergenekon davasının iddianamesi hazırlanırken milyarlarca lira yabancı dildeki binlerce sayfa belgenin tercümesi için harcanıyor: Ergenekon'da yabancı parmağı...

Memleketi ortadan ikiye bölen boru hattı patlıyor, bir hafta alev alev yanıyor: Rusların işi...

Tuzla tersanesi denen öğütücüde kum torbası yerine insanlarla filika dayanıklılık testi yapılıyor ve insanlar ölüyor: "Kaza"nın arkasında Çin var...

İstanbul'un çılgın Türkleri Güler&ampCerrah Biraderler, İstanbul üzerinde bir fantezilerine daha ihbar süsü veriyorlar: Ahmedinejat trafiği felç etti...

Bunlar bir psikolojik durumun göstergeleri. Egemenler artık bu ülkenin işleri için "bana gelmeyin", "başımı ağrıtmayın" diyor. Boru hattı için Rusya'ya, İstanbul trafiği için İran'a, Tuzla cinayetleri için Çin'e başvuracağız.

Tabii bu meseleleri kat be kat aşan bağımlılık ilişkilerinin esas olduğunu söylememiz gerekiyor.

Bağımlılık ilişkileri kriz dönemlerinde daha görünür hale geliyor. Ekonomik kriz yaklaştıkça, Mehmet Şimşek'in burnundaki halkanın daha görünür olması gibi, uluslararası konjonktür ABD'yi sıkıştırdıkça 72 yıllık Montreux Sözleşmesi tartışmaya açılabiliyor. Boğazları da, anlaşılan o ki, yakın zamanda ABD'den sormaya başlayacağız.

İç dinamik istenmiyor...

Son zamanlarda fazla şişkinleşen ve bağımsız hareket edebilme emareleri gösteren AKP'yi törpüleme ve zararsız bir biçimde alternatiflerin sırtını sıvazlama emarelerini medyadan gözleyebiliyoruz. AKP'nin kapatılmaması için göğüslerini siper edenler şimdi AKP'yi AB kazığına daha sıkı bağlamak için AKP'nin yerel seçim stratejisini kendi başına zedelemeyecek yıpratma/tımar etme hamlelerine girişmiş durumdalar.

Şaban Dişli vakasının medyada bu denli büyük yer bulması (Nazlı Ilıcak'ın Sabah'taki bugünkü yazısı) ve Zaman'da dahi CHP'ye bu nedenle zararsız övgüler düzülmesi (Mehmet Kamış'ın bugünkü yazısı)... Edibe Sözen'in ısrarla kellesinin istenmesi (Serdar Turgut'un dünkü yazısı), Rusya-Gürcistan geriliminde Türkiye'nin takınmış olduğu atıl tavrın sık sık ve abartı ile eleştirilmesi... Ertuğrul Kürkçü'nün Pazartesi günü Milliyet'e vermiş olduğu röportaja binaen yazılan yazılarda (Dün Taraf'ta Murat Belge'nin, bugün Sabah'ta Emre Aköz'ün yazıları) söylendiği üzere "mühim olan AB, AKP değil" nidaları bir diğer gösterge...

İç dinamik istenmiyor...

Emekçilerin kobay olarak kullanılmaya başlandığı, bağımlılık ilişkilerin en yalın biçimiyle ortaya çıktığı, Başbakanın çok açık bir biçimde hangi sınıfı temsil ettiğini beyan ettiği bir atmosferde tanım gereği Sol'un şansının olduğunu söylemek gerekir. Bunun yanı sıra Türkiye'de sınıflar mücadelesinin verili anında egemenler hanesine yazılacak bir sayının Sol'un yeniden tanımlanmadan yapılamayacağını da zaten söylüyorduk.

Sol ile uğraşılması kağıt üzerinde şansı olan bir solun ortadan kaldırılması içindir. (Etyen Mahçupyan'ın Taraf'ta Pazartesi ve Salı günkü, yine Murat Belge'nin dünkü Ergun Babahan'ın bugünkü Sabah'taki, Mümtaz'er Türköne'nin bugünkü Zaman'daki yazıları ) (*)

Pekiyi, iç dinamiklerin tümüyle dumura uğratıldığı bir ülke nasıl bir ülke olur?

Pek çok biçimde ifade edilebileceği gibi, sanıyoruz "apolitik" biçiminde söylemek en doğrusu olacaktır. Siyasetsiz bir Türkiye peşindeler...

Bunu da gizlemiyorlar. Anahtar teslimi ülkede siyasetin ne işi var?

Zaten Özkök bugün açık açık yazmış: Siyasetsiz Türkiye daha güzel!

"İçimden şunu söylemek geliyor:"Siyasetsiz Türkiye çok daha güzel." Bir adım daha ileri gideceğim, daha da beterini söyleyeceğim. Siyaset, Türkiye'nin içine ediyor. Orada da durmayacağım. İnsanlar siyasetten uzaklaştıkça, insan sevgisini, hayvan sevgisini, hayatın keyfini çok daha güçlü şekilde keşfediyor. Evet son günlerde bunu düşünüyor, bunu hissediyorum."

Özkök ne zaman bir şey düşünse, ne zaman eklemleri sızlayıp bir şeyler hissetse altından mutlak bir şey çıkar bunu biliyoruz. Her ne kadar Star'ın Kekeç Ahmet'ini, geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu "Erdoğan gitsin bir içkili restoranda içki içmese bile kadeh kaldırsın" önerisi ile bir hayli sinirlendirmiş ama olsun, Ertuğrul kendisinin gündeme getirdiği uzlaşmayı ilmik ilmik dokumaya devam ediyor.

Nasıl mı? AKP'yi özellikle de Gül ve Erdoğan'ı Konya'dan Kayseri'den İstanbul'a doğru çekiştirerek.

Bunun için "negasyon" metodunu kullanıyor. Hani eskiden TRT'de çocuk yaştaki bizlere doğru-yanlışları öğretmek için yaratılan kahramanlar vardı Doğru Ahmet ile Bay Yanlış. İşte onlar hayata geliveriyor.

Bay Yanlış: Ahmedinejat.

"İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Tahran'dan geliyordu. Üzerinde, çulsuz hissi veren bir pantolon, bir gömlek ve ceket vardı."

Devamını okuyoruz:

"Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül nereden geliyordu? Bodrum'da yatta geçirdiği tatilden. Ya Başbakan Tayyip Erdoğan? O da, Bodrum'da beş yıldızlı bir tatil köyünde yaptığı tatili yarıda kesip geliyordu. Gazeteciler onu şortlu haliyle fotoğraflamışlardı. Gidip Ahmedinejad'a sorsanız: "Tatilinizi nerede geçirdiniz?" Tatil mi, asla... İranlı bir işadamının yatına biner miydiniz? Yat mı? Haşa... Ya güzel bir gömlek, Frank Mueller bir saat? Kata... Şort? Sormayın bile..."

Bay Doğru yani ideal devlet yöneticisi kimdir?

İşadamlarının yatlarında tatil yapacak kadar enseye tokat olan, o olmadıysa yine bir iş adamının filanca koyu usulsüzce kapatarak inşa ettiği yıldız sayısı beşi aşan ve aslında birkaç günlük konaklama masrafı bile orta halli bir rüşvet sayılabilecek otellerde tatil yapan, janti giyinen ama yeri gelince şortunu geçiriveren, gerektiğinde üzerinde şort varken bile kolunda Frank Mueller saat ile poz verebilen kişiye devlet büyüğü denir...

Mesela Türkan Şoray'dan sonra öpüşmemesi ile ün yapmış ikinci insan olan Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak'ı Nuri Alço'nun eski Türk filmlerinde içkisine ilaç katılmış genç kızlara duyduğu tutku ile ensesinden kavrayıp kendisine çekmek suretiyle buse denemeyecek bir biçimde öpen, slip mayo ile poz, "kadınlar bana 30 santimden daha fazla yanaşmasın" diye röportaj veren Kürşat Tüzmen bayağı bir devlet büyüğüdür.

Bu büyükler büyüdükçe yanlarında izafi olarak devletlerin küçüldüğünü söylemeye bilmiyoruz gerek var mı?

Ama olsun Türkiye bu sıkıcı devlet adamlarından çok çekti.

Ahmedinejat'tan "dini dışarı çıkar, bir de kravat ekle, geriye kalan Ahmet Necdet Sezer."

Oysa Özkök, Blair gibi cesur liderleri özlüyor!

"Sırf şahsi arzusunu tatmin için, Robin Gibb'in evinde tatilini geçirmeye giden, bunu yaptığı için en ağır hakaretlere maruz kalmayı göğüsleyebilen Tony Blair gibi cesur liderler özlüyorum."

Ertuğrul Özkök, neye hayranlık duymaktadır? Liderlerin şahsi arzuları olmasına? Bu liderlerin şahsi arzularını cesurca gerçekleştirmelerine ve sonuçlarına katlanmalarına? Sanırız ikincisi. Şahsi arzularını tatmin eden cesur liderlere? Ya o liderler çok cesur ve şahsi arzuları çok geniş olursa ne olacak hiç düşündü mü Özkök?

Hem zaten özlemini duyduğu liderleri tarif ederken verdiği örnek de pek isabetli değil. Özkök öyle liderler özlemektedir ki onlar Bush ile aynı yataktayken ya da Bush'un finosuyken resmedilebilmelidir. Bunlar da hayatın birer rengidir...

Yok yok bunlar zaten ana renklerdir. Ama şu siyaset yok mu şu siyaset! Ertuğrul'un paletindeki tüm renklerin bir anda griye kesmesine sebep oluyor.

Bu yazı bir de Ertuğrul'un bir süredir konuşulduğu biçimde mutfağa geçecek olmasına ve kimi zaman yazılarını yazdırttığı söylenen Ahmet Hakan'a yerini bırakmaya hazırlandığına işaret ediyor olabilir.

Son olarak da tüm bunlar şöyle okunabilir: Daha fazla siyaset ve üzerinde yürüdüğümüz hattı daha da inceltmek gerekiyor.

Zira belli oldu gerçek manada siyasetin devreye girdiği yerde, bunların alayı "şallak mallak" olacak. (Bu ifadeyi de bugün Mehmet Altan'ın yazısından öğrendik)...

G.M.

(*) Türköne'ye bir çift laf söylemeden geçemeyeceğiz. Yazısında döktüğü kini bir tarafa bırakıyoruz. Dursun Karataş ve Hülya Avşar isimlerini yan yana getirerek yazısına başlık yapması düzeyin bir göstergesi. Ancak hemen her yazısında yaptığı ve kendisinin nasıl bir hayat cahili olduğunu (bırakalım akademisyenliği) anlatan gaflarından bu yazısına da iki tane serpiştirmiş: Bunlardan ilkinde firmaların yeni mayo kreasyonlarını tanıtırken kasıtlı bir laiklik tartışması açtıklarını söylüyor. İlkbahar-yaz kreasyonları kış sezonunda tanıtılır, tıpkı tersinin doğru olduğu gibi... Söz konusu tartışmaların yaz aylarında çıktığı düşünülürse, söylediği yine AKP apolojisidir. İkincisi "kağıttan kaplan" olan "kapitalist devlet" değil emperyalizmdir. Söyleyen de Che değil, Mao'dur.
Cahil Türköne'ye son bir not: Türköne "Che'nin silah arkadaşı Kastro'nun ülkesinin fuhuş ticareti ile ayakta kalmaya çalışması, bugünkü durumu özetliyor." diye buyurmuş Türköne. Geçtiğimiz aylarda Hadi Uluengin'in aynı terbiyesizliği üzerine soL'da Küba Büyükelçisi Abascal ile yapılan röportajda kendisi çok açıkça Küba'da böyle bir sorunun olduğunu devletin eğitimle bu sorunun üzerine gittiğini, bunun yanı sıra sıkı tedbirlerle fuhuşun organize (örneğin bir mafya ağı eliyle örgütlenerek) bir biçimde yapılmasının önüne geçildiğini anlatıyordu. Demek ki Küba'nın gerçekten Türköne'nin dediği hale gelmesi için Türköne gibi bir iki kişiye gerek var...