Konuştukça batan felsefeci Žižek

Sloven felsefeci Slavoj Žižek bir dizi konferans vermek için Türkiye’de. Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e röportaj veren Žižek konuştukça Türkiye ve Osmanlı tarihi konusundaki cehaleti iyiden iyiye açığa çıktı. Zaten popüler felsefecinin Türkiye’ye gelişini finanse eden de reklamcılar olmuş.

Günümüz akademiyasının usullerinin magazin dünyasınınkilerle bu denli paralel olması dikkat çekici. Üniversiteler, yayınevleri, gazeteler ve çeşitli medya, bazı isimlerden marka yaratarak, onları fikri metalar aleminin popüler ikonları haline getiriyor. Ettikleri her söz, bir takım “eksantrik” alışkanlıkları vs medya vasıtasıyla gündemimize sokuluyor. Çoğumuzun adını dahi telaffuz etmekte zorlandığı bir takım kişiler, evlerimize, işyerlerimize “ünlü filozof bunu dedi” manşetleriyle sızıveriyor. Bu sızmaları yine onları markalaştıran piyasanın kendisi finanse ediyor. Akademiyanın ikonlarının marka değeri arttıkça bu işin piyasası da büyüyor, daha kârlı hale geliyor.

Slavoj Žižek bu “marka”lardan bir tanesi. Akademi camiası tarafından yaratılan bu ikon sık sık saçmalıyor olsa da, her saçmalaması bir tartışma konusu oluyor. “O kadar yazmış, üstelik Marksist, hatta Leninist olduğunu söyleyen bir aydına böyle saldırılmaz” eleştirilerini duyar gibiyiz. Derdimiz bir kalemde çizip atmak ya da bilgi sahibi olmadan (yazdıklarını okumadan) fikir sahibi olmak da değil. Yazdıkları içerisinde bir değer bulunabilir, bilmem hangi konuda çok önemli katkılar yapmış da olabilir. Bunlar zaten bir akademisyenin, düşünce insanının yapması gerekenler hayat olarak kendisine seçtikleri… Peki, bu filozof beylerin gazete manşetlerine girmesini bu eylemleri mi sağlamış? Çok değerli ve önemli katkıları mı adını dahi telaffuz etmekte zorlandığımız Žižek’gillerin artistik fotoğraflarını kahvaltı masalarımızın kenarına iliştiriyor?

Bir düşünce insanının düşünceleri, üretimleri tartışılır. Ancak bir düşünce insanı bildiği, bilmediği her konuda ileri geri konuşmaya başlarsa kendisi tartışılır. Ve onun düşünce üretmediği, düşünce sattığı söylenir. Üstelik bu kişi “ben Marksistim, hatta Leninistim” diye ortalıkta dolaşıyorsa, bir kez daha tartışılır. Kimse kusura bakmasın, Marksizm-Leninizm öyle her isteyenin ağzında geveleyebileceği sakız değildir.

Efendisine aşık olan “Marksist”
Cansu Hanım haklı bir soruyla başlıyor röportajına kendinize “radikal solcuyum” diyorsunuz ama ziyaretinizi reklamcılar finanse ediyor, bu çelişki değil mi, diye soruyor. Ancak Žižek belli ki bu tür kinayeleri savuşturmakta maharetli evet ama, diyor, ben parayı bunlardan alıp, Mimar Sinan’da gerçekten Marksist bir sunuş yapacağım. Reklamcılara da şirketleri kötüleyecekmiş…

Bana kalırsa burada dikkat çekmesi gereken husus Žižek’in reklamcıların parasıyla geziyor olması değil. Bir insan Marksist olup reklamcı da olabilir, başka şey de… Hiç değilse Engels’in sınıfsal kökenini biliyoruz, yaptıklarını ve yazdıklarını da… Ama Žižek örneğinde dikkat çeken bu değil satır arasında reklamcıların konferansında başka, Mimar Sinan üniversitesinde başka türlü konuşacağını söylemesi. İkincisinde yapacağı konuşmayı “gerçek Marksist” bir konuşma diye nitelemiş, bir çeviri hatası yoksa. Demek ki ünlü filozofumuz Marksizmi bir şapka olarak görüyor, kıyafete uyuyorsa takıyor, uymuyorsa çıkarıyor. Söze bu nedenle “Ben hâlâ solcuyum” diye başlamış olmalı.

Bunu geçelim, röportajın sonrasında söylediklerine gelelim. Zira bunlar daha vahim. Geçenlerde Osmanlı tarihi konusunda söylediklerini hatırlatıyor Cansu Hanım, “Osmanlı’ya sempatinizden başlayalım” diyor. Geçenlerde söyledikleri dediğimiz, ortaokul tarih kitapları seviyesindeki sözleri… Ama “hâlâ solcu” filozofun ders çıkarmayı bilmediği anlaşılıyor. Ders çıkarmak, bilmediği konularda susmak, marka değerini düşürüyor olmalı konuşuyor. “Osmanlı'yı bitiren, çok fazla açık ve toleranslı bir rejim olmasıdır. Ben bu toleransı takdir ettiğimi söylemeye çalışıyorum” diyor.

Osmanlı’nın “bir” rejimi mi oldu? “Açıklık” ne demek, “tolerans” ne demek? Tarihsel görelilik nerede duruyor? Bunun gibi on tane daha soru sorulabilir. Demek ki adam gerçekten bir filozof! Bir cümlesiyle yirmi soruyu birden çağırıyor. Ama bununki derinlikten değil, sığlıktan.

Cansu Hanım da bunu hatırlatarak, “Ama bu yorumunuz Türkiye'de bazı entelektüeller tarafından sığ bulundu, epey paraladılar sizi” diyor. Žižek, her ikonun hayatında en az bir kez kurduğu (bu yapılmadan ikon olunmaz) cümleyle yanıt veriyor: “Ama bu tam bir yanlış anlaşılma”…

“Yeni-Osmanlıcı’lar beni kullandı” demeye getiriyor ardından ve daha önce söyledikleri üzerinden kendisini tefe koyanlara, “korkmayın ben onlardan değilim” mesajı veriyor. Şapka çıkarıp takmaya alışkın olmasındandır. Zaten bir cümle sonra “ben onlardan da olabilirim”e çıkan şu sözleri sarf ediyor: “Eğer yeni-Osmanlıcılık eski imparatorlukta olduğu gibi farklı toplulukları kucaklamaksa (Kürtleri ve Ermenileri), o zaman Osmanlı gibi olmaya çalışın.” Felsefede buna çiftedeğerlik (ambivalence) mi deniyordu? Siyasette kaypaklık ya da oportünizm deniyor.

Žižek’in şapkası bir-iki cümle sonra yine değişiyor aniden “gerçekçi” oluveriyor. “Şimdi korkunç bir şey söyleyeceğim. Bakın Ortadoğu alt üst olmuş durumda. Böyle ortamlarda ister istemez bir devlet bölgesel güç olarak sivrilir.” Ünlü filozof ayaklı sitcom gibi kendi sözlerine gülme efekti yapıyor: “Şimdi korkunç bir şey söyleyeceğim” ve hop, “gerçekçi oluverdim”.

Temel'e haksızlık ediliyor
Röportajın devamı boyunca şapkalar havalarda uçuşmaya devam ediyor. Cansu Çamlıbel’in artık sinirleri bozulmuş olmalı, “Türkiye'nin bölgesel bir aktör olarak Müslüman ülkelere model olduğundan mı bahsetmeye başlayacaksınız yoksa” diye soruyor. Filozofun cevabı: “Eh illa biri model olacaksa Türkiye olsun tabii.” Sığlığın felsefesini yapıyor. Bu konuda rakip tanımadığını ispat etmek istercesine, önce “Türkiye’de yaşananlar çok ilgimi çekiyor” diyor, ardından da bir paradoks bulduğunu söylüyor: “Yanlışsam beni düzeltin, AB üyeliğini isteyenler neo-liberal İslamcılar, şüpheyle yaklaşanlar daha ulusalcı bir çizgi izleyen Kemalistler değil mi?”

Çok ilgilendiği Türkiye’yi Today’s Zaman’dan takip ediyor olmalı. Bu fikirlere o tür neşriyatta sık rastlanıyor.

Ancak bombayı röportajın sonuna saklamış. Kürt meselesine giriyor, çünkü o konuda da fikri var. Soruna ilişkin formülasyonu sıkı bir Today’s Zaman okuru olduğu konusunda kuşku bırakmıyor: “Ben bugün Osmanlıvari bir çözümü tek çıkar yol olarak görüyorum.”

Kulaklarımızda şaşkınlık ve merak duyguları uyandırmak için kullanılan “uuuu” şeklindeki sitcom efekti var artık. Programın sonuna geliyoruz ve başrol oyuncusunun ağır birkaç söz etmesinin vakti geldi. Ediyor:

“Şimdi çok korkunç bir şey söyleyeceğim” (yine mi!) “ve yeni-Osmanlıcılar bunun için muhtemelen beni çok sevecek” (gülüşmeler). “Uzun vadede bütün diğer ülkelerdeki Kürtler, Türkiye'nin altında birleşse mükemmel olmaz mı? Bunun savaşsız çok da mümkün olmadığı aşikar. Ama bu ideal bir çözüm olabilirdi. Suriye, Irak ve İran Kürtleri, Türkiye Kürtlerinin liderliğinde Türkiye çatısı altında ancak özerk bir yapı içinde temsil ediliyor. Şimdi bana bunun yapılamaz olduğunu söyleyeceksiniz. Peki o zaman bu iş nereye gidecek?”

Gerçekten bu iş nereye gidecek? Bunlara filozof denilerek Temel’e haksızlık edilmiyor mu?

Alper Birdal