Bir binada tutsak olan insanların üzerine bombalarla, makinelilerle, greyderlerle yürümek, nasıl bir hukuk uygulamasıdır, nasıl bir hayata döndürüştür, kimse kimseye anlatamaz.
Gündem gayet sıcaktı ve sorunun nasıl tırmandırıldığını hatırlıyorum. Büyük bir TV yapım şirketinde çalışıyordum o sırada&hellip Yaklaşık yirmi masanın içinde bulunduğu büyük bir ofis alanında, gün boyu açık olan dev bir plazma ekranda &ldquocanlı&rdquo ibareleriyle verilen o görüntüler hala aklımda. Kendi bölümümden o ofis alanının hemen yanındaki bir başka odaya giderken, yüzleri televizyona dönük birkaç çalışanın heyecanlı &ldquooh olsun&rdquolarına anlam vermeye çalışırken gördüğüm o taarruz sahneleri esnasında, kendimi nasıl &ldquoyalnız&rdquo hissettiğimi hatırlıyorum. Yalnız, çaresiz ve öfkeli&hellip
Böyle bir vahşetin en dehşet örneklerinden birine, bir de ABD&rsquode rastlamıştım bir filmde&hellip &ldquoMüebbet Günlüklerim&rdquo adındaki Marc Evans&rsquoın filminde&hellip Mumia Ebu Cemal&rsquoin hayatına odaklanan belgesel filmin bir sahnesinde&hellip 1970&rsquolerin hemen başlarında, ABD&rsquodeki görkemli siyah hareketin ezilmeye çalışıldığı yılların sonlarında, siyah hareketin bir fraksiyonu, bir kez daha bir &ldquoişgal&rdquo eylemi yapıyor ve kendini bir mahalledeki büyük bir binaya kapıyordu, binan zemin katını da tahta kepenklerle kaplayarak. Orada, kendilerine kurdukları komünde yaşama iddiasındaki bir grup. Bir siyah belediye başkanının, o binanın bombalanmasına ve içeridekilerin katledilmesi operasyonuna nasıl izin verdiğini, binanın bir hava bombardımanıyla (etraftaki bitişik nizam binalara rağmen) nasıl havaya uçurulduğunu izlerken de benzer bir yalnızlık ve öfke duygusu kaplamıştı içimi&hellip
Her iki saldırıda da amaçlanan aynıydı:
Direnme iradesini, onurlu bir yaşam iddiasını ezmek.
Açlık grevlerini, tecride karşı mücadeleyi ya da siyahların komünlerini tartışmanın yeri burası değil elbette.
Ama direnme iradesi önemli.
İşte dün gösterime giren &ldquoSonbahar&rdquo, bu direnme iradesi üzerine, onurlu bir yaşam iddiası üzerine bir film.
&ldquoSonbahar&rdquo, girişte bahsettiğim cezaevi direnişleri sürecinde ciğerlerinden ileri derecede rahatsızlanan bir devrimcinin, içeriden çıktıktan sonraki hikâyesini anlatıyor.
Memleketine gidişini, orada on yıldır göremediği annesiyle kucaklaşmasını, konu komşu ile sohbetini, bir komşunun ilkokula giden çocuğuna ders vermeye başlamasını&hellip
Bunları özellikle yazdım, çünkü &ldquoSonbahar&rdquola Özcan Alper, yakın dönem Türkiye sinemasındaki pek çok filmin yapamadığını yaparak ayrıştırıyor kendisini. Bunu yapabilmesi hem anlattığı karakteri ile, ama bunun yanı sıra, gerçeklik kavrayışıyla da ilgili: Son dönemin ticari değil sanatsal değer taşıyan pek çok filmindeki &ldquoyabancı, bu topraklardan türememiş gibi duran&rdquo estetik dili ve karakter örgüsünü, başarılı bir şekilde bu topraklarda yeşertiyor ve gerçek bir toplumsallıkla buluşturuyor Özcan Alper. Karakterlerine duyduğu sevgiyi hissettirmeyi başarıyor ve aynı sevgiyi izleyicisine de besliyor ki burası bence çok önemli&hellip
Yalın, dingin bir sinematografiyle, Karadeniz&rsquoin güzelim manzaraları eşliğinde&hellip &ldquoSonbahar&rdquo, &lsquobu memleketin diliyle&rsquo konuşabilmeyi başaran bir yapım olarak, izleyiciyle de buluşabilecek gibi görünüyor.
Yazılacak, söylenecek şey çok filme dair&hellip
Yine de kendimizi tutup, soL okuyucularını bu değerli ve üzerine düşünmeye değer filmi izlemeye davet etmekle yetinelim bugünlük. 
Çağrı Kınıkoğlu