Adnan Özyalçıner, Aslı Solakoğlu İÇ

İÇ

Adnan Özyalçıner, Aslı Solakoğlu

Öykü.

Daktylos Yayınları / Sanat Cephesi Dizisi.

Temmuz 2008.

"Karanlık Dönemler"in Genetik Uyumu

Efe Duyan

Yirminci yüzyılın ilk on yıllarında, ilerici sanatçılar, kendilerini ve üretimlerini "yenilikçi" olarak kodluyorlardı. Adeta boş bir sayfaya yazıyorlardı(nam-ı diğer Tabula Rasa), arkalarında binlerce yıllık sanatsal birikim yokmuşçasına... Fütüristlerin, işi kütüphaneleri yakmayı önermeye kadar vardırdıklarını biliyoruz (neyse ki bunu denemediler). Ama elbette bu cesur tavrın, tarihin en önemli sanatsal sıçramalarından birine zemin teşkil ettiği açık. Ve devrimcilik, uzun süre boyunca geçmişin sanatsal kalıplarının ağırlığından kurtulma çabasına eşdeğer olarak görüldü.

Yirminci yüzyıl sonunun hemen öncesi ve sonrasında ise, ilerici sanatçılar, arkalarına bakmadan hareket etmez oldular. Kendisini bir geleneğe eklemlemeyen, ya da en azından sanatsal bir dizi figüre göz ucuyla bakmadan, çeşitli metinlerin o ya da bu ölçüde çevresinden dönmeyen sol eğilimli sanatçı herhalde oldukça azdır. Özgün olmanın, "yenilikçi" olmakla en azından ilk izlenimleri itibariyle birbirine denk düşmediği bir dönemdeyiz hâlâ.

Bir yanıyla, diyalektiğin cilvesi diyebiliriz. Diğer yanıyla, bir yüzyıl boyunca sosyalist düşünsel hareketliliğin bıraktığı görkemli mirasa dikkat çekip, gururlanabiliriz. Gerçekten de, bir genç öykücünün şu satırları, yalnızca mütevazılığını değil, aynı zamanda onlarca metinden oluşan zengin, çok kutuplu, kendi içinde bazen kavgalı, bazen uyumlu bir edebiyat yığınağının önünde saygıyla eğildiğini gösterir (ve iyi ki yalnızca bunun önünde eğildiğini): "Adnan Özyalçıner, edebiyatçı kimliği ile öyküleri arasında mesafe bırakmayan yaşam çizgisiyle benim için bir model yazar oldu".

"İç", Adnan Özyalçıner ile (o saygılı genç öykücü) Aslı Solakoğlu'nun buluştuğu bir öykü kitabı. Kapağında yazarları simgeleyen iki çekicin yer aldığı "İç" için, Murad Gören'in düştüğü not, bu buluşmayı özetliyor: "Örse iki çekiç vurur. Biri küçük, biri büyük çekiçtir... Küçüğü ustanındır. Büyüğü ise çırağın! Küçük ellerin içine aldığı büyük çekiçle, ustasının her vuruşuna müteakip, bir vuruş da kendi yapar. (...) Maksata vuran çekiçlerden esas şekillendirici, küçük ellerdekidir, yani büyük çekiçtir. Fakat ustanın elindeki küçük çekiç, örse yatana vurduğu her darbede, büyüğüne 'işte buraya' der. Büyük çekiç, içini dolduracağı izi küçükten alır".

Adnan Özyalçıner, 1950'lerde, Soğuk Savaş'ın karanlığında başlar öyküye. İkinci Dünya Savaşı öncesinin yeni kurulmaya başlanmış klasik toplumcu geleneğinin, edebiyat tarihinden bir süreliğine çekildiği bir dönemdir bu. Aslı Solakoğlu ise, bir başka karanlığın ortasında, 1990'ların düşünsel ortamında dünya görüşünü ve öykülerini oluşturur. Her iki yazar da içinde konumlandıkları toplumcu çizgide sağlam durabilmek için edebiyat ortalamalarına direnç göstermiş, bu ortalamaların psikolojik baskısı altında öykü tarzlarının meşruiyetini güncel tutmak için sürekli çaba göstermişlerdir.

Bir yazarın, bağlı olduğu siyasal çizginin etkili olmadığı dönemlerde, büyük oranda kendisinden güç alması, kendi iç hesaplaşmasını süreklileştirmesi kaçınılmazdır. Bunun zorluğu bir yana, bu "zorlu yaşam şartlarına" genetik bir uyum sağlayarak belli bir türsel ortak özellikler kümesi oluşturmaları da beklenebilir. Ve eğer, (yine diyalektiğin bir cilvesi olsun) her zor koşulun bir de avantajı olacaksa (ya da yaratıcılık bunu yaratmanın kendisiyse), Özyalçıner ve Solakoğlu'nun öykülerinde dikkat çeken iki noktaya değinilebilir.

Bir öykücünün, kendi içine bakarak öykü yazmasının kimi özgül zorlukları olduğunu varsayarsak (şiir için bu büyük oranda geçersiz olsa gerek), dışlarına bakmak için özel çaba, müthiş bir dikkat, tavizsiz ve ilkesel bir ilginin Adnan Özyalçıner ve Aslı Solakoğlu'nun "türe ait" özelliklerinden olduğu vurgulanabilir. Sait Faik'in "sevecen" ve Orhan Kemal'in "doğal" insan kavrayışının yerinde, kuyumcu işçiliğini gözlemlemek, dikiş izlerini görmek ve laboratuar titizliğinin izlerini sürmek mümkündür.

Buna ek olarak, Özyalçıner ve Solakoğlu'nun öyküye başlangıç süreçlerine dair bir (oldukça öznel) bir yorum daha yapılabilir. İlk dönemlerinin bu verimli ve adeta bir ideolojik sur olarak kendilerini bir süreliğine sarmış ayrıksı muhalif konumlanışları, biçemlerindeki kişisel boyutları belirginleştirir, tahkim eder ve öne çıkarır. Öykülerdeki yüzünü dışa dönmüş genel tavra rağmen (ve buna bir karşı-dinamik olarak) iki öykücünün de içsel ilham kaynakları oldukça etkilidir. Öykülerin, meraklı bir gözlemcinin teleskopla çıkarttığı bir haritaya benzemesi ve bu haritanın da gözlemcilerin özgül konumundan çok şey taşıması doğal olsa gerek.

Özyalçıner'in, (Aslı Solakoğlu tarafından seçilmiş) öykülerinden "İkinci Arka", Hamal Habip'in hayatından epey zor iki günü anlatır. Buzlanmış yollarda taşıdığı ağır yük kesinlikle düşmemelidir ve bacağındaki kurşun yarası hala sızlamaktadır. Kurşun yarasını almış olduğu diğer zor günde ise, neye bulaşmış olduğunu çok anlamamış olsa da, karşı-devrimci bir provokasyonun içinde buluvermiştir kendini. İşte bu iki günün kesişiminde, edebiyat tarihinin az sayıdaki "karşı-devrimci olumlu kahramanı"ndan biri ortaya çıkacaktır.

Özyalçıner'in "İç"te bulunan diğer öyküler ise "Değişim", "Yağma", "Dükkan" ve "Olsa Olsa Bir Olaydır" adlarını taşıyor. Yer yer felsefi, yer yer fantastik boyutlar kazanan öyküler, Özyalçıner'in somut insan gerçekliğine dokunma inadı ile her öykünün biçeminin doğurduğu özgün yapısallık arasında devinirler.

Solakoğlu'nun (Adnan Özyalçıner tarafından seçilmiş) öykülerinden "Zil Çalıyor", küçük bir kızın, hüzünlü (her okuyuşta duygulandıracak kadar hüzünlü) ama incelikli (ara ara gülümsetecek kadar incelikli) birkaç dakikasını anlatıyor. Geçmiş ile gelecek, uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen anlatım kurgusu, bir sarmal halinde "olay"ı canlandırıyor klasik tasvir şemasının dışında, "olay"a üç boyutluluk katıyor. Diğer yandan, küçük kızın bakış açısından ve onun ölçeğinde kaleme alınmış öykü, bünyesinde olaya ve karaktere ait özgüllükler üretebiliyor.

Solakoğlu'nun ilk kitabı olan "İç"teki diğer öyküler ise, "Çay Alır Mısınız?", "Hayata Yetişmek", "Mendillerden Bir Pazartesi" ve "Yok Mu Duyan?" adlarını taşıyor. Solakoğlu, hayatın (bazen acımasız) sertliği karşısında içsel yaşantının direnme çabasını ve kendini duygusal olarak yeniden yapılandırma denemelerini aktarıyor. Delilik, yalnızlık, hastalık, ayrılık gibi trajiğe yakın temaları her an karşımıza çıkacakmış gibi sakin ve insanın içinde hep tutunacağı bir dal olduğu izlenimi verecek kadar sade anlatıyor Solakoğlu.

İçsel yaşantının bazen karakterleri silikleştirdiği, karakterlerin ise bazen iç dünyayı mekanize ettiği kısa devrelerin de "bu işin tuzu biberi" olduğu pasajlara rastlamak mümkün elbette. Yine de bu gerilimin, "karanlık dönemler"in zor şartlarına genetik olarak uyum sağlamış her iki öykücüyü de ciddi olarak beslediği, ve işte diyalektiğin cilvelerinin daha kim bilir nelere gebe olduğu açık.

En genel anlamıyla, toplumcu çizginin kendi içinde heterojen ve heyecan verici (en azından) yüzyıllık yığınağının önünde "kıs kıs" gülen Adnan Özyalçıner, geleneğe bağlanmanın bir yolunun da kendinden sonrasına güvenmek olduğunun altını çizmiş olmuyor mu şu satırlarla?

"Aslı Solakoğlu bu öykülerinde, dille anlatım açısından olabildiğince bir yakınlık yakalamış. Düzenli kurgusu, ilginç betimleme, benzetme ve eğretilemeleri dolayısıyla değişik bir öykü dünyasına adım attırıyor okurunu".