Tekelci medyadan söz ediyoruz. Sermayenin bütün aygıtlarına karşı mücadele vereceksiniz, belki de onun en etkili uzuvlarından biri ile olan mesainizi "ilişki" diye adlandıracaksınız!
Bunun bir karşılığı yok. Türkiye solu basınla mücadeleye daha fazla kafa yormak durumunda.
"Gördün mü" diye birbirlerine mesaj yolluyordu CHP yolcusu solcular. Kılıçdaroğlu'nun "yoldaşlar" hitabından çok heyecanlanmış, kurultay ile birlikte Türkiye'de yeni bir dönem açıldığına ikna olmuşlardı.
"AKP meselesi değil, sistem meselesi" AKP'ye yol açmak, bu partinin iktidarını sağlamlaştırmasına izin vermek için "sol"dan bulunmuş formüldü. Artık nasıl bir sistem algısı yerleştiyse, AKP'nin onu zayıflatacağını, sola alan açacağını düşünüyorlardı.
Amman bekleyelim, hep beraber bekleyelim!
Cumhuriyet Halk Partisi'nde birileri zeytin dalı projesi için bastırıyormuş, filanca bu iş için görevlendirilmiş onu bekleyelim… "Solsuz olmaz" diyen milletvekilleri varmış, Kılıçdaroğlu ikna olmak üzereymiş mutlaka bekleyelim…
Üniversitelerin siyasal yaşamındaki yerini kavrayabilmek için kendi tarihimiz yetmiyor, Fransa'daki 68 olaylarına haklı-haksız rezervle yaklaşılıyorsa, Lenin tarafından 1917'nin provası olarak gösterilen 1905 Rus Devrimi'nde işçi ayaklanmasına alan açıp, ona meşruiyet sağlayanın biraz da üniversite öğrencilerinin eylemleri olduğunu hatırlayabiliriz.
Yüzsüz olduklarından, faşizme meylettiklerinden, katil polislere binbir gerekçeyle sahip çıktıklarından, en küçük bir eleştiriye dahi tahammül edemediklerinden, daha bir gün önce gaza boğup, tekmelerle üzerinden geçtikleri üniversiteli öğrencilere "demokrasi "dersi vermek için okul kapılarından içeri girmeye yeltenecek kadar pişkinleştiklerinden yumurtayı fazlasıyla hak ediyorlar.
"Birgün bize bir cennet armağan etmeye kalkarlarsa, bunu biz kendimiz yaratmalıyız diyerek reddederiz…"
Bir devrimci edebiyatçının dile getirdiği bu söz, insanlığın çekmekte olduğu acılar hesaba katıldığında düpedüz çileseverlik olarak damgalanabilir, veyahut çağdışı kalmış bir ahlak anlayışının ürünü olarak küçümsenebilir.
Mahir Kaynak, ABD'nin bazı ülke ve liderlere "ayar verme" girişimi olarak adlandırdı, Ahmedinejad İran'ın komşu ülkeleriyle arasını açmak için Vaşington'un ürettiği gerçekdışı belgeler dedi, kimileriyse sanal alemi tamamen denetlemek için yaratılmak istenen "korku"nun parçası olarak değerlendirdi.
Siyasette en çiğ davranışlardan biri, yanlış olduğunu düşündüğünüz bir tavrı, konumlanışını terk edip, size göre daha sağlıklı bir yaklaşım içine giren bir kişi ya da partiyi sadece "geçmişi"nde değerlendirmek ve bu değişikliği görmezden gelmektir. Geçmiş hiç buharlaşmaz ama verili anı belirleme hakkını da elinde tutamaz.
Türkiye yedi ay sonra seçime gidecek. Yeni yıla dönüldüğündeyse siyasette seçimle yatılıp seçimle kalkılmaya başlanacak. Solun bu atmosferin bütünüyle dışında kalması beklenmemeli. Tamam, seçimlere belli bir mesafe ile yaklaşmak, onun siyasetin belirleyici unsuruna dönüşmesine izin vermemek gerekiyor.
"CHP'de sular duruldu…" Gazeteler, kimi örneklerde "şimdilik" kaydı düşerek, böyle özetlemekte ana muhalefet partisinde yaşananları. Kılıçdaroğlu ve ekibinin duruma hakim olduğunu, partinin yeniden yapılanma sürecinde önemli bir dönemeci aldığını yazıyorlar.
Beklenen oldu, Cumhuriyet Halk Partisi'nin kurumsal yapısı içerideki çalkantıya ve dış müdahalelere daha fazla dayanamadı ve 3 Kasım itibariyle çatırdamaya başladı. Henüz hasar tespiti yapılamıyor, krizin bir çöküntüye dönüşüp dönüşmeyeceği bilinemiyor.
Türkiye Komünist Partisi'nin "cepheleşme çağrısı"nın sol parti ve örgütler arası işbirliğini ilgilendiren boyutu mutlaka önemli. Bu bağlamda neyin yapılıp neyin yapılamayacağını görmek için fazla beklemeyeceğimizi düşünüyorum. Sol gerçekten de "zaman"la ilgili kredisini çoktan tüketmiş durumda.
Türkiye'de orta sınıf dendiğinde aklınıza üç büyük kentin CHP ağırlıklı seçmene sahip yerleşimlerinde oturup, cuma akşamları sabaha kadar içen, cumartesi gününü sinema ve konsere ayıran, pazarlarıysa treking dönüşü AVM'leri tavaf eden kesimden başka bir şey gelmiyorsa, AKP'nin oltasına takılmışsınız demektir.
Sovyetler Birliği çöktüğünde de aynı davranışı sergilemişlerdi. Bir yandan zil takıp oynuyor, öte yandan "gördünüz mü, solculuk böyle olmaz, şöyle yapmak, şunları savunmak, şurada hizaya girmek gerekir" diyerek akıl hocalığına soyunuyorlardı.
AKP'ye İslami tehdit mi? Böyle soruyor gazeteci bugünkü yazısında. Yanıtını da veriyor aslında. Türbanla ilgili olarak Hizbullah bağlantılı bazı kişilerin ve "Cübbeli Ahmet Hoca"nın çıkışlarının uzun süredir İslami bir muhalefetle karşılaşmayan AKP açısından yeni bir olgu anlamına geldiğini söylüyor.
AKP tehditi algılamış, krizi iyi yönetip, şimdilik geçiştirmiş.
Vay canına…
Yeni moda "kabullenmek" gerektiğini vaaz etmek. Kabullenmek ve gereğini yapmak…
Neyi kabulleneceğiz?
Türkiye siyasetinin yeni konfigürasyonunu…
AKP'nin yeni düzenini…
Hani "eskisi çok mu matahtı" aymazlığından, "bu bir burjuva devrimidir" zırvalığına varıncaya kadar türlü gerekçelerle yol verilen yeni Türkiye'yi…
Yeni gündemimiz bu: Yargıtay Başsavcısı siyasete müdahale etti mi, etmedi mi? Türbanla ilgili yapmış olduğu uyarıyla yetkisini aştı mı aşmadı mı? Siyaseti ilgilendiren konularda yargı görüş beyan etmeli mi etmemeli mi? Yargıtay Başsavcısı konuşabilir mi konuşamaz mı?
Bunu sık işitiyoruz son dönemde: Türbanla filan uğraşmak AKP'ye yarıyor. Eki de var: Şu laiklik gündemini kapatmak gerek. En çok da CHP'liler diyor bunu.
Nasıl olur, düne kadar ideolojik mücadeleyi "Türkiye laayıktır, laayık kalacak"a eşitleyenler aynı kişiler değil miydi? Gerçekleri mi gördüler yoksa havlu mu attılar?
"Kılıçdaroğlu'nun sol bir rüzgar estirmesi durumunda bundan rahatsızlık duymayacağımızı" bütün içtenliğimizle dile getirmiştik. CHP konusunda bir yanılsama içine girdiğimizden, Kılıçdaroğlu'nda halkçı bir lider potansiyeli gördüğümüzden değil.
"Güle güle Fidel…", "Sosyalizmi iyileştirmek için kapitalizm", "Komünizmin son kalesi de düştü", "Küba kapitalizme bir şans veriyor", "Raul'un kapitalizme doğru emekleyişi"… Bunlar Küba'da yürürlüğe konan son reformlar üzerine batılı basında yer alan sevindirik başlıklardan bazıları.
Soğuk Savaş döneminde bir biçimde Amerikan çıkarlarına, CIA operasyonlarına hizmet eden bazı önemli sanatçılara ilişkin soL'da yayımlanan dünkü yazımda yer alan iddialar bana ait değil. Kenarda köşede kalmış, sır olmaya devam eden bilgileri sizlerle paylaşmış da olmadım.
Çok zaman haksız bulunur bazı aydın ve sanatçılara dönük eleştirilerimiz, ölçüsüzdür, abartılıdır suçlamalarımız. En çok da onları "hizmet etmek"le itham etmemizden rahatsızlık duyulur. Neden, çünkü hâlâ, bütün çabalarına karşın malum şahısların, makbul bir şey değildir emperyalistlerin hizmetinde olmak.
Savarona yatında fuhuş, "şok şok" ve "bu da oldu" eşliğinde manşetlere düşünce hükümet derhal kolları sıvadı, seçime kadar "diş sıkma" ve ayıya dayı deme kararı aldığından bu türden meselelerde "solcu" kontenjanından devreye sokulan Ertuğrul Günay "müze yapalım" diye ortaya atıldı. Ne sergileyecekler, bilemem. "Kötü alışkanlıklarla mücadele müzesi" neden olmasın?
"Sonuna kadar gidilsin…" Ergenekon operasyonu sırasında liberallerin dileğiydi bu. Hükümete, polise, savcıya cesaret aşılamak istiyorlar, "başladığınız işi bitirin" diyorlardı.
"Sonunu görelim" dediklerine göre, operasyonun yönünden, doğrultusundan hoşnutlardı.
Anayasa değişikliğine ilişkin referandum sürecindeyse aynı mantıkla "Yetmez ama evet"ti mottoları.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Vatan gazetesine konuşmuş. Referandum sonrasında birinde "Türkiye'de laikliğin tehlikede olduğunu söyleyemem" demişti, buna da açıklık getirmiş: "Asıl tehlike sosyal devlet eksikliğidir".
Müjde!
Toplumsal ve siyasal alanı sürekli dönüştürmek… Kesintisiz müdahalelerle, hiç soluk aldırmaksızın "daha fazlası"na yönelmek…
AKP, daha doğrusu AKP'de kümelenen gücün siyasi felsefesi bu.
İktidar partisinin gizli gündeminden söz etmiyorum. Gizli değil, fazlasıyla açık-saçık!
Türkiye'de siyasal ve toplumsal yaşantının dincileştirilmesinin sınıfsal temellerini göremeyenler, bu konuyu pas geçerek emekçi sınıflara ulaşmanın olanaklı olduğunu düşünüyorlar.
Referandumda alınacak tavır tartışıldı, herkes iyi kötü konumunu belirledi, sandıklar kuruldu, boykot eden etti, oyunu veren verdi, hilesi hurdası yapıldı, sayıma geçildi, sonuç açıklandı.
Kayıtlı seçmenin yarıdan azı, oy kullananların yüzde 58'i evet dedi sandığa gidenlerin yüzde 42'si, seçmenin üçte bire yakınıysa AKP'nin Anayasa değişikliğini reddetti.
Referandum bitti, saldırıları bitmedi. Büyük gazetelere postu sermiş bir grup yazar Türkiye solcusuna hitap etmeye devam ediyor. Akıl vermeye kalkan da mevcut, dalga geçen de, hakaretten vazgeçmeyen de…
Aralarında islamcısı var, muhafazakarı var, hedonisti var, solcu eskisi var, düpedüz satılmışı var, var da var.
Boykot başarılı mıdır sorusu "başarı"dan ne anlaşıldığına göre değişik biçimlerde yanıtlanabilir. Eğer, PKK'nin AKP'ye ve genel olarak devlete "bizi devre dışı bırakamazsınız, bizi hesaba katmayan hiçbir politikanın başarı şansı yoktur" mesajı bağlamında değerlendirilecekse, ayrıntıların bir önemi kalmamaktadır. Sonuç açık: Boykot birçok Kürt yerleşiminde bu referandumun tek gerçeğidir.
Neyi tartışıyoruz?
Türkiye solunun hacim ve etki sorununu nasıl çözeceğini tartışıyoruz.
Seçimi tartışmıyoruz, sandıktan çıkacak oyları tartışmıyoruz.
CHP ile MHP arasında yüzde 42'de kimin daha çok pay sahibi olduğuna dair bir tartışmanın başladığı anlaşılıyor. İşi tatlıya bağlayabilirlerdi, 2009 yerel seçimlerinde iki partinin toplam oyu yüzde 39'du, üzerine DSP'yi de eklediklerinde yüzde 42'yi tamamlamalarına ramak kalıyor. Bindelik oylarda gezinen sol partiler ne güne duruyor, o kadarcık katkıları oluversin!
Bundan birkaç yıl öncesine kadar, özellikle 2007 seçimleri sırasında Türkiye solunun AKP'ye oy veren emekçilere odaklanması gerektiğini söylüyorduk.
Sonda söylemekle başta söylemek arasında bir fark olmadığından hemen girişte belirteyim: Bu referandumun meşruiyeti yok.
Dün gece Belçika maçından sonra "şanslıydın, yine bilardo gibi gol attın" diye dokunduran Erdoğan'ı "sizden bir şeyler öğreniyoruz Başbakanım"la yanıtlayan futbolcu Arda'nın bunu iğneleme amacıyla yaptığını düşünmek için bir neden yok.
Referandum sürecinde "evet"çi solun marjinalize olması, tarihsel bir dönemeç midir?
Değildir, çünkü AKP'ye yapışıp kalanların "sol"la uzun süredir bir ilgileri kalmamış durumdadır. Kanaat önderleri Oral Çalışlar, Lale Mansur, Mithat Sancar olan bir "sol"u etkisizleştirmiş olmak herhalde marifet sayılamaz.
Zorba bir ülkenin silahlı güçleri hak-hukuk hepsini bir kenara atıp yurdunuzu işgale kalkışmış. İyi-kötü bir direniş başlamış, karşı koyulmakta. O sırada ülkenizde söz sahibi kişilerden biri kalkıp "enerji açığımızı kapatacağınıza söz verirseniz, karşı koymayı bırakacağız, sizi çiçekle karşılayacağız" dese nasıl bir tepki verirsiniz?
"Siz nasıl ülkücüsünüz" diye fırçalıyor yandaş köşe yazarları MHP'lileri… 12 Eylül'de az mı çile çektiniz, yakışıyor mu diye çıkışıyorlar… O kadar söylediler ki bunu, herkes inanacak 12 Eylül faşizminin en büyük acıyı "öteki" faşistlere çektirdiğine… Akrabalık çok yakın, onlar adına konuşma ehliyeti var AKP'nin ama öte yandan yeri geldiğinde "ırkçı"lıkla itham da ediliyor ülküdaşlar!
Devleti başkaları ele geçirince iyiydi de, Fethullah Gülen cemaati söz konusu olduğunda neden ortalığı birbirine katıyorsunuz… Böyle diyorlar. Zaman'da, Taraf'ta… Doğan Medya grubunda da "ne var bundaaaa" laubaliliği ile yazanlar çoğalıyor gün be gün. Devletin herkesin kabullendiği bir sahibi mi varmış da, şimdi başka birilerinin o devleti ele geçirmesinden rahatsızlık duyuluyormuş.
Referandum yaklaşıyor, ABD'nin Irak'la ilgili takviminde yeni bir aşamaya gelindi, KPSS örneğinde olduğu gibi gerici iktidarın biri bile hükümet devirecek marifetlerinden hiçbiri hak ettiği tepkiyi çekmiyor. Türban tartışması var, 1 Eylül var, Kürt sorununda gelinen nokta var. Bunların her biri, özel ilgi gerektiriyor.
Kurtuluş Savaşı'nın tarihimizin değerli bir kesiti olduğunu söylüyoruz. Mevcut sınıfsal dengeler, uluslararası koşullar ve kutuplaşmalar hesaba katıldığında Kurtuluş Savaşı'nı değersizleştirmek, onu hafife almak ya da onun şu ya da bu devrimci kriterle bakıldığında tarihe negatif bir etkide bulunduğunu ileri sürmek Marksist bir tutum olmaz.
"Kurtulduk da ne oldu"? Bu soruyu soracaklar.
Yoksulu bol, zalimi ayarsız, cahili pervasız, adaleti kıt bir ülke. Üstelik de bağımlı!
Bugünkü Türkiye, 1920'lerdeki mücadeleyi belli ölçülerde değersizleştirecek, bundan kaçış yok.
Bayramın sahibi TSK'nın dünü ve bugünü, kabarık GBT'si de aynı etkiyi yapacak, kim ne derse desin.
Artık belli oldu, referandumun kaderini, biraz bıkkınlıktan biraz da tartışmalara anlam veremediklerinden sandığa gitmeyi düşünmeyenler belirleyecek. Bilinçli boykotçulardan söz etmiyorum.
Üzerinde durulması gereken, referandumu önemsemeyen ya da bu tartışmalardan sıkılan kesimler ve onların bu işten iyice soğumasıdır.
Ne zaman sömürü düzenini ortadan kaldırmaktan, sermaye sınıfına karşı berrak bir konumlanış içine girmekten, sosyalizmin tek çözüm olduğundan söz etsek bizi gerçekçiliğe davet eden tepkiler alıyoruz. Güçler dengesinden söz ediliyor, her şeyin bir çırpıda hallolmayacağından, "akıllı" olmaktan, nihai hedefe usulünce varılması gerektiğinden…
Bir alışkanlık haline gelmiştir, Kürt hareketinin Türkiye işçi sınıfıyla yakınlaşmasını, emperyalizme, gericiliğe, sömürüye karşı mücadelede emekçilerin birliğinin sağlanmasını isteyenlerin, Kürt soluna, Kürt devrimcilerine çağrı yapması.
Siyasi yaşamım boyunca "bırak bu konuları, sen işçi sınıfının gündeminden bahset" türünden tepkilere, siyasi iktidarın doğrudan "ekmek"le ilintisi olmayan tasarruflarının emekçi kitleleri ilgilendirmediği gibi değerlendirmelere fazlasıyla alıştım. Bir ara pek modaydı "suni gündem" yakıştırması, kolay yoldan devrimciliğin ürettiği beylik sözlerden biriydi…
Başbakan saymaya başlıyor, CHP, MHP, BDP, TKP, YARSAV diye… Evet cephesini "korkutarak" sağlamlaştıracak ya, "bakın hayır diyenler arasında PKK var, komünistler var, Ergenekoncular var" demeye getiriyor. Hayır cephesinde ise panik yaratacak.
Faşizmin tanımını, bugünkü siyasi iktidarın bu tanıma denk düşüp düşmediğini tartışmak istemiyorum.
"Bölünmeye karşısınız çünkü Türkler için hak gördüğünüzü Kürtler için uygun bulmuyorsunuz."
"Bölünmeye karşısınız çünkü 'Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü' fikri sizin de beyninizi yıkamış."
"Bölünmeye karşısınız çünkü bütün muhafazakarlar gibi kontrol edemediğiniz, başkalarının inisiyatif aldığı gelişmelerden dehşetle ürküyorsunuz."
Bölünme istenir bir şey mi, diye de sormak gerekiyor. Ya da neden ille kötü bir şey olsun ki diye de düşünülebilir. Buna yanıt yarın.
Şimdi bir kez daha gerçekleri konuşalım.
"Kimse bölünmeyi istemiyor"la konuyu geçiştirmek anlamsız.
PKK'nin ilan ettiği tek taraflı ataşkesin referandum sürecinde bir pazarlığa denk düştüğü, Abdullah Öcalan'ın açıklamalarıyla kesinleşmiş oldu. Öcalan, referandum öncesindeki gelişmelere bakarak yeni bir değerlendirme yapılması ve sandığa gidip gitmemeye ona göre karar verilmesi gerektiğini söylüyor özetle.
CHP'nin ne yaptığı bizi ilgilendirmiyor mu?
Bir düzen partisi olarak, Türkiye'nin önemli bir partisi olarak CHP'nin yaptıkları elbette bizi ilgilendiriyor. Kastım bu değil…
CHP referandum sürecinde ne yapıyor?
Neden ordu yanlısı olmadığımızı, olamayacağımızı birkaç gün önce açıklamaya çalışmıştım. Dengelemek için değil, bütünlüklü bir bakış açısı ortaya koyabilmek için bir soruya daha yanıt vermek gerekiyor: Neden asker düşmanı değiliz?
Her yerde konuşuluyor, eğer hükümet bazı adımlar atarsa BDP'nin boykot tavrını değiştireceği…
Kimileri, ki buna bazı BDP'liler de dahil, boykottan vazgeçilmekte olduğuna ilişkin söylentilerin AKP'nin yürüttüğü psikolojik savaşın ürünü olduğunu söylüyorlar. Geçenlerde Taraf gazetesine bu nedenle büyük tepki gösterildi.
Siyaset bütün dünyada kitlelerden kaçırılıyor. Dün de böyleydi, bugün daha fazla böyle. Diyeceksiniz ki, kaçırılmasa ne olur, sandıktan yine genel bir kural olarak "sağ" çıkıyor. Tamam, sandıktan ne çıktığından bihaber değiliz ama kitlelerin siyasallaştığı ve siyaset yapmaya başladığı andan itibaren işin renginin değiştiğini de biliyoruz.
Soru tuhaf gelebilir, "ne münasebet" diyebilirsiniz. Öyle ya, komünistler bırakın bir burjuva düzende, emekçilerin kendi elleriyle kurmaya çalışacakları sosyalizmde bile ordu yanlısı olamazlar. Onların ilkeleri vardır, onlar işçi sınıfından, devrimin çıkarlarından, toplumun çıkarlarından yanadırlar ordunun da aynı tarafta saf tutması için onu yepyeni bir mantıkla yapılandırırlar.
Yüksek Askeri Şura terfileri bağlandı, asker ya da AKP kanadının bir ötekini sıfırlayacağını bekleyenler tatmin olmadı, hayat akıp gidiyor, bazı konularda şiir gibi bir uyum söz konusu, bazen de hükümetle ordu "atışma" tadında işler çıkarmakta…
E şimdi, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları belli olduğuna göre, yeni bir "asker" yazısı için kolları gönül rahatlığıyla sıvayabiliriz.
Savaş emperyalistler için hem hegemonya aracıdır hem de kendi aralarındaki rekabet ve çelişkilerin son aşaması. Bir yandan da uluslararası tekellerin geçim kapısıdır savaş.
Bugünkü dünya düzeni ne yazık ki savaştan arındırılamaz.
Kapitalizmden derhal ve köklü bir biçimde kurtulmak gerektiği tezimizi her defasında kanıtlarıyla birlikte sunmamız sanırım gerekmiyor.
"İşte şimdi dananın kuyruğu kopacak"… Böyle düşünüyor.
"Yapmazlar, mümkün değil izin vermezler"di Erdoğan'ın başbakanlığına… Sonra, "Başbakanlığın bir hükmü yok"tu, "mühim olan Çankaya"ydı… "Hilmi Paşa'yla olmaz"dı, "Yaşar Paşa gelince görülecek"ti… "Kapatma kesin"di, "AKP'nin sonu geldi"ydi… "Başbuğ sessiz, ama patlaması an meselesi"ydi..
Anayasa değişiklik paketine "hayır" mı demeli, "evet" mi… Yoksa sandığa hiç gitmemeli mi?
AKP, referandumda "evet" oyu kullanmak için 40 gerekçe bulmuş. Bir bölümü "temiz su içmek istiyorsanız" türünden…
Hiç kuşku yok "hayır"ınızı da çok değişik gerekçelerle açıklayabilirsiniz.
Bu bir gözboyama, ortada gerçek bir demokratikleşme yok diyebilirsiniz. Doğrusunuz…
İzlemek zor oluyor, Kürt sorununu "ayrılma hakkı"na sabitleyenlerin ne istediğini… Kürtlerin ayrılmasını mı arzuluyorlar, birliği mi? "Kürtler nasıl istiyorsa" yanıtı güçlü ahlaki temellere sahip gibi gözükse de, tek başına kaldığında, gerçek karşılığı olmayan bir tutuma dönüşüyor.
Siyaset bir açıdan taraf oluşturma ve taraftarlaştırma işlemidir. Ortaklaştırma, belli nitelikleri temel alıp, diğerlerini önemsizleştirme, tasnif etme, uçlara doğru çekme siyasetin doğasında vardır.
Memlekette onca mesele varken… Denebilir.
Kültür de memleketin meselesi… Denir karşılığında.
Memleketin meselelerinin birbirinden ayrılamayacağı… Klasik ama geçerliliğini yitirmeyen bir yaklaşım olarak eklenebilir araya.
Arabesk konusu, yıllar sonra bir kez daha tartışılmalıdır. Memleket meseleleri için faydalıdır.
BDP milletvekili Hasip Kaplan "ayrılma ve bölünmenin ağza dahi alınmaması gerektiği"ni söylemiş ve bu doğrultuda düşünmenin Hitlercilikten farkı olmadığını belirtmiş. Kaplan'ın hedefinde geçtiğimiz günlerde "Kürtlerin ayrılmasını da tartışmalıyız" diye yazan Ertuğrul Özkök var belki ama "ayrılma" olgusunu ciddi ciddi düşünen ya da savunanların sayısı hiç de az değil.
1. Anayasa Mahkemesi Türkiye'de bugünkü düzen çerçevesinde yeni bir anayasa hazırlanamayacağına hükmetmiştir.
2 Temmuz Sivas Katliamı'nı Ergenekon'a havale etmek, devletin de gericilerin de işine geliyor. Burada devletin en geniş tanımını alıyorum. Zaten, 2 Temmuz, öncesinde Maraş, Çorum, buralarda devlet en geniş tanımıyla, a'dan z'ye suçludur.
Pek az ülkede sol, "düzen solu"ndan daha büyük bir toplumsallığa yerleşmiş durumda.
soL'u okur yorumlarına açmaya karar verdiğimizde tereddüt ediyorduk. Neden kaygı duyduğumuz belliydi, "yorum"lar nadiren geliştiriyor, çokça kirletiyordu. Okurlarımızın bir bölümü de "sakın" diye tepki verdi, hatta iki okurumuz "bundan sonra okumam" bile dedi, biz her şeyi göze alıp yorum yapılmasına olanak sağladığımızda…
Bu ülkede solun, kendi ilkeleriyle, bağımsız program ve örgütlenmesiyle hızla güçlenmesi gerektiğini sürekli vurguluyoruz. Biliyorum, bazen bıktırıyor. "Güçlenin sizi tutan mı var"dan, "bu ülke sizin güçlenmenizi mi bekleyecek"e varan tepkiler alıyoruz. Ve çoğunlukla dostça…
Siyasette, hele partili yaşamda gülüp geçeriz "ben demiştim" diyen benlere… Neredeyse bunu demek için yaşar ve yarışırlar.
Yazı dünyasında da pek sırıtan bir davranıştır, kaçınmak gerekir. Ama bazen ister istemez söze "daha önce belirttiğimiz gibi"yle girmek zorunda kalırsınız, kendinizi yinelemekten utanırcasına…
İsrail ve Türkiye kendilerince bir düzen tutturmuşlardı. İsrail devleti, Filistin ve diğer Arap halklarının yaşama hakkını gasp ederek kendisine alan açıyor, Arap egemenleri büyük çoğunlukla buna göz yumuyor, İsrail'le birlikte ABD'nin bölgesel hegemonyasına aracılık etmenin rantını topluyordu.
Olayları bazı "gizil" güçlere bağlamaya hastalık derecesinde düşkünlükleri nedeniyle, bu coğrafyaya dönük gerçek operasyonlara ilişkin ayakları yere basan iddiaları da değersizleştirenlerin Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesini ve bir anda "umut" haline getirilmesini hiç sorgulamamaları, AKP hükümetinin kendisinden olmayan herkese şu yada bu ölçüde yaşattığı eziklikle mi aç
1970'lerdeki Ecevit dalgası ile bugünkü Kılıçdaroğlu heyecanı arasındaki söylemsel fark, dünya ve Türkiye ölçeğindeki karşı-devrimlerle, neo-liberal saldırılarla açıklanabilir. İçeriden bakacak olursak fark, 12 Eylül'dür, Özal'dır, AKP'dir.
1. Tayyip Erdoğan'ın Ahmedinejad İran'ını kurtarmaya çalıştığı büyük bir palavradır. "Büyük deha" Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı'na yerleştiği andan itibaren, Başbakan'a, İran'a dönük bir müdahalenin AKP iktidarının sonu olacağını fısıldamaktadır. Dolayısıyla, Erdoğan kendini kurtarmaya çalışmaktadır.
“CHP-BDP koalisyonu istiyorlar” diye yazıyordu bir tanesi, Baykal’la ilgili kasedi servis edenleri işaret ederek... AKP’yi durduracak formül buydu ve CHP’deki statükocular bunun önünde engeldi.
Ergenekon’un beceriksiz CHP Genel Başkanı’nı cezalandırmakta olduğu bir başka iddiaydı. Yaklaşan genel seçimler öncesinde başka bir vekil arayışına girmişlerdi.
Bugün “Zafer Günü”...
1 Mayıs’a yetiştirmek için çok uğraşmışlardı oysa...
Arkalarını “dost” Amerikan ve İngiliz güçlerine veren en seçme Nazi askerleriyle boğuştular haftalarca... Eve dönmek için gün sayarken, on binlerce yiğidi toprağa bıraktılar. Berlin Hayvanat Bahçesi’ne...
“Son bir savaş” diyordu komutanları...
En kanlısı oldu.
Kazandılar.
Ne günlere kaldık, 1 Mayıs'ın işçi sınıfına mı, AKP'ye mi yazdığını tartışıyoruz!
Şaşırtıcı değil, geçtiğimiz hafta Taksim'de "bölünmüş" bir miting gerçekleşeceğini söylemiş, sermayenin alana damga vurmasının önüne geçilmesi gerektiğini vurgulamıştık.
İşçi sınıfının birliğini, dayanışma kültürünü, mücadele azmini simgeler 1 Mayıs.
İşçi sınıfının birliği altı konfederasyon yan yana gelince sağlanmıyor. Yan yana geliş güzel ama konfederasyonlar işçileri bir araya getirmek istemiyorlar ki!
Emperyalizm, ne sömürüyü, ne zalimliği, ne de başka haksızlıkları meşrulaştırabilir. Bu coğrafyanın 19. yüzyılda ilerlendikçe artan oranda, 20. yüzyılda bir kural olarak ve şimdilerde yoğun bir biçimde emperyalist rekabet, bölüşüm ve gizli-açık planlara konu olması, bu coğrafyanın “kötü”lerini aklamıyor, onların suçlarını ortadan kaldırmıyor.
Erdoğan’ı seyrediyorum, kürsüden müstehzi bir gülümsemeyle konuşuyor. Alabildiğine rahat, “kolay” bir topluluk var belli ki karşısında. Kamera dinleyenlere odaklanıyor. Not tutanlar var büyük bir ciddiyetle, öğrenci misali, Başbakanlarının ağzından dökülenleri kaçırmak istemiyorlar zahir. Çıkaracaklardır belki bunlardan bir öykü, bir roman, kim bilir şiire bile dökülecektir söyledikleri...
Rus yetkililer, basında “ikinci Katin trajedisi” olarak adlandırılan ve Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda Polonyalı üst düzey yöneticinin yaşamını yitirdiği uçak kazasının “teknik nedenlerle gerçekleşmediği”ni derhal açıklayıverdi.
Genelkurmay eski başkanlarından Hilmi Özkök, suya sabuna dokunmayan velakin merak uyandıran açıklamalardan vazgeçip kendisini komplocukla suçlayan 1. Ordu eski komutanı Çetin Doğan için “karnından konuşuyor” demiş. Ve son dönemlerin bildik tehdidini savurmuş: “Çok şey var söyleyecek ama susuyorum, hakaretlerine devam ederse dava açarım”!
Tükiye’nin siyasal iklimi giderek sertleşiyor. 12 Eylül generallerinin burjuva partileri arasındaki ilişkiyi yeni kurallara bağlayarak, onların sermaye düzenine zarar verecek bir kutuplaşmaya girmesini engelleyici önlemleri onca yıldan sonra hâlâ işe yaramaya devam etse de, partilerin düşük yoğunluklu didişmesinin üstüne çıkan devlet içi mücadele siyasete rengini veriyor.
AKP’nin 12 Eylül Anayasası’nda yapmaya çalıştığı değişikliklere bakın! Araya serpiştirilmiş, bir bölümü Anayasa maddesi olması gerekmeyen, bir bölümü zaten aşınmış, bir bölümü ise iktidarın yorumuna açık “iyileştirme”ler.
Türkiye’nin öncelikli konuları mı? Hayır!
Samimiyet hissediliyor mu? Hayır!
Gerçek bir düzelmeye işaret ediyor mu? Hayır!
Çoğu kez “büyücü”dürler Beethoven, Mahler, Şoştakoviç, bu kalburüstü senfoni yazıcıları benim için öyledir. Sanatla büyü arasındaki ilkel ilişki, en karmaşık, gelişkin yaratım süreçlerinden birinde daha kendini göstermektedir sanki.
Bugünün Türkiyesi’nde giderek önemsizleşen, hatta yanlışa götüren soru “kim” sorusudur? Kim Türkiye’nin yakın geleceğine damga vuracak? AKP mi, cemaat mi, ordu mu?
Büsbütün önemsiz değil elbette...
Bugün aslında Yiğit Bulut’un “Türkiye’nin yükselen yıldız haline geldiği”ni iddia ettiği son yazısından hareketle, daha önce kısaca değindiğim bazı bölgesel başlıklar üzerinde duracaktım. Ancak olmadı, ABD’ye yaptığı geziden heyecanlanarak dönen Bulut’un yazısı aniden kayboldu.
“Ermeni Soykırım” tasarısı ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde oylandı ve bir oy farkla kabul edildi. Oylama neredeyse gelenekselleşmişti, çoğunlukla reddedilir, kimi örneklerdeyse Meclis’ten geçmezdi. Bu kez hangi dengelerin oylamadan “evet” çıkardığını, ABD yönetiminin bu tasarıyı daha etkili bir silah olarak kullanmaya karar verip vermediğini kestirmek güç.
Önce iddialardan başlayalım. Bunların sayısız varyantı var, iç içeler, biri diğerinin içinden türüyor, öteki bir başkasının “mutlak gerçek” olarak kabul edilmesinden yararlanarak kendine sahicilik kazandırıyor...
Ama yine de anlamak ve değerlendirmek için bunları ayrıştırmak gerekli.
Türkiye’de yaşananları, sistem içi iki farklı hizbin mücadelesi olarak tanımlamak yanlış olmasa da eksikliydi. Basit bir hegemonya mücadelesi değildi söz konusu olan. Türkiye’nin kapsamlı bir dönüşüm projesi doğrultusunda yeniden yapılandırıldığını söylüyor ve taraflardan birinin bu proje adına hareket ettiğini her fırsatta dile getiriyorduk.
Genelkurmay Başkanı “sabrımızın bir sınırı var, gerekirse biz de bildiklerimizi halkla paylaşacağız” diyerek neyi kastetti? Şantaj ya da pazarlık olarak nitelenebilir hiç kuşkusuz. Temelsiz, boş bir tehdit olarak görmek ise mümkün değil elbette. Nitekim Türkiye’nin bu çok özgün döneminde kendi alanlarında Oscar’a aday Bülent Arınç ve Ahmet Altan dışında kimse “sıkıysa açıkla” tepkisi vermedi.
Demokrasi sınıfsal bir meseledir konusunu geçiyorum, Marksizm ama özellikle Marksizm-Leninizm “kimin için demokrasi” ya da “kimin demokrasisi” sorularıyla emperyalist dünyanın sahte “halk iktidarı” kurum ve sembollerinin bütün havasını epeydir söndürmüş durumda.
Cumartesi sabahı, yanımdaki yolcunun gazetesinden göz ucuyla nasiplenirken gördüm o başlığı: CD KAYDINDA O SÖZLER YOK! Görmemem olanaksızdı, Hürriyet’in birinci sayfasının beşte biri yalnızca bu başlığa ayrılmıştı. Sağlam miyopumdur amma gözlüğü çıkarsam yine zorlanmadan sökerdim iki satıra yaydıkları manşeti.
“Türkiye nereye gidiyor”, bugün daha çok “siyaset”in konusudur. Sosyolojik değerlendirmelerin işaret ettiklerine fazla güvenmek olmaz, en sıkıntılısı, nicel büyüklüklerle nitel yargıların iç içe geçtiği saha araştırmalarından sonuç çıkarmaya kalkmaktır.
TEKEL işçileri “genel grev” istiyor. Bunun etkili olacağını bildiklerinden... Bir de, “üzerimizdeki yükü biraz olsun paylaşın” demiş oluyorlar.
Haftalardır Türk-İş Genel Merkezi’ne bu taleplerini iletiyor, bu taleplerinin gerekçesini kendilerini ziyarete gelenlere ve fırsat buldukça Ankaralılara anlatıyorlar.
Aslında bundan daha açık ne olabilir ki?
TEKEL işçisi suçludur... Hükümetin “mağdur”u ve “mazlum”u büyük bir maharetle oynamaya devam ettiği, açılım üzerine açılım patlattığı bir sırada Erdoğan ve arkadaşlarını ait oldukları dünyaya, zalimlerin, zenginlerin, arsızların dünyasına postalayıverdiği için suçludur.