Bizde az sayıdaki meraklısı tarafından bilinen muhteşem İtalyan senfonik rock topluluğu Premiata Forneria Marconi’nin (P.F.M.) on yıllar sonra yeniden konser vereceğini öğrenince üşenmiyor, bilhassa bunun için atlıyor uçağa gidiyor. Bir daha ne zaman, nerede seyredecek? Üstelik konserin özel konuğu Van Der Graaf Generator’ün beyni Peter Hammill.
Şayet terazinin kefelerine yerleştirirsek müzisyen ruhu sanki biraz daha ağır basıyordu, yöneticilik kısmına Hakan Kurşun’un, ama bilgi birikimi ve ileri görüşlülüğü ile o koltuğu sonuna kadar hak etmişti. Ben kendisini 2004 yılında EMI Türkiye Genel Müdürlüğüne gelişinden evvel tanırdım, ama bu mevkie geldikten sonra daha sık görmeye başlamıştım.
Haber -rahmetli Tanju Duru ile birlikte tanıdığım, eski eşi- Canan’dan geldi, müzik dünyasındaki mevcut tıkanıklığın hızla büyüdüğü, piyasada kepenklerin birer birer indiği günlerde; Pepo batıyordu. Banka borçları, krediler ve faizler boğucu bir hale gelmişti. Üstelik bataklıkta çırpınırken birkaç kez de dolandırılmıştı. Hacizden kurtulmak için tek çaresi bütün malları toptan satmaktı.
Meral Hanım’ın Aslı Han’daki iki kişinin kıç kıça değmeden plak bakamayacağı dükkânında tanışmıştık Gökhan Aya ile. Kıvrak bir zekâya sahip olduğu sadece derin bakışlı zeytin karası gözlerinden değil, onlara aynı kıvraklıkla eşlik eden cümlelerinden ve spesifik müzik bilgisinden de hissediliyordu.
Akmar Pasajı’na 1991 yılında geldiklerinde bir yanlarında Pentagram, öte yanlarında Laterna, üç dükkân sağlarında Atlantis, karşılarında gerçek bir alt-kültür yuvası olarak Villa Kafe vardı. Pasajın en bilindik yeri ise akademideki resim öğrencilerinin ve ressamların favori malzeme tedarikçisi Tualsan idi.
O klasik temayı bilirsiniz. Şeytanın başrolde olduğu korku filmlerinde, önce uygun bir beden aranır, bulunur ve içine girilir. Devamını anlatmaya gerek yok, biliyorsunuz işte, bunlardan yüzlercesini izlemişsinizdir.
Bu hikâyemizdeki şeytan yeşil değil siyah. Durun, hemen öyle inanmayın korku filmlerine, bu şey (her neyse) zaten şeytan da değil, olsa olsa bir melek…
SHP’li Murat Karayalçın dönemi. Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kent Orkestrası’na saksofoncu olarak çağrılıyor. Ancak hemen öyle peşinen heveslenme, memur kadrosunda yer açamıyoruz, o yüzden mevsimlik işçi statüsü ile çalışacaksın diyerekten.
Doksanlı yıllara yeni adım atılmıştı. Etrafta kuvvetli “değişim rüzgârları” esiyordu. Müzik piyasasında da neredeyse her gün yeni bir zamazingo icat edilip piyasaya sürülüyor, cebinde parası olanların akılını başından alıyordu. Eskiye dair ne varsa, hemen o gün demode ilan ediliyor, tarihin çöplüğüne gönderiliyor, yeniye geçme konusunda önüne geçilemez bir heves yarışı hüküm sürüyordu.
Nazi döneminin ideal Alman kadını ile Fransız Yeni-Dalga sinemasının kısa sarı saçlı serseri kızı arasında bir yerde fotoğraf verir Punk Aslı. Yok, bu tarif çok eskilerde kalmış diyorsanız, size bir Andy Warhol kızı Edie’yi ya da Blondie’nin Debbie Harry’sini verelim o zaman, başka örnekler olarak.
Burak Bedikyan benim komşum. İlk kez birbirimizi gördüğümüzde aramızda epey bir yükseklik farkı vardı; ben apartmanın penceresinden aşağı sepet sallandırırken, o şiddetli yağmurun altında, üzerindeki yağmurluğun içine sığınmış vaziyette ve elinde ilk CD’si ile bekliyordu.
Benim için bir karı-koca olarak bilimde -keşifleriyle insanlığa yön veren- Marie ve Pierre Curie, edebiyatta -diz dize 10 Martin Beck Polisiyesi yazan- Maj Sjöwall ve Per Wahlöö neyse, müzik yayıncılığında da Işık Tabar Gençer ile Ferruh Gençer odur.
Akmar Pasajı’na yapılan palavralarla dolu “satanist baskını”ndan üç yıl sonrası. Köprüden atlayarak intihar eden genç kızın vücudundaki alakasız döğme malzeme olmuş bu kez, cehaleti küstahlıkla ustaca buluşturan fırsatçı medyaya.
Kıvırcık saçları, zeytin bakışlı kara gözleri, elma yanakları, cemalini kibarca çevreleyen gıdısı, yuvarlak balıketi hatları, kalın sesi, kollarını sallayarak kostaklanan erkeksi yürüyüşü ve canlı renklerle bezenmiş alacalı bulacalı, ama rüküş olmayan giyimiyle, erkeklere ait gece hayatının ortalık yerinde amansız bir kavgaya tutuşmuş Amazon savaşçısı gibiydi Gizli Bahçe Nilgün (Ercan).
Önleri dökülmüş arkaya taralı kül rengi uzun saçları, Abraham Lincoln sakalı, çerçevesiz gözlükleri ve ince gülümsemesiyle tam bir inanmış eşkaline sahipti.
Türkçe plak muhabbetinin koyulaşmaya, ürünlerin internet üzerinde “iyi” paralara alınır satılır olmaya başladığı zamanların ilk sanal kahramanlarından biriydi, “matara” kullanıcı ismiyle Özkan Sağlıksunar.
Dükkândan içeri girdi, cam gibi parlayan, fıldır fıldır dönen kocaman ışıklı gözlerini üzerimden ayırmadan yürüdü, heyecanla sordu:
- Sen Stüdyo İmge dergisindeki “Punk Kozasından New-Wave Kelebeğine”, “Brian Eno”, “Electronic” yazılarını yazan o abi değil misin?
Memleketin en büyük J.J. Cale manyağı sanırdım kendimi, Eyüp İblağ’ı tanıyana kadar. Ne gaflet, oysa benim tüm yaptığım plaklarını toplamak, birbirinin peşi sıra defalarca dinlemek ve sevdiğim insanlara tavsiye etmekle sınırlıyken, bu konuda ancak nallarını toplayabileceğim bu adam, yıllar önce ustayı -evet, sadece ustayı- buraya getirebilmek için organizasyon şirketi kurmuş.
Gözlerimin içine bakarak, kararlı bir ses tonuyla konuşuyordu, çünkü elindeki plağa yürekten inanıyordu:
- Abi mutlaka al bu plağı…
En büyük takıntısı Jefferson Airplane’in “Surrealistic Pillow” plağıydı. Her bulduğunda almış, arşivine eklemişti; yok efendim bu farklı ülke baskısıymış, bunun seri numarası değişikmiş, burada kapak fotoğrafı soluk çıkmış derken aynı albümden tam 14 tane olmuş, farkına varmadan.
O da aralarındaydı, yaş henüz 18…
1987 yılında devletin Kocatepe Camiine otopark yapmak üzere istimlak ettiği arsanın üzerindeki evi işgal etmişler, içinde komün hayatı kurmuşlardı. Sert görünüşlü, ama romantik melankolik çocuklardı.
Sadece 1,5 yıl ayakta kalmış 1985 yılında kurdukları amatör topluluk. İsmi Metallians. Besteleri yoktu, hard-rock, heavy metal kavırları çalıyorlardı. Hatta bir kez memleketlerinde, Bursa Spor Salonu’nda 5000 kişinin önüne çıkmayı başarmışlardı. Sonra üniversite sınavları, aile tercihleri derken dağıldılar.
Bir tarafı pastel renkleriyle, rengini taşıdığı doğasıyla özdeş Yeşil Bursa, öte tarafında sanayii kenti... Ezelden sağcı, AP’li Demirelci, sonra AKP’li, karşılarında siyah giyip gitar çalıp kafa sallayan gençliğiyle Anadolu’nun en güçlü eski Rock-City’si Bursa...
Gündelik hayatımızın kalabalığını tasvir eden yağlıboya tabloların en uzağında yer alan, belli belirsiz görünen flu figürlerdir onlar. Esas oğlanların arkasındaki figüranlardır ya da basbayağı bildiğiniz sahne dekorları.
Aptül ile dostluğumuz komik bir husumet münasebetiyle başladı.
Unutkandı, -belki de gereksiz gördüğü şeyleri siliyordu hafızası- ahizeyi kaldırıp kulağına dayadıktan sonra aklına gelirdi sormak: “benim evin telefonu kaçtı ya?”.
1993 Şubatı iyi kış yapmış, günlerce yağan kar ayak bileklerini saran yarım botların seviyesini aşmıştı. Beyaz örtünün iktidarını ilan ettiği bir akşamüzeri, “terörle mücadele” ekipleri, Fındıkzade’de kalabalık bir bekâr evini basmıştı.
Doksanlı yıllarda underground camiamızda ismiyle kişiliği arasında tezat yaratmış biriydi Mümtaz Eryaman. Çünkü isminin taşıdığı mananın aksine seçkinlerden -kendini öyle ikram edenlerden- nefret eder, hayatın her damlasını kimselere üstünlük taslamayan bir sadelikle içerdi.
Underground dünyamızın namlı luzırları, ele avuca sığmaz aykırı çocukları, laf söz dinlemez “seni gidi yaramaz”ları, yeri geldiğinde işini bilen raporsuz çatlakları… Alınmayın, gücenmeyin, hiç kusura bakmayın; sizler ancak aranızda ikincilik için yarışabilirsiniz, çünkü bu tartışmalı olmayan alacakaranlık listede ilk satır Parkinson Şeref’e ait.
Yağmurun o gün sokağa çıkanlara pek de merhametli davranmadığı bir gündü; Unkapanı plakçılar çarşısının alt katı ayak bileklerini aşacak seviyede sular altında, merdivenler baraj bendine dönmüştü. 1974 yılının kurban bayramı arifesinde, esnafı, amelesi yarım işgününü tamamlamış, akraba ziyaretleri ve tanzim edilecek etler uğruna alelacele kaçmıştı.
Rock Dünyası adında bir dergi vardı, ortalıkta -metal fanzini Laneth bir yana- Boom Müzik ve Blue Jean dışında müzik yayınının olmadığı1991 yılında işe fotokopi yoluyla çoğaltılarak başlamış, ardından aylık periyoda bağlamış -ki ona da ayak uyduramamış- bir “rock kültürü dergisi”. Üç yıl içinde güç bela 15 sayı çıkabilmiş, matbaa parası bulunamadığı için -hazır olduğu halde- 16.
“Hayır, yok, yok ama bak şimdi bir de şöyle bir şey var ama”…
Neredeyse her muhabbeti hararetli bir tartışmaya dönüştürmekte ustadır. Sizi yanıtlayacağı her cümleye, üç aşağı beş yukarı böyle ya da o sözcüklerin başka başka şekillerde dizilmiş versiyonuyla başlar.
“Ama bak şimdi, bi saniye, bi saniye”…
Akmar pasajının dükkânlara yuvalanmış dâhili kahramanları kadar, kapı önüne, karşısına, ötesine berisine mevzilenmiş harici mücahitleri de etkiliydi, rock müzik adı verilen haklı davanın Kadıköy semti sathında hararetle savunulmasında.
Bakırköy Meydan Tayfası, doksanlı yıllarda İstanbul rock camiasının şüphesiz en müstesna kalabalığıydı.
Akmar ziyadesiyle karanlık bir yer. Güneş ışığından nasibini alamayan dükkânlar ampulleri elverdiğince aydınlanır burada.