93 yıl oldukça iyi bir süre, planlı programlı yaşayan, üretken ve yetenekli bir insanın ömrü için… Hele ki adınız Yusef Lateef ve yaşamınızın son yazına değin nefesinizi dünya turnelerinde tüketen, zamanını konser salonlarında, ışıklı sahnelerde ve kayıt stüdyolarında geçiren efsane bir müzisyenseniz…
Haliyle uzun saçlı, ne de olsa rakçı, hem de sert çocuklar koğuşundan. Ufak tefek, sarışın ve renkli gözlü, bu yanıyla turist gibi. Sürekli gülerek konuşuyor, heyecanlı ve bıcır bıcır, bu haliyle bizden biri.
Hani yaygın bir bakkal alışverişi hitabeti vardır: “iki ekmek, bir süt, bir gazete”. Bakkaldan ne ekmek alıyorum, ne de süt, endüstriyel oldukları ve içinde kimyasal katkı maddeleri içerdikleri gerekçesiyle. Ancak gazete derseniz, bak onu alıyorum, hem de üçer beşer…
Bir kitap düşünün, memleketin rock müzik tarihi üzerine. Yarısı hatırat ve albüm kapaklarından oluşan fotoğraf albümü, geri kalanının yarısı yine resim, son çeyrek ise kupür, haber ve ansiklopedik tarih bilgisi.
İstiklal Marşı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün direktifiyle yeniden düzenlendi, içerik olarak değil, müzikal açıdan…
İçeriği çok tartışılıyor, tartışılacak da insanın insanı sömürmediği bir dünya sistemine, sınırların bir anlam ifade etmediği bir geleceğe değin…
Her ölüm erkendir, ama bu bir başka erken oldu… Virtüöz basçı Kürşat And, 8 Ekim 2013 sabahı, 49 yaşındayken yaşama veda etti.
Tam 20 yıl oldu, memlekette ilk hard-rock metal albümü “Babaanne”yi çıkaran Whisky topluluğunun kurucusu Kamil Özaydın’ın aramızdan ayrılışı.
Serdar Kadakal, Kadıköy’ün köklü konser mekânlarından Shaft’ın 12 yıllık tonmaysteri 13 Eylül Cuma gecesi işyerinde kalp krizi geçirdi ve yaşama veda etti.
35 yaşındaydı, 1996 yılında ufak tefek bedeniyle ters orantılı kalbinin kapakçıkları değişmiş ve düzenli ilaç kullanmaya mahkûm olmuştu.
Tanışıklığımız ilk telefon vasıtasıyla gerçekleşmişti, Borusan’ın sezon açılış konserine davet etmek için aramıştı. Ertesi gün İstiklal Caddesinde bulunan mekânın kapısının önünde karşılandım, elinde bir davetli listesi, yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı.
Eğer caz müziğine, özellikle altmışlı, yetmişli yılların hard-bop akımına meraklı değilseniz, Cedar Walton adı size bir şey ifade etmeyebilir. O halde size onu anımsatabileceğimiz en net fotoğraf, ünlü Round Midnight filminden alınmış bir kare. Sahne New York’un caz kulüplerinden birinde geçer. Sahnede iki dev çalıyor, saksofoncu Dexter Gordon ile trompetçi Freddie Hubbart.
O günün gelmesi iple çekildi. Mevsimler, aylar sayıldı hatta son bir iki hafta kala da her gün geri sayım yapıldı.
Camide içki içtiler dendi, tutmadı. Polise saldırdılar dendi, sonuç vermedi. Başörtülü anneyi dövdüler dendi, etkili olmadı. Bunun üzerine hepsini dışarı aldılar, oyuncu değişikliğine gittiler… Ve esnafı sahaya sürdüler…
Kardeşi Niyazi ile abi-kardeş hukukunu çoktan geride bırakmış olmamıza karşın, Kazım Koyuncu ile münasebetimiz merhabalaşmaktan ve kuru kuruya hal hatır sormaktan öteye geçmemişti.
İstiklal Caddesi’nin nemli kalabalığında vuku bulan rastlaşma, ortak dertleri ve umutları gizleyen birkaç cümlelik diyalogla sona erdiğinde, aynı yerde durduğumuzu teyit edercesine ayrılırdık.
Yan yana görmeye alışık olmadığımız sayısız kesimi bir araya getirdi ve fotoğraflarını çekti Gezi Direnişi sosyalisti anarşisti, Kemalist’i sivil toplumcusu, Ermeni’si Kürdü, geyi lezbiyeni ve futbol taraftar grupları...
Müziğin GDO ile tanıştığı günler, hızlı çoğaltıldığı ve paylaşıldığı günler… Aktarılacak pek öyle güzel anı falan da yok, internete dial-up ile bağlanırken Sigur Ros’un “Agaetis Byrjun” albümün bir haftadan uzun süre beklemiş olmamın dışında. Belki de bu albümü plaklar kadar zor elde ettim diye çok seviyorum. Ancak ondan sonra yeni çıkan hiçbir albüme aş erme zevki yaşamadım.
O küçücük lanet plastik kutuyu ilk kez Kent Elektronik firmasının o vakitler pazarlama müdürlüğünü yapan Afşin Akın’ın elinde gördüğümde, bilinçaltım itiraz etmemi istedi. Plaklara aşırı düşkünlüğümden kaynaklanan bir önyargı mı acaba?
Richie Havens’i ilk kez VHS bir videodan izlemiştim Michael Lang’in çiçek çocuklarına 1969 yılındaki mecburi hediyesi Woodstock hakkında bir müzik videosuydu. Özellikle rock müziğini bastıbacak günlerinin en güzel köşesine yerleştirmiş biri için tarifsiz derecede etkileyiciydi, hatta (bana bu videoyu ilk izleten Apaçi Ayhan abim kızmasın ama) Jimi Hendrix’ten bile!
Demir Leydi öldü, ezber bozuldu. Ne badem gözlü oldu, ne de arkasından söylenmedik laf bırakıldı. Teessüf ediyorum, sadece İngiliz pop müziğine yaptığı katkılar bile bu yapılanların haksızlık olduğunu ispata yeter.
Hayatımızın kasetli yıllarında, iple çekerek ulaştığımız müzikler akıllarımıza hiç çıkmamacasına kazınmıştı. Kasetlerin üzerindeki her bilgiyi el yazısıyla geçerdik kâğıda eğer bu bilgiler bir plağın içinden aktarılmıyorsa, yeni plakları çalan radyo programlarını aportta beklerken, bir yandan da kâğıdı kalemi hep hazır tutardık.
Ay sonunu zor getiren dar gelirli bir belediye emekçisi şoförün oğlunun, 1976 model fiyakalı bir ITT Schaub-Lorenz SL 58 (seksenli yıllarda müzik setleri gelince pabucu dama atılmıştı) sahibi olması pek öyle sınıfsal pozisyonlarla açıklanabilir bir şey değildi, henüz yetmişli yılların sonunda.
Eskiden toplaşırdık, o gün kimin ailesi gezmeye gidiyorsa, yani kimin evi boşsa onun evinde. Ekseriya nüfusu az ailenin müstakil oda sahibi ferdi olurdu bu kişi hani öyle annesinin ya da ablasının gelip bize bulaşmayacağı, “bu ne gürültü”, “bu dumanda nasıl oturuyorsunuz?” demeyeceği.
Bugün parayı bastırıp Amerika’ya giden ya da iki sınavı geçen herkes konservatuvarda caz eğitimi alıyor, ancak geride bıraktığımız yüzyılın ilk yarısının sonlarında durum pek böyle değildi. Racon öğrenmeden, ezilmeden bu hayatı tanıyamazdınız. Hatta torpil dilenmek ayıplanır, babanızın ait olduğu sınıf geçer akçe sayılmazdı.
Derler ya, nevi şahsına münhasır insan. Oysa ne kadar azdır bu sıfatı hak edenler. Onlardan biri ayrıldı geçtiğimiz Ocak ayının 29’unda aramızdan, 65 yaşında iken… Butch (Lawrence Douglas) Morris, bir başka telaffuzla Lawrence D. “Butch” Morris, olmazsa Butch Morris de diyebilirsiniz ya da hiç bilemediniz sadece Butch…
“Smoke On The Water” şarkısını bilirsiniz, hani şu her gece barlarda en az iki kere çalınan, sert riff’li en meşhur Deep Purple parçası. Peki, bu parçanın müsebbibini bilir misiniz?
Adamın adı Claude Nobs, dünyanın en önemli caz festivali olan Montreux’nun kurucusu ve başkanı Atlantic Records’un sahibi Ahmet Ertegün’ün de yakın arkadaşıydı...
90 yaşında. Yüzde doksanın üzerinde bir oranla göremiyor, elindeki lupuyla (bir nevi büyüteç) sadece tek tek harfleri algılayabiliyor. Karşısındakini siyah beyaz bir siluet halinde güçlükle seçebiliyor. Maalesef artık okuyamıyor ve yazamıyor.