Soner Yalçın: Ergenekon ve Balyoz operasyonları Türkiye'nin renkli devrimleridir

Odatv davasında uzun süren tutukluluğunun ardından tahliye olan gazetesi Soner Yalçın soL gazetesinde konuştu.

Odatv Davası’nın 27 Aralık günü gerçekleştirilen son duruşmasında tahliye edilen Soner Yalçın soL gazetesine önemli değerlendirmelerde bulundu.

Bugün soL gazetesinde yayınlanan Hatice İkinci'nin haberi şöyle:

1991 yılında “2000’e Doğru” dergisinde stajyer olarak çalışmaya başladığımda Soner Yalçın, büronun iki yıllık deneyimli muhabiriydi. 2000’e Doğru dergisinin ardından Aydınlık gazetesi ve Show TV Haber Merkezi’nde de mesai arkadaşlığımız uzun yıllar sürdü. Özellikle Aydınlık gazetesinin Ankara Bürosu’nda, Yalçın’ın JİTEM’i anlattığı Binbaşı Cem Ersever’in İtirafları kitabını hazırladığı sırada, Ersever’le yaptığı uzun mülakatlara, Ersever’in öldürülmesinin ardından aldığı ölüm tehditleri ve bir süre saklanarak yaşamak zorunda kalmasına tanıklık ettim.

Gazete bürosu o yıllarda, bugün Darbe Komisyonları’nda tartışılan Çiller Özel Örgütü, JİTEM’in varlığı, Orgeneral Eşref Bitlis’in düşen uçağının ardındaki sır perdesi, arka arkaya öldürülen Kürt işadamları cinayetleri ve Veli Küçük-Yeşil bağlantıları haberleriyle boğuşuyordu. O bürodan başta Hikmet Çiçek olmak üzere birçok isim, bugün Ergenekon üyeliğinden cezaevinde yatıyor. 12 Mart’ın ardından 14 yılını cezaevinde geçiren Hikmet Çiçek’in bugünlerde mahpuslukta 19. yılını doldurduğunu hatırlatmak isterim. O yıllardan sonra çoğumuzun yolları ayrıldı. Eski arkadaşım Soner Yalçın’la uzun yıllar sonra bu röportaj için bir araya geldik.

Dışarıya çıktığında ilk sözlerinden biri “kavga edenler, dışarıda bir kişi fazlasınız artık” oldu. Bu “artık” ile başlamak istiyorum, daha önce kavgada yok muydun?
Meseleyi böyle görmedim ben. İki yıl öncesine dönersek, büyük bir kafa karışıklığı vardı. Ergenekon sürecini, Balyoz sürecini, iki şekilde ele almak gerekiyor. Bir, işin hukuki yönü var, ikinci olarak siyasi yönü var. Ben meseleye gazeteci yönüyle baktım her ikisinde de. İddianameyi okuyunca gördüm ki gerçekten çok uyduruk bir iddianameydi, bir hukuk katliamı vardı. Bu duruşmaları ve iddianameleri haber yapmaya başladık.

Hürriyet’te bile ben, Ergenekon meselesinin sadece Türkiye ile ilgili olmadığını, Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna örneği olduğunu yazdım. Buralarda da özel televizyonlar, radyolar kurdular kendilerine “sivil hareket” diyen ve hepsi Soros’la beslenen hareketler. Buralarda “renkli devrimleri” yaptılar. Türkiye’de de bu yapılmaya çalışıyordu.

Bunu derin devlet olgusu olarak da lanse ediyorlardı. 26 yıldır bu konuyla uğraşan biri olarak Gladio’suz, içinde NATO’su olmayan, ABD’si olmayan bir derin devletin olamayacağını biliyoruz. ABD ile birlikte yaptılar o operasyonları, Emniyetin ABD’ye verdiği brifing meselesi, onay aldılar orada. Rahip Santaro cinayeti, sonra da Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant Dink cinayeti. Bunlar Avrupa merkezli Batı’yı ikna için yapılan eylemlerdi. Ya öldürüldüler ya da öldürülmelerine göz yumuldu. Nedim Şener’in bu kadar lime lime edilmesinin nedeni, bu cinayetlerde Cemaatçi polislerin aldığı rolü yazmasıdır. Büyük bir operasyondu ve Türkiye’nin dönüştürülmesine yönelikti.

Türkiye’ye biçilen yeni rol neydi sana göre?
İran’a saldırsın, Suriye’ye saldırsın. Oralarda ABD yerine, İngiltere yerine bekçilik yapsın. Soros’un bir lafı vardır ve çok önemlidir: Türkiye’nin en büyük ihraç kalemi Mehmetçik’tir, diyor. Net olarak söylemiş adam her şeyi, onun yapısını oluşturuyorlar şimdi.

NATO, Kontrgerilla ya da Gladio ve derin devlet bağlantısını kuramayan gazeteciler sadece bu ülkede yaşıyor olmalı?
Bunlar olmadan olmaz. Ergenekon’a bakıyorsun, bu adamların böyle bir şeyle ne ilgisi var? Şimdi bunu yazmaya başlıyorsun, bunu yazmaya başladıktan sonra da azgın bir koro var medyada. Bu azgın koro herkesi ulusalcılıkla, faşistlikle her şeyle suçluyor. Diğer yandan gazetecilik var nasıl gözünü kapatabilirsin bu gerçeklere?

Şimdi, kendi hayatıma baktığım zaman, iyi bir hayatım vardı benim. Herkesin yazmak istediği bir gazetede yazıyorum, televizyonda işlerim var, belgeseller yapıyorum, kitaplar yazıyorum. Fakat bir yol ayrımına geliyorsunuz tüm bu meseleler karşısında.

Ben kişisel hayatımdan biliyorum gerçek sonsuz, başarı ölümlü ve şöyle bir yol ayrımına geldi Türk medyası: Başarıya endeksli gazetecilik ya da gerçeğe endeksli gazetecilik. Başarıya endeksli gazeteciler koltuktu, ündü, şöhretti, paraydı, bunun için gazetecilik yapıyor.

Bu süreçte “bana da bulaşabilirler” dedin mi?
Türkiye’de büyük bir yangın varsa “bana kıvılcım değmez” demek aptallık olurdu. Türkiye’de büyük bir yangın var, Türkiye’yi dönüştürmek istiyorlar. Ben ölümü göze alarak yazmışım. Cezaevi bizim sol mahalle için ne ki, cezaeviyle mi korkutacaksın beni. Bana ölüm tehditleri yollamışsın, Cem Ersever kitabını yazdığımda bana zarf içinde nüfus cüzdanımı göndermişsin.

Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte, yine karşımda o derin yapılanmayı gördüm. Devleti ele geçirmiş, özellikle emniyet ve adalette bir Cemaat olgusu var. Bu Cemaat olgusu görülmeden gazetecilik yapılamaz. Burası Türkiye, 170 yıllık bir basın tarihimiz var. Bu tarihte nice meslektaşımız bu gerçek aşkına canından olmuş. Ne yapacağım? Ün, şöhret, paraya dayalı bir hayat mı seçeceğim? Beraber çalıştığım insanlardan bazıları safını “başarı”dan yana seçti.

Buna başarı isteği diyebilir miyiz sadece, belki de saflarını böyle seçmişlerdir?
Hayır ya, sadece koltuk için yapıyor. Çünkü başka türlü onun öyle bir şansı var mı, öyle bir birikimi var mı? Saflarını diğer yönde seçseler bile onlarda öyle bir birikim mi var, öyle bir deneyimi var mı?

Analitik kafaya sahip, deneyimli gazeteciyi yok ediyorlar, işsiz bırakıyorlar, korkutuyorlar, pasifize ediyorlar veya cezaevine atıyorlar.

Galiba en çok hırpalanan gazeteci sen oldun. Cezaevine girdiğinde seni sahiplenmekte bile zorlandı insanlar. Sen nasıl değerlendirdin tüm bunları?
Kıskançlık var, bunu yok sayamazsınız. Benim üzerime bu kadar çok gelmelerinin sebebi, ben merkez medyada olan ve inadına dik duran biriydim. Bu inadına duruşumu daha da büyütmek, bir televizyon kurmak istiyordum. Bir Soner Yalçın televizyonu gibi değil bir çeşit gazetecilik kooperatifi gibi bir şey planlıyordum. Biz bu sıradan kötülüğe nasıl mahkum olduk? Bu bayağılığa üzüldüm ben.

Daha önceki haberciliğin çok tartışıldı: Özel hayatlarla uğraştığın, bazı haberlerinin spekülatif olduğu söylendi. Yahudi düşmanı bile oldun. Ne diyorsun?
Biri de bir kitabımı okuyup söylesin bunları. Kürt düşmanı diyorlar, bırak haberi falan 12 tane kitap yazmışım. Bu kitapların içinden bir cümle çıkartsın biri ya, bir cümle sadece. Ben Musa Anter gazetecilik ödülü almış bir gazeteciyim. Herkes susarken ben Kürt iş adamlarının öldürülüşünü yazmışım. JİTEM diye bir şeyin varlığından söz ediliyorsa benim sayemdedir.

Açsınlar baksınlar “Siz Kimi Kandırıyorsunuz” kitabıma. Bu kitabı Hrant Dink’e ithaf etmişim, “Bizim Ermeniler” diye yazı yazmışım ben. Hrant Dink yaşasaydı, bugün bizim yanımızda olurdu.

Bunların hiçbiri Efendi kitabını okumamışlar. Ben, Cem Ersever’in İtirafları’nı yazarken, faili meçhul cinayetler, kontrgerillayı yazdım. Sonra bu kontrgerilla ile sivil iktidarın ilişkilerini Reis’te anlattım. Abdullah Çatlı’yı yazmışım ben, Gladio’nun tetikçileri kimlerdir? Oradan tetikçilerin istihbaratla olan ilişkilerine gelmişim ve bu ilişkiler Hiram Abas’ı anlattığım Bay Pipo’da yazmışım.

Sonra devlet oligarşisine gelmiş sıra. Efendi onları anlatıyor işte, devlet oligarşisini anlatıyor, gerisi laf.

‘Aralarına kuşku girdi bir kere’

Odatv davasına gelmek istiyorum. Sen, kendi davanı diğerlerinden ayırıyor musun? Bu davanın yukarıda sözünü ettiğin büyük resimdeki yeri nedir?
Hayır. Ben burada birincil önemdeki dava olarak Balyoz’u görüyorum. Tüm bu olanları bir yere oturtmamız lazım. Türkiye’den istenen bu “büyük ordu” ve “Kemalizm etkisi”, bunların değişmesi lazımdı adamlara göre. İyi de bu öyle pat diye, elini şaklatınca değişecek bir şey değil.

Türkiye dönüştürülmek isteniyor. Bunu yapan da, Türkiye’deki iç dinamikler değil, dış yapı. Yani, TSK’yı 700 bin kişilik yapısından daha profesyonel, daha küçük, daha paraya dayalı bir ordu haline getirip Suriye’ye sokmak istiyorlar. İran’a sokmak istiyorlar. Yeni Ortadoğu’nun bekçisi yapmak istiyorlar. Bu büyük manzarayı, siyaseti okuyamıyoruz.

Birinci operasyon Ergenekon’dur ve bir nabız yoklamasıdır. Yavaş yavaş topladılar ve kamuoyu oluşturmaya başladılar. Asıl hedef ise Balyoz’du, TSK’ydı. Bu iki operasyonu, AKP ve Cemaat birlikte yaptı. Bundan sonra Cemaat siyasal iktidardan bağımsız bir devlet yapılanması oluşturmaya başladı.

Bir ikinci operasyonun başlangıcını Odatv ile yaptılar. Odatv bir medya operasyonuydu. Bu büyüyecekti. Bizimle birlikte, dikkat et, ilahiyatçılara operasyon yapıldı. Bana göre Cemaatin Diyanet ve ilahiyat fakültelerine yönelik gözdağı verme ve ele geçirme operasyonlarıydı bunlar.

Cemaat, bu operasyonlarla birlikte tam olarak ne yapmaya çalıştı?
Cemaatin tamamen dizginleri ele geçirme operasyonlarıydı bunlar. Ben Fenerbahçe’yi de oraya katıyorum ben, artı Cüppeli Ahmet Hoca’yı da oraya katıyorum, o da Nakşibendiler’e yönelik bir operasyondu. Milli Görüş ve AKP bunu gördü.

Sözünü ettiğin bu ikinci dalganın asıl hedefi neydi?
İkinci dalga Cemaatin, tamamen kendi devletini, derin devlet dediğimiz yapısını daha da büyütmek istemesi operasyonudur. Bu ikinci operasyon tamamen Cemaatin kontrolündeydi.

Odatv bu ikincil dalganın başlangıcıdır. Ergenekon ve Balyoz hükümet-Cemaat işbirliğidir ama Odatv ve arkasından gelenler Cemaat operasyonlarıdır. Fenerbahçe de, bir hükümet operasyonu değil, bir Cemaat operasyonudur.

Cemaat, güç alanını AKP’ye rağmen mi genişletmek istiyor? Ne zaman ayrıldı yolları?
“AKP’ye rağmen” sonra oldu. Odatv operasyonuyla başladı, MİT operasyonuyla son buldu. MİT operasyonuyla ipler tamamen koptu.

Bir güç kavgası mı var sadece burada? Yoksa tarafların temsiliyetinde de mi bir farklılık oluştu?
Cemaat AKP’yi önemsemedi ki. Bunlar kendilerine uluslararası ilişkilerinde de bilerek, özellikle İsrail ilişkilerinde o kadar büyük bir güç atfetti ki, bir süre sonra “ben AKP’yi de değiştirebilirim” dediler.

Cemaatin ne anlama geldiğini biliyoruz hepimiz. “Cemaat ABD’yle birlikte AKP’yi değiştirmek istedi”, bunu mu diyorsun?
Bu iki taraf, ayrı ayrı uluslararası dengelere oynayabilirler. Mesela İsrail önemli bir meseledir. Cemaat tamamen İsrail’in yanındadır. Bakın Cemaatin yayın organlarına, inanılmaz bir Suriye ve İran düşmanlığı vardır. Diğer iç dengelere geldiğiniz zaman bir tarikatlar kapışması ve cemaatler kapışması var. Güçlü bir Nurcu tarikatı vardır, bir Nakşibendilik ve Milli Görüş diye bir şey vardır.

Şu anda aralarındaki gerilim hangi aşamada?
Artık araya kuşku girdi, bitti artık işbirliği. Bazıları diyor ki “onlar anlaşır”, hayır bitmiştir bu ilişki. Kadın erkek ilişkisinde bile, bir ilişkide araya kuşku girdi mi, o ilişki biter kardeşim.

Sözünü ettiğin bu “kuşku” ne zaman başladı?
Odatv ile başlamıştır, temel nokta ise MİT operasyonudur. MİT operasyonundan önce Taraf gazetesinde Beşir Atalay hedefti. O MİT operasyonuyla sıra Beşir Atalay’a, arkasından da Tayyip Erdoğan’a gelecekti.

Bunu gördü iktidar. MİT müsteşarı Cemaate yakın yayın organlarınca İran ajanı olarak gösterilmeye başlandı. Ortadoğu’nun nereye doğru gittiği belli değil mi, hedef İran değil mi?


SÖYLEŞİNİN DEVAMI YARIN SOL GAZETESİNDE…
Nasıl bir “çözüm süreci” gündemde? Olması gereken “çözüm süreci” ne olmalı?...
“Hem Ergenekoncu’yum, hem Öcalan’cı”…
“Paris cinayetleri gibi olaylarda çözüm basit”…
“Ahmet Türk İmralı’ya giderse buradan bir çözüm çıkar mı, diye sorarım”…
“Kendisine komünist diyen, ulusalcı olmak zorundadır”…
“Tarihin sarkacı sola dönüyor”… 22 Ocak Salı günü soL’da…