'Son Darbe: 28 Şubat' belgeseli ve hatırlattıkları: 90’lar ve bir başka medya tarihi

Daha yayınlamadan, bugün var olan medya ahlakına çok uygun bir şekilde “emek hırsızlığı” tartışmalarıyla gündeme gelen, “Son Darbe: 28 Şubat” belgeseli, geçtiğimiz günlerde Mehmet Ali Birand’ın sunumuyla CNN Türk’te yayınlandı. Okuyacağınız, yine aynı 11 yıl ve bir başka medya hikayesidir...

28 Şubat’ın damgasını vurduğu ve rahatlıkla, 1980’nin devamı olarak tanımlayabileceğimiz 90’lar, bu ülkede sadece 28 Şubat’ın değil, faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, “hayata dönüş operasyonları” adı altında cezaevlerinde işlenen cinayetlerin, ölüm oruçlarında kaybedilen hayatların, Kürtler’e, Aleviler ‘e yönelik toplu katliamların yaşandığı yıllarıdır aynı zamanda.

Ve tüm bu olanları AKP’yi iktidara taşıyan süreçten bağımsız olarak değerlendirilemez.

“Son Darbe, 28 Şubat” belgeseli, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1993 yılında ölümüyle başlıyor ve Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğuna oturduğu 2003 yılında sona eriyor.

Belgeselde, 11 bölüm halinde anlatılan bu 11 yıl, medyanın –bu gün olduğu gibi- o yılarda da, bu ülkenin acı çeken insanlarına gazete sayfalarını, televizyon ekranlarını kapattığı ve hemen her karanlık olayda rolünün bulunduğu yıllardır, aynı zamanda.

Birand’ın, o karanlık 11 yılı “masaya yatırmak” olarak adlandırdığı belgeselinde biz, bunları bulmayı ummuyoruz doğal olarak.

Özal’lı yıllar: Sokak infazları, basılan dergi büroları
Belgesel, Birand’ın “sıcak, bizden, aileden biri” olarak tanımladığı ve “ülkeyi çağ dışı ekonomisinden” bir iki yıl içinde "kurtaran", dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal güzellemesiyle başlıyor. Bu ülkenin, Özal’la birlikte tanıştığı “neoliberalizm” ve bu modelin doğasında yer alan “neoliberal vahşet” Birand’a göre çok “çağdaş” olmalı, ki, sözlerinden bunu anlıyoruz.

Birand, Özal’ın en çok önem verdiği şeylerin başında “düşünce özgürlüğü” nün geldiğini vurgulayarak başlıyor ilk bölüme.

Oysa, Birand’ın da çok iyi bildiği gibi, Özal’lı yıllar demek bu ülkede “sokak infazları, ev baskınlarında öldürülen üniversite öğrencileri, cezaevlerinde açlık grevi yapan gazeteciler ve basılan dergi büroları” demekti.

Özal’lı yıllar, “bir öğrenci evi, arkada yarım kalmış kahvaltı sofrası, yerde kalaşnikoflarla taranmış iki gencin” yer aldığı fotoğrafın “çatışmada ölü ele geçirilen iki terörist” başlığıyla haberleştirildiği medya demekti.

Çanakkale cezaevinde, yüzlerce yıllarla ifade edilen ceza istemiyle yargılanan ve açlık grevi yapan gazeteciler, dergi bürolarının basılması ve tüm çalışanlarının günlerce işkenceden geçirilmesi demekti Özal’lı yıllar. Ki, belirtmekte fayda görüyorum, o yıllarda işkenceden geçirilen gazeteciler arasında, bugün Ergenekon üyeliğinden cezaevinde yatan Soner Yalçın ve Hikmet Çiçek de vardır.

O yıllar, Birandlar’ın yöneticisi olduğu gazete ve televizyonlarda tüm bu yaşananların “çatışma”, “ölü ele geçirme”, ”terörist”, “hain”, gibi tanımların bol bol kullanıldığı haber metinleri olarak yer alması demekti.

Ve Çiller...
Yine Birand’ın tabiriyle, “cinsiyetiyle umut yaratan, rüya gibi, sarışın güzel kadın” Tansu Çiller ve Mehmet Ağar ikilisinin sahneye çıkışı...

Birand’a göre, bir günde yüz binlerce insanın işsiz kalmasına, iflas ve intiharların sıradan hale gelmesine sebep olan “5 Nisan” kararları, Çiller’in kendine duyduğu aşırı güvenin bir sonucuydu. Ülkeyi, sömürge ülke haline getirmek demek olan gümrük birliği anlaşması ise “Çiller’in arkadan dolanarak AB’ye girme uyanıklığı”ydı sadece.

İnsanların “yak yak” sloganları eşliğinde, kelimenin tam anlamıyla diri diri yakıldığı 2 Temmuz 1993 Madımak Katliamı yaşanırken “sarışın, güzel kadın” Başbakanlık yapıyordu bu ülkede.

Birand belgeselinde, Sivas Katliamı’nı anlatmaya, o sırada kitaplarını imzalamakta olan Aziz Nesin’in, muhtemel katil gösterici tarafından, “neden insanların fikirlerine saygı duymuyorsun” diye azarlayan görüntüsüyle başlamayı uygun bulmuş. Bu tercih bile Birandlar’ın yakın tarihe dair yaklaşımlarının ipucunu veriyor aslında.

Tam 35 cana mal olan Sivas Katliamı Birand’a göre, “devletin bir anlık gafletinin” sonucuydu. Ve biz, o günlerin Sivas Belediye Başkanı ve katliamın baş sorumlusu olarak anılan Temel Karamollaoğlu’na “o günün hesabını verirken” değil de “Refah Partili belediyelerin başarılarını” anlatırken rastlıyoruz belgeselde.

Tabi biz doğal olarak Birand’dan, Sivas Katliamı sanıklarının avukatlığını yapan sekiz AKP milletvekilinin adını duymayı da beklemiyoruz.

Çiller Özel Örgütü
Bu ülkede, Çiller’li yıllar demek, JİTEM, öldürülen Kürt işadamları, aydınlar, zorunlu göç, yakılan köyler, bombalanan gazete büroları, enselerine sıkılan tek kurşunla öldürülen gazeteciler demekti. Gazetecilerin haber diline, böcekleri ve hayvanları çağrıştıracak bir şekilde, “ininde vuruldu”, “yuvasında ezildi”, “ölü ele geçen leş” türü aşağılamaların son derece sıradan, doğal bir ifadeymiş gibi yerleşmesi demekti.

O yıllar, yaşanan hesaplaşma sonucunda gözden çıkarılacağını anlayan JİTEM subayı Cem Ersever’in bütün bildiklerini anlatmak için kapı kapı dolaştığı ve kimsenin dinleyecek cesareti olmadığı için kapıların tek tek yüzüne kapandığı yıllardı.

Çünkü, o günkü gazete-televizyon yöneticilerine göre, “leydi Çiller’in topuk sesleri her yerde”ydi.

Her şeyin göz önünde yaşanıyor olmasına rağmen, gazete ve televizyonlarda JiTEM’e dair tek bir habere rastlamadığımız o yıllarda, bu örgütün peşine hepimizin tanıdığı bir isim düşmüştü. O günlerin İdil savcısı İlhan Cihaner. Cihaner, yıllar süren uğraşı sonucunda JİTEM üyesi özel timcilerin isimlerini dava dosyalarında geçirtmeyi başarmış, ancak böyle bir örgütün varlığının gazete sayfalarında yer almasını sağlayamamıştı.

Ve biliyorsunuz zaten, İlhan Cihaner, “Ergenekon üyeliğinden” yargılanıyor şimdi.

Çiller’li yıllar demek, Mehmet Ağar, Abdullah Çatlı, İbrahim Şahin, Oğuz Yorulmaz, Ayhan Çarkın, Ayhan Akça demekti.

İşlenen her faili meçhul cinayetten sonra bu isimlerin, robot resimlerinin haber müdürlerinin masalarında dolaşması, bir gazete yöneticisinin bile, muhabirine “ şunlar kim, bir araştır” diyememesi demekti.

Yine o yıllarda bu isimlerin peşine düşen yayın organlarının başında Aydınlık gazetesinin yer aldığını söylemeden geçmeyelim. Hatırlatmaya gerek var mı, bu gazete çalışanlarının büyük bir çoğunluğu bugün “Ergenekon” üyeliğinden cezaevinde şimdi.

Gazeteciler, tüm bunlardan bahsedebilmek için, 1996’yı, o meşhur Susurluk kazasıyla ortalığa saçılanların, artık saklanamaz hale gelmesini beklemişlerdi.

O yıllar, bu ülkede Bahçelievler Katliamı’nın 1 numaralı sanığı Abdullah Çatlı’nın ölümünün ardından “bu vatan için kurşun atan da yiyen de bizim için şereflidir” sözlerini Çiller’in ağzından duyabilmek demekti. Ki, bu sözlerin mucidi, yine hepimizin çok yakından tanıdığı ve o dönem Çiller’in başdanışmanlığını yapan bu günün Zaman gazetesi yazarı Mümtazer Türköne’ydi.

Biz yine doğal olarak Birand’ın belgeselinden bunları öğrenmeyi beklemiyoruz. Onun, bunları anlatmak yerine, Çiller’in “terörle mücadele etmek bana nasip oldu, çok şükür” ve dönemin karanlık İç İşleri Bakanı Mehmet Ağar’ın “bu işlerle uğraşmak yürek isterdi, ee, o da bizde vardı” sözlerine yer vermeyi uygun gördüğünü fark ediyoruz.

28 Şubat gazeteciliği
Bol küfürlü, “kerhane, fahişe, kaltak”lı cümlelerden geçilmeyen RP’li milletvekillerinin kasetlerinin ortalarda dolanmasıdır 28 Şubat. Gazeteciliğin, gazete ve televizyon bürolarına gönderilen bu kasetlerin çözümlenip, yayınlanmasından ibaret olduğu zamanlar.

Ve hiçbir haber müdürünün bir muhabirine “git şuna şu soruyu sor” demediği, diyemediği günler. 28 Şubat gazeteciği demek, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Aczmendiler, Sisi gazeteciliği demekti . Muhabirlerin, Türkiye’nin her yerinde, “Müslüm Gündüz’ün başka tecavüz ettiği kız var mı” avına çıktığı, habercilik yarışının, “olay kahramanlarından hangisi önce başını açacak” ya da “hangisi hangi gazeteye daha dekolte bir elbiseyle poz verecek” yarışına döndüğü yıllar. Emniyet muhbiri Kadir Sarmusak’ı, “James Bond kostümüyle ilk kim fotoğraflayacak?” kavgasının yapıldığı, fotomuhabirlerinin, dönemin Başsavcısı Vural Savaş’ın mayolu fotoğrafını çekebilmek için sahillerde pusu kurduğu yıllar demekti 28 Şubat.

Bunları da görmeyi de beklemiyoruz haliyle belgeselde. Hem Birand, bu bölümde, “başka şeylerin günahını” çıkarmakla çok meşgul zaten.

Gazi mahallesi
Birand’a göre, “kimilerinin gladio, kimilerinin karanlık eller olarak tanımladığı ve yıllar sonra Ergenekon adıyla anılacak bu yapının” temelleri Gazi Mahallesi olaylarının hemen öncesinde atılmıştı. Gladio veya Kontrgerilla’nın NATO’yla ilişkisini kuramayan gazeteciler, sadece bu ülkede yaşıyor olmalı.

Jandarma ve polis kurşunlarıyla 15 kişinin yaşamını yitirdiği, 100’de fazla insanın yaralandığı Gazi Mahallesi olayların sorumlusu Birand’a göre Ergenekon’du.

Birand’ın bunu ispat etmek için başvurduğu isim de bizi artık şaşırtmamalı. Bu isim, Devrimci Karargah davasından tutuklu ve Ergenekon üyeliğinden de yargılanan eski emniyet istihbarat daire başkan yardımcısı Hanefi Avcı. Birand için, Ergenekon’un bu işin içinde olduğunun kanıtı, Avcı’nın “orada terörist gruplar yoktu” ifadesi. Anlaşılan o ki Avcı, bir yandan örgütü kuruyor ve eylemlere başlıyor, bir yandan da Birand aracılığıyla kendisini ihbar ediyordu.

Cumartesi Anneleri’ni de görüyoruz belgeselde. O yıllar, tam 385 kişinin göz altında kaybolduğu yıllardır. Birand, bu insanların yakınlarının, “Çiller, Yılmaz ve Erbakan”ın kapılarını nasıl aşındırdıklarını anlatırken, yine aynı insanların, gazetelerin ve televizyonların kapılarını nasıl aşındırdıklarını ve aldıkları cevapları anlatmayı unutuyor.

O yılların gazeteciliği demek, bu insanları görmemek, hiç yoklarmış gibi davranmak, seslerini duymamak demekti. Ve her kayıp haberiyle birlikte, emniyetin gönderdiği birbirinden saçma basın açıklamalarına gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında yer vermek demekti.

Ecevit’li yıllar
Bu ülkede Ecevit’li yıllar “Ulucanlar Katliamı”dır, “Hayata Dönüş Operasyonları”dır, Hikmet Sami Türk’tür.

O yılların gazeteciliği ise, cezaevi hamamına indirilerek, başlarından kurşunla vurularak öldürülen sol görüşlü mahkumları “cezaevlerinde isyan”, “gardiyanları ateşe verdiler”, “çatışmada öldüler” başlıklarıyla , gazete sayfalarına taşımak, grafikler ve çizimlerle, olmayan çatışmayı sayfalarında anlatmaya kalkışmak demekti.

Ve, bir yıl sonrası için tasarlanan “hayata dönüş operasyonuna” haberleriyle Türkiye’yi hazırlamak demekti o günlerde gazetecilik yapmak. “Girilemeyen koğuşlar” , mahkumların yemek masası etrafında çekilen fotoğraflarının üzerine “işte, örgütü içerden böyle yönetiyorlar”, başlıkları atmak, “sempatizan girdi, katil terörist olarak çıktı” haberleri yapmaktı, aynı zamanda- ki, Birand da belgeselinde, bırakın bunları anlatmayı o gün medyada hakim olan dili aynen kullanmakta da bir beis görmemiş zaten.

Ve 2000’ler...
Bu yıllar Birand’ın belgeselinde haliyle yok ama biz anlatmaya devam edelim.

2000’ler demek bu ülkede, Ergenekon demek, Devrimci Karargah, Oda TV, KCK adı altında yürütülen birbirinden uğursuz dava demek … Ve bu davalar yüzünden cezaevlerini doldurulan binlerce gazeteci, yazar, aydın, Kürt demek. Yine, derdini anlatmak isteyen, mağdur, adaletsizliğe, haksızlığa, hakarete uğrayan insanlara sayfalarını, ekranlarını kapatmak demek bu ülkede.

Sol Portal yazarlarından Fatih Yaşlı’nın son derece yerinde sorusu “siz hiç hayata döndürülen İslamcı gördünüz mü”… Ya da siz hiç, öldürülen, cezaevlerine doldurulan, işkenceden geçirilen, muhafazakar, liberal, İslamcı gazeteci-yazar gördünüz mü?

Yukarıda da anlatıldığı ve dikkatlerden kaçmayacağı üzere, bu ülkenin son 30 yılında, kontrgerilla, JİTEM veya diğer karanlık odakların peşine düşen ne kadar gazeteci, hukukçu varsa, gözden çıkarılan kontrgerilla artıklarıyla birlikte hapislere dolduruluyor şimdi.

Hep onlar vardı
Birand’ın belgeselinde yukarıda anlatılanları bulmayı beklemiyorduk zaten. Çünkü bugün olduğu gibi o günlerde de onlar yönetiyordu medyayı.
Belgeselin yayınlanmasından hemen önce Birand’ın, kendisiyle yollarını ayıran gazeteci Rıdvan Akar tarafından “emek hırsızlığıyla” suçlanması da sahip oldukları medya ahlakının ipuçları veriyor zaten.

O, “yoksa 90’lara döneriz, huzur bu günde” teması üzerine oturttuğu belgeseliyle, 28 Şubat’ın günahlarınının hesabını AKP’ye vermek istiyor olabilir. Ama o günlerin ve bu günlerin gazete, televizyon yöneticisi olarak Birandlar, bu ülkede “faili meçhul cinayetler, göz altında kayıplar, ‘hayata dönüş operasyonları’ adı altında cezaevlerinde işlenen cinayetler, ölüm oruçlarında kaybedilen hayatlar, Kürtler’e, Aleviler yönelik toplu katliamlar” yaşanırken, medyanın oynadığı rolün hesabını kime verecekler?

Burası, başbakanla karşılaşmadan önce, “kendimi tutamam, bir şey sorarım falan” deyip, Erdoğan’ın karşısına, sakinleştirici alıp çıkan gazetecilerin ülkesi. İktidar eliyle yaratılan “yandaş medya” nasıl Türkiye tarihinin son on karanlık yılının sorumlusuysa, Doğan Grubu’nun da dahil olduğu ana akım medya, Türkiye’nin son otuz karanlık yılının sorumlusudur.

O günlerin tanığı olan bir gazeteci olarak, Mehmet Ali Birand’ın anlatımından 28 Şubat’ı ve o yılları izlemek, bugün hala daha gazete köşelerinde yazabilme ve televizyon ekranlarında program yapabilme ayrıcalığına sahip isimlerden, bundan bir 15 yıl sonra “AKP faşizmini” izlemek gibi bir hisse kapılmasına sebep oluyor insanın.

Hatice İkinci (soL)