Orhan Gökdemir yazdı: Ayşe Arman'ı yaratan tarih

Sık sık hatırlatıyoruz, düzenin çürümesi bugünün meselesi değil. Buna üniversite ve basın da dâhil. Bu iki alandaki çürümenin temelleri 12 Eylül’de atıldı, Özal ekonomisi ile ilerledi. AKP çürük olmayana hayat hakkı tanımayarak çürümeyi bir kural haline getirdi. Yobaz Mehmet Karalı ve tüccar Ayşe Arman’ı yaratan tarihin özetidir.

Orhan Gökdemir

Son haftanın iki önemli tartışması bir üniversitenin “Uzay Bilimleri Fakültesi Dekanı”nın kadınlara yönelik ağır sözleri ile gazeteciliği ücreti mukabili yaptığı ortaya çıkan Hürriyet gazetesi yazarıydı. Biri dekan fakat yobaz, diğeri gazeteci fakat tüccardı. Bu iki olayın kahramanlarının içinden geçtiğimiz dönem açısından sembolik bir tarafı var. Düzenin her yanı çürüyüp dökülüyor. Bu iki olayda görüldüğü gibi üniversite ve basın “Yeni Türkiye”nin en hızlı çürüyen iki alanı. O “Uzay Bilimleri Fakültesi Dekanı” ile o “gazeteci” güncellenmiş Türkiye’nin sembolik tipleri. 

Sık sık hatırlatıyoruz, düzenin çürümesi bugünün meselesi değil. Buna üniversite ve basın da dâhil. Bu iki alandaki çürümenin temelleri 12 Eylül’de atıldı, Özal ekonomisi ile ilerledi. AKP çürük olmayana hayat hakkı tanımayarak çürümeyi bir kural haline getirdi. Yobaz Mehmet Karalı ve tüccar Ayşe Arman’ı yaratan tarihin özetidir.

Gazetecinin çürümesi 1990’lı yıllarda basının tekellerin bir faaliyetine dönüşmesi ile başladı. O tarihten itibaren basın hem ticarileşti hem de içi boşaltıldı. Söyleşilerini para karşılığı yaptığı iddia edilen Ayşe Arman ve benzerlerinin gazeteciliğe hızlı giriş yaptığı yıllardı.

Türkiye’de basının yozlaşması deyince akla gelen ilk kişi Ercan Arıklı’dır. Ayşe Arman bu “basın kahramanı”nın sekreteriydi, gazeteciliğe oradan zıpladı. Bir sapmadan söz etmiyoruz; 90’lı yıllarda Arıklı’nın işe alacağı gazetecilerde “sarışın ve uzun bacaklı olma şartı” aradığı söyleniyordu. Basının son 30 yılına damgasını vuran pek çok gazeteci bu acımasız elemeden geçmeyi başaranlardır. Üstelik mesleğe adım atmak için gazeteci olma şartı da kaldırılmıştı. Basındaki küçük iktidarlara yakın olmak yetiyordu. Bugün de öyle değil mi? Sadece işler büyüdü, iktidar yandaş müteahhitler aracılığıyla gazete ve TV kanallarının neredeyse tamamına yakının zapturapt altına aldı. Gazetecilik yapma imkânı da böylece bütünüyle ortadan kalktı. Haliyle “gazeteci”ye kalan alan kârlı işlere imza atıp, hem patrona hem kendisine kazandırmaktan ibaret. 

Ayşe Arman da öyle yapmış. Fakat başlangıçta kendi hesabına yapıyormuş, patronu öğrenince “kırışalım, yarısını bize ver” demiş. Tuhaf bir tartışma sürüyor şimdi, bir taraf “parayla yaptı ahlaksızlıktır” diyor, diğer taraf “ama patronun haberi varmış, neden ahlaksızlık olsun” diye itiraz ediyor. Her ne hal ise, zaten çürümüşte ahlak aranmaz! 

BÖYLE OLUR TEKELLERİN BASINI

Ücreti mukabili haber yapmanın Ayşe Arman’ın değil gazetesinin bir faaliyeti olduğu bilgisini Ayşe Arman’ın bir zamanlar “Erkekçe” adlı dergide birlikte çalıştığı Sabah yazarı Hıncal Uluç’a borçluyuz. Yazdığına göre Arman para karşılığı röportajları başlangıçta gazete yönetiminden habersiz yapıyordu. Bu durum o dönem gazetenin patronu olan Aydın Doğan'a iletilmiş, Doğan da, “Aldığının yarısını gazeteye bırakırsa devam etsin” demişti. Yani ahlaksızlık Aydın Doğan’ın ve Hürriyet’in ahlaksızlığıdır.

Usulü şöyleymiş: Kendisiyle röportaj yapılmasını isteyen kişi pek saygıdeğer gazetecimizin menajerine ulaşılıyor. Görüşmede fiyat belirleniyor ve peşin ödeme yapıldıktan sonra da röportaj yapılıp yayınlanıyor.

Ne keder bir paradan söz ediyoruz peki? Sevilay Yılman adlı bir gazeteci taban ücretin 100 bin TL olduğunu yazdı bu tartışmaya değinirken. Basının “amiral gemisi” Hürriyet'te işler işte böyle yürüyordu.

Şimdi unutuldu, Ayşe Arman’ın “ücreti mukabili” gazeteciliğini en çok eleştiren Sevilay Yılman, “Yükselir” soyadıyla ünlendiği zamanlarda benzer bir tartışmanın kahramanı olmuştu. Olayın özeti şöyle; bir kanalda program yapan Sevilay Yükselir, ünlü bir konuğu yayına çıkaracaktı fakat konuk ünlü olduğu için para istiyordu. Kanal Yükselir’e istediği parayı konuğuna verilmek üzere ödedi. Fakat konuğun hiçbir şeyden haberi yoktu. Yılman parayı konuğa vermek yerine cebe indirmişti.  

Düzenin gazeteciliği getirdiği yer böyle. İşi daha aleni ve cüretli yapanlar var üstelik. Daha yakın zamanda Cem Küçük’ün “FETÖ”cü olmakla suçlayarak bazı kişilerden para sızdırdığı yazılıp çizilmedi mi? Hatta geçen yıl bir merkez valisi “Para karşılığı hakaret, iftira ve suç uydurma” iddiasıyla bu gazeteci hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. 

ÇÜRÜME ÇAĞININ TEK DEĞERİ KAZANÇ

Ücreti mukabili gazeteciliğin ne kadar kurumsallaştığının bir işareti de bu tartışmaların içinde devlet ajansı AA’nın da adının geçiyor olması. Yıllar önce AA’nın, kuruluş kanununa aykırı olmasına rağmen şirket haberlerini ücret karşılığı haberleştirerek abonelerine servis ettiği ortaya çıkmış, bunun üzerine Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, “gazetecilik mesleği halkla ilişkilerle karıştırılmamalı” diye açıklama yapmıştı. Aslında olan tam tersidir, halkla ilişkiler mesleği gazetecilik mesleği ile karıştırılmaktadır. Bu reklamın TV yayıncılığının esas amacı olması gibi bir çağdaş gelişmedir. TV yayıncılığı reklam dolgusu, gazetecilik de halkla ilişkiler dolgusudur.

Basının işlevi iktidar bülteni olmakla sınırlandırılınca “halkı bilgilendirme” kısmı da silikleşiyor haliyle. Hızla okur kaybeden yandaş gazetelerin şişirilmiş tirajlarla devletten aldığı ilanlar ise normal bir düzlemde nitelikli dolandırıcılık sayılır. Bu denklemde gazetecilik ne arar?

AKP 1990’lı yıllarda tekelleri ve devleti desteklemek üzere kurgulanmış bir medya düzenini aldı, kendini desteklemek üzere yeniden kurguladı. Bunu yaparken gazetecileri dışarıda bırakıp sadece yandaş olanları tuttu. Böyle böyle yaratılan durumu yine bir yandaş gazeteci şöyle özetliyordu; “AK Parti'nin medyasının teslim ettiği insanların çoğunda bir Ertuğrul Özkök, bir Ahmet Hakan olma hastalığı var. Bunlar 12 yıl boyunca adam yetiştirmediler, üç beş kişi adeta bir çete görüntüsü verdiler asla ekip olamadılar. Bu hareketin kaymağını yiyenlerle çilesini çekenler arasındaki farkı görmeyen yöneticilerin kendilerine yakın gazetecileri her gün söylediklerini onaylama mekanizması olarak kullanmaları artık son bulmalıdır. Hiçbir vasfı olmayan sadece ‘Yağdanlık’ yapan, fikir üretemeyen, tetikçilikten ileri geçemeyen bu insanlarla inandırıcı olamazsınız.” Basının son 30 yılda yaşadığı değişim özeti bu.

Medya iktidarın havuzunda yüzüyor. Gazete TV satın alıp iktidara ilişik basın yaratma devletten alınan ballı ihalelerin diyeti. Hatta yükü taşımak istemeyen büyük patronlar bu gazete ve televizyonları büyük paralara satın aldıktan sonra kapatıp kurtuluyor. Zaten büyük kısmı devlet bankalarının verdiği uzun vadeli kredilerle satın alındığından zarar hanesine yazılmalarına bile gerek yok. Haliyle havuz basını havuz gazetecilerini tutuyor elde. Diğerleri ömür boyu işsiz kalmak üzere kapıya konuluyor. 

Bu çürümenin kapısını patronların has gazetecisi Ercan Arıklı açtı. Yanlış anlaşılmasın, mesleği çürüttüğünün farkındaydı Arıklı, bundan haz da alıyordu. “Halk böyle istiyor” safsatasına inanacak biri değildi, o tür halkçılıktan nefret ederdi. Fakat talihinin garip bir cilvesi halk otobüsünün altında kalarak can verdi. 

Uzay Bilimleri dekanı üfürükçü bir yobaz olursa gazetecisi de ücreti mukabili Ayşe Arman olur. Çürümenin somutudur.