'Nefret' kitabı Zirve Katliamı'ndaki büyük resmi gösteriyor

İsmail Saymaz'ın Nefret kitabı, Malatya'da Zirve Yayınevi'nde yaşanan katliamı anlatıyor. Kitap, katliamdaki somut ilişkileri göstermenin ötesinde, büyük resmi ortaya koyarak bu katliamda düzen cephesinin tüm aktörlerinin payı olduğunu göstermesi bakımından önemli.

Gazeteci İsmail Saymaz'ın "NEFRET - Malatya: Bir Milli Mutabakat Cinayeti" isimli kitabı geçtiğimiz hafta yayımlandı. Kitap, dar anlamıyla 18 Nisan 2007'de Malatya'da protestanlara ait Zirve Kitabevi'ne yapılan baskında 3 kişinin vahşice öldürüldüğü katliamı, geniş anlamıyla ise 1999'daki depremlerden itibaren ülkede artan "misyonerlik karşıtı" propaganda ve bu propagandayla yaratılan havada hıristiyanlara karşı işlenen tehdit ve saldırıları anlatıyor. Kitabın ne anlattığını, Saymaz'ın yazdığı Sonsöz'den bir pasajı aktararak özetlemek yerinde olur:

"Türkiye'nin son 11 yılında din değiştirip Hristiyan olan insan sayısı yalnızca 100'lerle ifade edilirken, 'misyonerler ordusunun' ülkeyi kuşattığı ileri sürülüyordu. TBMM'de sağcı milletvekilleri kürsüyü bu paranoyayla dolduruyor Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) sözde laik paşaları hayali 'misyoner ordusu' karşısında askeri düzen alıyor polisler kiliselere operasyonlar yapıyor medya savaş tamtamları çalıyordu. Ergenekon Davası'nda yargılanan kimi sanıklar ise lejyonerlik görevi üstleniyorlardı.

Malatya'daki Zirve Yayınevi'nde üç Hristiyan'ın öldürülmesinde kullanılan bıçakları, 20'li yaşlarında beş genç failin tutuyor oluşu, eldeki bu tabloyu değiştirmiyor.

Zira katliam, son tahlilde, bir 'Milli Mutabakat' eseridir.

Beş katil, 'Vatan ve din elden gidiyor' diye girdikleri yayınevinde, bütün 'suçları' başka bir inanca mensup olmak ve bu inancı yaymaya çalışmak olan üç Hristiyan'ı boğazlarken yaşarlarsa kahraman, ölürlerse 'şehit' sayılacaklarını düşünüyorlardı.

Kime güveniyorlardı?

Azmettiricileri kimlerdi?

Şimdilik bilemiyoruz."

Kitap, bu katliamın arkasındaki "asıl failleri" ortaya çıkaran "bomba gibi" bilgiler içermiyor. Son zamanlarda popüler siyasi başlıklarda "şifre çözen", "kodlarını yazan", "komploları açığa çıkaran", "büyük gerçeği ifşa eden" kimi "çoksatan" kitaplarla aynı kategoride değil, kısacası. Gerçek bir gazetecilik işi. Ahmet Şık'ın basılamayan (ya da, kelimenin diğer manasında basılan) kitabı internete düştüğünde "Yeni hiçbir şey yok bu kitapta" eleştirisini dillendirenlerin penceresinden, heyecan uyandırıcı bir kitap olmayabilir Nefret. Gerçi kitapta yeni bilgiler, daha önce fark edilmemiş kimi ayrıntılar yok değil, ancak davanın gidişatını değiştirecek bir bilgi içermiyor bu çalışma. (Zaten, artık Türkiye'de davalar, böyle kanıtlar üzerinden de yürümüyor.) Yine de, son derece önemli.

Niye önemli? Bir defa, benzerini Ahmet Şık'ın İmamın Ordusu kitabı için de söylemiştik, çeşitli zamanlarda çeşitli yerlerde yazılmış ya da iddianameler vasıtasıyla kamuoyunun erişimine açılmış bilgileri tekrar, topluca okumak, hafıza tazelemek ve atlanmış olan ayrıntıları görmek, bütüne dair daha sağlıklı düşünmeyi sağlıyor. Tek tek ele alındığında, hele bir de komplo teorilerine düşkünseniz, derhal bir kesimi suçlamak üzere kullanılabilecek çeşitli ipuçları, bir araya geldiklerinde daha önemli olanı, ortadaki "milli mutabakatı" gözler önüne seriyor.

Başka bir önemi daha var. Meseleye "bunlar emperyalizmin beşinci kolu ve ülkeyi bölmeye çalışıyorlar" penceresinden bakan (ve haliyle aslında solun dışına düşen) kesimler dışında, sol adına bu konuda sesini yükselten pek kimse olmadı şimdiye dek. Elbette azınlık hakları ve ayrımcılık geleneksel olarak sosyalistlerin ilgi alanında oldu. Ancak Malatya Katliamı ve sonrasında yaşanan süreç, pek fazla analize tabi tutulmadı. Bunda, son dönemde, özellikle de Ergenekon soruşturmasının başlangıcından bu yana, benzer olaylarda büyük bir dezenformasyon ve propaganda savaşı yaşanmasının ve hele ki böyle at izinin it izine karıştığı konularda, olabildiğince temkinli davranılmaya çalışılmasının etkisi yadsınamaz. Şimdi, aradan geçen süre içinde hem bağlantılar daha fazla açığa çıkmış hem de Saymaz'ın çalışmasında da gösterildiği gibi büyük resim daha görünür olmuşken, sosyalistlerin konuya daha çok eğilmelerini sağlayabilir Nefret...

Yazıda, katliamı icra edenlerle, bu kişileri saran ilişkiler ağına uzun uzadıya değinmeyeceğim. Sadece yazının sınırlarını zorlayacağı için değil, bunu öğrenmek isteyenleri kitabı okumaya teşvik etme niyetiyle de… Jandarmadan polise, ulusalcı akademisyenlerden islamcı yazarlara ve bu arada AKP'li, SP'li, CHP'li, MHP'li siyasetçilere uzanan hikayenin, kimileri için şaşırtıcı, ancak herkes için düşündürücü bilgiler sunacağını, ayrıca katliamın azmettirildiğini büyük oranda kanıtladığı söylenebilecek noktaları okuyucuya sunduğunu söyleyebilirim şimdiden. Katliamın ardından savcıların katliamcıları soruşturacaklarına, tutup misyonerlerin faaliyetlerini araştırması da çok çarpıcı. Sanki misyonerlerin "bölücü" faaliyetleri belgelenirse, katliam meşru hale gelecekmiş gibi... Ayrıca "konu dışı" bazı ayrıntılar da gözüne çarpacaktır okuyucunun, TSK'nın sadece Hıristiyanlar değil, kimilerinin "aynı safta" saydığı Alevileri de nasıl "düşman" olarak gördüğü gibi bir AKP'li vekilin kültürel miras çerçevesinde tarihi eserlerin restorasyonunu "hıristiyan hac yollarının ihya edilmesi" olarak eleştirirken, Bakanlığın ise bunu "döviz getirecek" diye savunduğu gibi…

Bunları, kitabı okuma zevkine bırakalım, ama kitabın en değerli noktasını, bir kez daha vurgulayalım. Katliamın azmettiricisi olarak şu ya da bu kişi ve kişilerin suçunun tespit edilmesi son derece önemli olmasına rağmen, asıl görülmesi gereken, ortadaki suçun bir kişi ya da grubun münferit olayı değil, düzen cephesinin yüzeysel bir bakışla karşıt uçlarda görülen kesimlerinin tümünün katliamda (ve öncesinde de, sonrasında da süren benzer baskılarda) payı olduğu gerçeği.

Bir de büyük resme bakalım. Misyonerlik faaliyetleri, halihazırdaki yasalar çerçevesinde yasal olmasına rağmen, devlet tarafından boyutuna, etkisine bakılmaksızın, hatta bu etki çok abartılarak tehdit olarak algılanıyor. Sağcı kesimler açısından ise, düpedüz ihanet ya da bölücü faaliyet. Zaten hıristiyanlık propagandası, hayata islam açısından bakanlar için varoluşsal bir düşmanlık kategorisine sokulmak için yeterli. Aynı zamanda bu "dini savunma" güdüsünün, istisnasız biçimde bir milliyetçi refleksle de kol kola gittiği görülüyor. Hıristiyanlığı seçmiş olanlar, artık "Türk" olmuyor. Bu tutum "Türklük" tanımının içsel olarak islamla da bağlantılandırıldığını tekrar hatırlatıyor. Bazen sayıları 10'u bile bulmayan, tüm ülkede bakıldığında en fazla onlarla sayılabilecek kadar kişinin faaliyetleri karşısında devlet kurumları ve milliyetçi kişilerin sergilediği "millet bölünmek üzere" hezeyanıyla karışık mücadele refleksi, hem milliyetçiliğin kendini yeniden üretirken sürekli düşman yaratma ihtiyacını hem de milliyetçiler tarafından sürekli kudretiyle yüceltilen "millet"in, aynı zamanda her an "bölünebilecek", "felakete sürüklenebilecek" bir olgu olarak kavrandığını düşündürüyor.

Ama, bana kalırsa en çok, dinin toplumsal alanda nasıl konumlandırılması gerektiğini, ya da açıkça söylersek, laiklik kavramını düşündürüyor. Şimdilerde başka bir rejime geçerken geride bıraktığımız Cumhuriyet'in daha baştan sakat doğmuş laikliğinin, sorunu çözemediği ortada. Misyonerlik olgusuna yaklaşımında, kitapta da defalarca görüldüğü üzere, her devlet kurumu, laiklik adına dinin siyasallaşmasının önüne geçmek üzere değil, islam adına, "milletin dinini korumak" üzere harekete geçiyor. Sadece "her dine eşit mesafede durma" anlamında dahi laikliğin boş laftan ibaret kaldığı görülüyor.

Oysa sorunun çözümü de, sakat doğmuş ve tedavi edilmek yerine hepten kötürümleştirilmiş laikliği, gerçekten yaşama geçirebilmekte. Bir taraftan dinin kişisel ibadet alanından çıkıp toplumsal alanı belirler hale gelecek şekilde örgütlenmesi ve siyasallaşmasını engellemek bir yana bundan nemalanmaya çalışırken, diğer taraftan fazla yükselen siyasal islamın önünü kesme işini salt üniversiteye türbanlı kadınları sokmamak gibi önlemlere sıkıştıran 1. Cumhuriyetçi anlayış, zaten mücadeleyi kaybedilmeye mahkûm etmişti. İslamın giderek toplumsal alanın merkezine yerleştirildiği 2. Cumhuriyet'te ise misyonerliğin giderek daha fazla bir "tolerans" konusu olarak değerlendirileceğini, ve bu toleransın da sık sık "tükeneceğini" tahmin etmek zor değil.

Yiğit Günay (soL)