İsmail Saymaz ile son kitabı ve 12 Eylül davası üzerine

Gazeteci İsmail Saymaz'ın 12 Eylül konulu "Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim" isimli kitabı geçtiğimiz hafta kitapçılardaki yerini aldı. Saymaz ile değerli kitabı ve 12 Eylül davası üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Radikal gazetesi muhabiri İsmail Saymaz'ın, Postmodern Cihad, Hanefi Yodaş, Nefret - Malatya: Bir Milli Mutabakat Cinayeti isimli kitaplarının ardından dördüncü kitabı olan "Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim" isimli kitabı geçtiğimiz hafta içinde kitapçılardaki yerini aldı. Kitabın kitapçılara geldiği gün, aynı zamanda 12 Eylül davasının da ilk duruşmasının görüldüğü gündü.

12 Eylül'ün hemen öncesi ve 12 Eylül döneminde devletin imza attığı katliamlar ve gözaltında işkence sonucu ölümlerin insanlık suçu olarak değerlendirilerek konu edildiği kitapta, esas olarak 5 dosya ele alınıyor. Kitaptaki ilk öykü olan "İnciraltı Katliamı" şimdiye kadar kamuoyu tarafından çok bilinmeyen bir öykü. 12 Haziran 1980 yılında, ÖSS'den bir gün önce İzmir'de üniversite öğrencilerinin kaldığı İnciraltı Atatürk Öğrenci Yurdu'nda Türkiye'nin dört bir yanından sınava girmek için gelmiş yüzlerce genç için düzenlenen şenliğe devletin kolluk güçlerinin silahlı saldırısı sonucu yaşanan katliam, 12 Eylül'ün hemen öncesinde devletin sola karşı nasıl bir düşmanlıkla hareket ettiğinin de önemli bir örneği.

Cemil Kırbayır, Cengiz Aksakal, Nurettin Yedigöl ve Maraş'ta katledilen Ali Ekber Yürek, Mehmet Ceren, Cennet Değirmenci ve Fehmi Özarslan'ın öyküleri, 12 Eylül'de uygulanan örgütlü şiddeti ve hukuksuzluğu anlamak açısından olduğu kadar, 12 Eylül öncesinde solun ülkeye nasıl yayıldığını ve 12 Eylül'ün esasen sola karşı yapıldığını bir kez daha anlamak açısından da önemli.

Saymaz, 12 Eylül'ü iddianamedeki gibi 12 Eylül 1980 ile Özal'ın başbakan olduğu 1983 yılına kadar olan bir sürece sıkıştırmıyor. Başlangıç olarak 1 Mayıs ve Maraş katliamları ve ardından gelen sıkıyönetim uygulamasını alırken, 12 Eylül'ün Özal ve ardından gelen iktidarlarla nasıl sürdürüldüğüne dair de kanıtlar ortaya koyuyor. Ancak kitap bir siyasi tarih kitabı değil ve tabii ki bir tarihsel olay olarak 12 Eylül'e dair kapsamlı analitik değerlendirmeler de içermiyor. Kitap, ele aldığı 5 dosyayı, dava dosyaları, gazete arşivleri, meclis tutanakları, yakınlarını kaybedenlerin yargı mücadelesi, tanık ve sanıkların ifadeleri ile oldukça doyurucu biçimde ele alınıyor. 12 Eylül öncesinin sıkıyönetim komutanı ile de bir görüşme yapan ve görüşmeyi kitaba ekleyen Saymaz, bir gazeteci olarak amacının 12 Eylül sürecinde işlenen insanlık suçlarına ilişkin dokümantasyon sağlamak olduğunu belirtiyor. Sol cepheden bir kalem tarafından yazılmadığında, benzer dosyaların nasıl karartılarak, bağlamı değiştirilerek yazıldığını bildiğimiz için, Saymaz'a ele aldığı dosyalar nedeniyle teşekkür etmek durumundayız.

Saymaz ile yaptığımız röportaj, kitabın dışında doğal olarak 12 Eylül davasına da uzanıyor. Saymaz, oldukça mütevazı biçimde kitaba dair eleştirilerimi de soruyor ve eleştirilerime yanıtlar veriyor...

"77'DEN İTİBAREN KONTRGERİLLA SOLA KARŞI HAREKETE GEÇİRİLDİ"

Öncelikle kitapta konu ettiğiniz İnciraltı Katliamı'nı, gözaltında kaybolan ya da katledilen kişileri nasıl seçtiğinizi anlatabilir misiniz?
Cemil Kırbayır’ı daha önce zaten yazmıştım. Meclis komisyonunun Kırbayır ile ilgili raporunu ilk ben haberleştirmiştim. Aile ile görüştüm, süreçleri takip ettim. Aliekber Yürek’in hikayesini daha önce yazmıştım. Yürek’i yazarken, Mehmet Ceren’i yazdım. Hamit Kapan ile görüştüm, sıkı yönetim komutanı ile görüştüm. Nurettin Yedigöl, hikayesini bildiğim ama çok okumadığım bir konu idi. Cengiz Aksakal'ı AİHM’den mahkum edilen tek dosya olması ve dosyanın bütününün çok trajik olması nedeniyle tercih ettim. Yedigöl’ü tercih etmemin nedenlerinden biri de metropelde-İstanbul’da yaşanmış olması.

İnciraltı Katliamı'nı aslında ben bağımsız bir kitap olarak düşünüyordum. Aslında bende bu katliam ile ilgili daha fazla materyal var. Ancak katliamın mağdurları ve taraflarının izin verdiği ölçüde, bu kadarını kullanabildiğim ölçüde bu kadarı ile sınırlı kaldı. Bu kitaptaki anlamı 12 Eylül öncesinde geçmesi ile ilgili. Zaten ben 12 Eylül’ün 12 Eylül 1980’den almıyorum, Aralık 1978’den alıyorum. Yani Maraş Katliamı’nın ardından ilk olarak 13 ilde başlatılan sıkıyönetim uygulamasının 12 Eylül sürecinin ilk adımı olduğunu düşünüyorum. Esasen ilk eşik ‘77 1 Mayıs Katliamı. Solun kitlesel anlamda kontrgerilla müdahalesine maruz bırakılıp amaçlanan onun marjinalleştirilmesidir. 78’in sonundan 80’e kadar örgütlendirilmiş faşizmin solun bulunduğu her yerde ona karşı silahlandırılması, ve bence bunun yanı sıra kimi dar silahlı sol grupların da bu oyuna gelmesi. Ama burada şunu kastetmiyorum, bir sağ gerici yaklaşım olarak ‘sol da vurdu sağ da vurdu’ gibi gerici yaklaşımı kastetmiyorum. Örgütlendirilmiş çetelerin, kontrgerilla gruplarının karşısında solun küçük bir bölümünün buna karşı verme üzerinden şiddeti sıradanlaştırmasını kastediyorum.

Kitapta hikayesini anlattıklarının çoğunluğu öğretmen ve öğrenciler. Konu ettiğin İnciraltı Katliamı da üniversite öğrencilerine karşı işlenen bir katliam. Bu seçim bilinçli bir tercih mi?
Burada farklı meslek gruplarını öncelemektense ben, solun özgül olarak ağırlığını koyduğu merkezleri, bölgeleri ve onun denk düştüğü toplumsal tabanı ele almak istedim.

Kriterlerden biri de referandumdan sonra tekrar açılıp işlem yapılan ya da yapılmayan niteliğine göre değerlendirdiğim dosyalardı. Bunlardan yalnızca birinde işlem yapıldığını, ama zaten onda da işkencecinin ifadesinin alınmadığını belirtiyorum. Seçtiğim 5 dosyanın 5’inde de işlem yapılmadığı gibi, 48 ilde 350 civarında başvuru yapıldı. Bunların yalnızca birinde, o da geçen hafta, ya da iki hafta önce işkenceci olduğu belirtilen bir polis memurunun ifadesi alındı. Geri kalan kimsenin ifadesi alınmadı. Ve dosyaların tamamına yakını kapatıldı ya da rafa bırakıldı. İşlem yapılmadı ya da soruşturma safhasında.

"DAHA EŞİT, DAHA ÖZGÜR OLANIN SESİ BASTIRILDI, MAĞDURİYET BİR SONUÇ"

Diğer bir sorum, kitabın önsözü ile ilgili. Gerçek mağdurlarının bu davaya müdahil olması gerektiğini, bu davanın savcılara bırakılmaması gerektiğini söylüyorsun. İddianamede de hem sağcılar hem solcular 12 Eylül'ün mağduru olarak gösteriliyor. Sol için "mağdur" nitelemesine kadar doğru? Solun mağdur değil muhatap olduğu yönündeki yaklaşım daha doğru değil mi?
Evet, bu politik bir tartışma. Bu kitap zaten ‘mağduriyet’e odaklanan bir kitap değil. “Bize şöyle işkence yaptılar” gibi mağduriyeti işleyen bir kitap değil. Bu esasen, yaşama hakkı üzerinden 12 Eylül’ün bütün bir topluma yönelttiği şiddetin anlatımı. Ve buna karşı 32 yıl olsa dahi, bütün onu yok etme çabalarına, sistemli devlet terörüne rağmen solun en sonunda onu kendi mahkum etmesinin de öyküsü. Dolayısıyla burada bir mağduriyet okuması yapmıyorum. Ama bu demek değil ki, toplumun kullandığı yerleşik kavramlarla bu onu mağdur olmaktan çıkarıyor. 12 Eylül’ün dolaylı sonuçlarından biri de mağduriyet. Yani biz her ne kadar biz onu öyle okumasak da, işkencenin kendisi, sürgünün kendisi, yok edilmenin kendisi bir mağduriyet. Ama bu onu elbette ki, bir trafik kazası mağduriyeti, bir ezilmişlik psikolojisinin sonucu olarak tarif etmiyorum ben onu. Sadece Türkiye’de daha eşit, daha özgür olanın sesinin hangi sistemli terörize araçlarla bastırıldığının ve onun sonuçlarından birinin de mağduriyet olduğunu düşünüyorum.

"12 EYLÜL, 24 OCAK KARARLARININ JANDARMA VE POLİS ZORU İLE GERÇEKLEŞTİRİLMESİDİR"

İddianamede 12 Eylül, 1983’e kadar uzatılıyor. İddianamede hatta Özal’a da bir olumlama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsun?

Bu tamamen yanlış. 12 Eylül, 24 Ocak kararlarının jandarma ve polis zoru ile gerçekleştirilmesidir. Esasen toplumun sadece özgürlükler bakımından değil, ondan önce ekonomik olarak baskılanmasıdır.

MESS Başkanı olarak Turgut Özal'ın, TOBB ve TÜSİAD'ın 12 Eylül'e giden süreçteki tavırları ortada. Özal'ın darbenin kabinesinde yer aldığı, son 2 idamın İlyas Has ile Hıdır Aslan'ın idamlarının, Özal'ın başbakan olduğu Meclis'te onaylandığını biliyoruz. Dönemin İçişleri Bakanı, Özal’ın veliahtı Yıldırım Akbulut’un da var olan işkenceleri onayladığını, ondan yana tavır aldığını, hatta siyasi yasakların kalkmaması için referandum düzenlediğini ama neyse ki kaybettiğini, okuyoruz, bu okumayı yapıyoruz. Dolayısıyla 12 Eylül’ü Özalsız tarif etmek mümkün değil.

Kitapta konu edilen işkence ve katliam hikayelerinde işkenceci olduğu iddia edilen kişiler ifadelerinde “bunu solcular yaptı” iftirasında bulunuyorlar. Cemil Kırbayır’ın ölümünde bu var, Maraş Katliamı’nın başlangıcında bu var. Şimdi Sivas Katliamı’nı sanki gericiler değil de, bir takım “karanlık güçler” yaptı deniliyor.
Zaman gazetesi 3-4 ay önce Maraş Katliamı ile ilgili bir haber yaptı. Tabutta taş olduğunu iddia ettiler. Kastettikleri tabutlar Mustafa Yüzbaşıoğlu ile diğer öğretmenin tabutları. Kime istinaden, taş atanlara. O davada cezalandırılmış iki sanığın anlattıklarına istinaden.
Bu da, aslında o günden bu güne bakışın aslında hiç değişmediğini görüyoruz. 12 Eylül davasına Ökkeş’in müdahil olması, Yazıcıoğlu’nun ardından ‘demokrasi kahramanıydı’ denilerek ağıt yakılması. Böyle bir okuma ile 12 Eylül hesaplaşması yapılamaz.

"EVET KADÜK, EKSİK, SEMBOLİK BİR DAVA AMA BU BİLE KIYMETLİ"

Bu davanın, diğer davalardaki gibi milliyetçiliği ve İslamcılığı aklamak için kullanılabileceğini düşünüyor musun?
Zannetmiyorum. Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanmasına resmi anlamda izin veren AKP hükümetidir. Bu onu AKP’nin 1 Mayıs’ı yapmaz. Nevruz kutlaması da 90’lı yıllarda paşaların ateşin üzerinden atlaması ile resmi kutlamalara dönüştü. Ama bu da onu bürokrasinin bayramı yapmaz. Onlarca yıllık insanüstü ve kolektif çaba, bu ülkeyi yönetenlerin bu kararı almasını zorunlu kıldı. Aynı şekilde Kürt halkının direnci, bunun kabulünü zorunlu kıldı. 12 Eylül konusunda da toplumsal muhalefetin, adını açıkça söylersek Türkiye’nin sosyalistlerinin, solcularının 30 yıllık 12 Eylül hesaplaşmasının sokakta evde, fabrikada okulda, hayatın hemen hemen her alanında 12 Eylül’e karşı gerek bireysel gerek kolektif, bu uğurda yargılanarak göstediği kolektif çabanın doğal bir sonucudur bu açılan dava. Eğer böyle bir hak arayışı, böyle bir talep, böyle bir muhalefet, olmasaydı, AKP 12 Eylül referandum paketine bunu koymazdı. Kendi istediği değişiklikleri geçirmek için bence artık toplumun yüzde 90’ının onayladığı bu değişikliği bu paketin içine yerleştirdi. Referandum tarihinin de YSK tarafından 12 Eylül olarak belirlenmesi AKP iktidarının işini fazlasıyla kolaylaştırdı. Ama ben bir yurttaş olarak referandumda bu paketin geçmesi için bir tercih yapmadım. Ama maddeler bağımsız oylansaydı, ben sadece o maddeye evet diyebilirdim. Bu davanın müdahil kısmında yer alacakların, 12 Eylül gerçek mağdurları olarak tarif ettiğim Türkiye’nin sosyalistleri, CHP’yi de katarak solcuları, Kürtleri, onların nezdinde Türkiye’nin ezilen kesimleri olması gerektiğini düşünüyorum. Onların bu davayı ciddi bir demokratik hesaplaşmaya çevirmelerinin kudretinin olduğunu düşünüyorum. Ama hiç olmazsa bile, bu başarılamazsa bile bunun sembolik bir kıymetinin olduğunu da düşünüyorum.

Ben 32 yaşındayım. Son 10 yılım AKP ile geçti. Onlara 12 Eylül davasının ne ifade ettiğini ya da etmesi gerektiğini anlatmak, emin ol, benim bugün kitapta yer verdiğim insanlara anlatmaktan daha kolay. Onlar için Kenan Evren’i mahkemede görmek, cidden önemli. Bunun için 104 yaşında bir insanın ambulansa binip Ankara’ya gitmesi, hakikaten onun için çok şeyler ifade ediyor. Esasen benim için de ifade ediyor. Evet kadük, eksik, gerektiği gibi olmayan bir dava, ciddi ve olması gereken bir yüzleşme olmadığının hepimiz farkındayız ama bu kadarının bile önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında, eksik, iddianamesi olması gereken bir doğrultuda olmadığı için ben bu kitabı yazdım. Dolayısıyla bu davanın ancak buradan görülmesi gerektiğini, aslonın insanlık suçu olduğunu ve şayet böyle yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya olacak bir soruşturma başlatılsaydı, fiili işkenceci, işkenceciye emir veren sıkıyönetim komutanı ve onun talimat aldığı darbeci her kimse, bu zincir buradan kurulabilseydi, bence sembolik olmaktan çıkacak, sahiden faillerinin cezalandırıldığı, cezaevine girdiği ve bunun hesabını verdiği bir yargılamaya evrilebilecekti. Ben gerçek bir 12 Eylül davasının, gerçek müdahillerinin katılımı ile ancak böyle kurulabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla ben bunu yapmaya çalıştım. Yani kitapta bir işkence sanığının, sıkıyönetim komutanının olmasının da nedeni budur.

Tarihsel TKP'nin emektarlarından olan ve 12 Eylül terörüne de maruz kalan Naciye Babalık “Bu davada asıl yargılanacak olan mücadele geleneğimizdir" dedi. Dün görmüşsünüzdür, Ümit Kaftancıoğlu'nun oğlu Ali Kaftancıoğlu “suistimal edecektir AKP, bu yüzden alet olmayacağız” dedi. Birçok kişi sembolik olmaktan öte, davanın AKP tarafından kendi lehine kullanılacağını düşünüyor.
Böyle düşünenler çok. Bu kaygıların çok haklı sebepleri olduğuna inanıyorum.

"SİYASİ İKTİDARIN BU DAVAYI SUİSTİMAL EDEBİLECEĞİNE DAİR KAYGI HAKLI BİR KAYGI"

Ali kaftancıoğlu’nun verdiği örnekler var. Toplumsal Bellek Platformu ve Cumartesi Anneleri’nin mücadelelerinin nasıl suistimal edildiği ile ilgili.
Evet, Toplumsal Bellek Platformu’nun verdiği hiçbir dilekçe karşılık bulmadı. Sadece Sivas Katliamı ile ilgili, o da gerici katliamı örtmek üzere, katliamın PKK tarafından ya da “karanlığa gömülmüş gizli bir el tarafından” yapıldığını iddia eden bir soruşturmaya evriltmek için bir çaba olduğunu görüyoruz.

12 Eylül kadar siyasi suçlunun olduğu, hak ve söz talep edenin terörist olarak yargılanmaya çalışıldığını, yukarıdan aşağı örgütlenmiş bir yapının olduğunu görüyoruz. Daha dün Malatya Ağır Cezaevi’nde İbrahim Kaypakkaya anması yaptıkları için 13 kişiye 120 yıl hapis cezası verildi. Bu belki de 12 Eylül döneminde bile verilmiş bir ceza değil. Hepimizin bildiği, özel yetkili mahkemelerin buna benzer çokça pratiği var. Adana İHD Başkanı Ethem açıkalın, hakkında açılan 4 ayrı örgüt davasından dolayı Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Ethem Açıkalın aynı tarihler içerisinde hem DHKP-C hem MLKP hem PKK hem de ne olduğunu bilinmeyen bir örgüte üye olmaktan yargılandı. Dolayısyla insanların bu davaya ve açılmasını sağlayan siyasi iradeye ilişkin güvensizliklerinin, acılarının sömürüleceğine dair kuşkularının olmasını çok haklı görüyorum. Ama bugün eğer bir dava açılabilmişse, o davaya şerh koyanların da iradesinin bir sonucu olarak açıldı. Bu nedenle iktidara yakın gazetelerde “neden hep hayırcılar ve boykotçular salonu doldurdu” diye bir serzenişe tanık oluyoruz. Çünkü referandum döneminde Evet verilmesi için baskı uygulayanların hiçbiri 12 Eylül mağduru değiller. Ve bir kandırmaca biçiminde referandumun bir 12 Eylül hesaplaşması gibi sunulmasına yoğun çaba sarf edenlerin, muhtemelen önemli bir bölümü 12 Eylül anayasası ile ilgili 1982’de düzenlenen referandumda evet demişlerdi. Dolayısıyla onlar zaten bu gün de adliye kapısı önünde gördüğümüz gibi ne 12 Eylül’de mağdur olmuşlardı, ne 12 Eylül’ün hedefiydiler, ne de onun gelişinden rahatsız olmuşlardı. Dolayısıyla o yüzden adliye kapısının önüne gitmediler. O yüzden ilgi göstermedilr. O yüzden boykot ve hayır diyenler o gün adliye önünü doldurdu.

"12 EYLÜL'DEN DE GERİ BİR KAFAYLA 12 EYLÜL İLE HESAPLAŞILMASI İZAH EDİLEBİLİR DEĞİL"

Aslında pek katılmıyorum dediğinize. Örneğin Maraş Katliamı’nın bir numaralı sanığı Ökkeş Şendiller’in bu davayı çok iyi anladığını düşünüyorum. Açıkçası devrimci bir genç olan ve 12 Eylül döneminde gözaltına katledilen Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo Ana ile Ökkeş Şendiller’in yan yana müdahil olduğu bir dava benim içimi acıtıyor.
Duruşma içindeki diğer kişiler için de öyle değil mi? Duruşma salonunda senin bahsettiğin duruma tepki de gösterilmiş, Ökkeş Şendiller’e tepki gösterilmiş.

Aslında şöyle. Şöyle bir 12 Eylül tablosu yaratılmak isteniyor. Bir gizli güç vardı. Onun sağ kolu ve sol kolu vardı. Bu kollar kaos için yaratılmıştı.

Tam da bu yüzden sordum aslında. Kullanan varsa kullanılan da olur, ve bu senaryo çerçevesinde örneğin bir devrimci de sanık sandalyesine oturtulabilir gibi geliyor bana. Diğer siyasi davalar nerelere bağlandığını gördük. Sağcıların ve düzenin suçları neredeyse solcuların üzerine atılmak istendi...
Muhakkak doğru. Haklısın, bu davaya şerh koymakta, ki ben de şerh koyuyorum. İddianame örgüsünün bu kafada olması, liberalizm güzellemesi, Sovyet rejimi ile soğuk savaş kafası ile savcının aklı sıra hesaplaşması, “kaosun sağ ve sol kollarının uçuruma sürüklediği bir ülke” tablosu yaratılması, Fatsa’ya dair söylenenler, 12 Eylül’den de geri bir kafayla 12 Eylül ile hesaplaşılması, bunlar izah edilebilir, akıl alır şeyler değil. Ama bir kere hukuksal çerçeveden bakalım. Ferhat Gerçek davası Gerçek 2008’de Bahçelievler’de dergi dağıtırken, silahla vurulmuş, sakat bırakılmıştı. Davada polisler de Ferhat gerçek de mağdurdu. İkisi taraf da şüpheliydi. Ama bu onları savcının çizdiği çerçevede mağdur yapmadı.

"DAVANIN İLGİSİZ BIRAKILMASI DA TEHLİKELİ"

Ayrıca bu davalara müdahale savcının çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasını sağlayabiliyor. Mahkeme iddianame ile bağlı değil. Bu böyle olacak demiyorum ama eğer bir toplumsal baskı oluşursa bu olanak açılabilir, buna ilişkin bir inancım var ama senin dediğin ihtimal ilgisiz bırakılma durumunda da gerçekleşebilir.

Ama şundan çıkmamızda fayda var: Bu bir tiyatrodur, bu bir piyestir, bu piyesin tarafı olmamak gerekir yaklaşımı, bu yaklaşımın kimi saiklerini haklı bulsam bile, bence çok kendiliğindenci, toplumsal iradeyi müdahale yoksunu bırakabilecek bir yaklaşım. Toplum kesimlerinin ve onun bilinçli-örgütlü kesimlerinin bu davaya müdahale ettiğinde ancak bu riskin dışına çıkılabileceğini düşünüyorum. Senin bana Ökkeş Şendiller ile ilgili söylediğin şeyin, ona duruşma salonunda söylenmesi daha önemlidir.

2007’de Ergenekon soruşturması başlatıldı. Birçok siyasi soruşturma ve dava süreci yaşandı. Bu davalarda birçok şeyin yanı sıra “tarih askerlerle sivillerin mücadele tarihidir” gibi saçma sapan bir tez işlendi. Suçlar milliyetçi-islamcı güçlerin sermayenin sırtından alınarak bir takım "karanlık" güçlerin sırtına atılmaya çalışıldı. İdeolojik hegemonyada belirli bir eşik aşıldı. Yani bu davanın 2012 yılında açılması manidar değil mi? Zaman gazetesinin, 5 Nisan günü, nefret ettiği solcuların adliye önündeki fotoğrafını koyup “millet ayağa kalktı” diye manşet atması manidar değil mi?
Evet ama ben bu tavırlarını sürdüreceklerini sanmıyorum. Ökkeş Şendiller bu davaya 3-5 duruşma daha devam eder, edemez. Ama Berfo kırbayır’ı, Aliekber Yürek’ün ağabeyini, Teren Aksakal’ı biz o davada sonuna kadar göreceğiz. Bu davadan belki de sonuç çıkmayacaktır. Zaten ceza davalarında sanık ölünce dava düşer, Kenan Evren’in ömrü muhtemelen bu davanın sonunu görmeye vefa etmeyecektir. Olası sanıklardan biri de soruşturma sürecinde öldü. Hatta neredeyse bu sanıklar ölsün diye beklendi. Önemli olan bu davanın iki sanığın doğal ömrüne terk edilmemesidir. Önemli olan, işkence ve insanlık suçları ile ilgili ek bir soruşturma açılmasına kapı aralamaktır. Sadece darbe suçlarının değil, 12 Eylül’ü 12 Eylül yapan insanlık suçlarının orada gündeme gelmesi, belki oradan başka bir hukuksal olanağın sağlanmasıdır.

Her ne kadar biz ülkedeki demokrasi pratiğine güvenmesek de, mevcut birçok davadaki sorunları bilsek de, uluslar arası sözleşmelere tabi olan ve anayasası olan bu ülkede hukuksal imkanların da değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Müdahillik hakkı, söz söyleme hakkı, delil sunabilme hakkı, bunların göstermelik de olsak kıymetli olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül’ün doğal tarafı olan insanların 30 yıldır beklediklerinin küçük bir kısmının karşılanması olarak yorumluyorum.

Senin yaklaşımın, anladığım kadarıyla, daha total bir hesaplaşmanın gerektiği yönünde.

Başka bir konuya geçersek. Soldan birileri yazmadığında, benzer hikayeler, benzer yargılamalar, katliamlar, dosyalar bambaşka bağlamlarda yazılıyor. Bu açıdan da çok değerli, tarihsel belge niteliğinde yazdıkların. Eline sağlık.
Teşekkür ederim. Esasen ben bu dosyaların 10 yıl sonra zaten kalmayacağını düşünüyorum. Ben elimden geldiği kadar şu an dosya topluyorum. Mustafa Hayrullahoğlu, Süleyman Cihan, Kava örgütünün liderlerinden Bingöllü bir genç… Bir dokümantasyon, bir birikim olsun istiyorum. Çünkü ben 12 Temmuz 1980’de doğmuş bir birey olarak bunları öğrenmek istiyorum, benim ve benim gibi, benzer yaşlardaki birçok insanın görüş tayin ederken, hat belirlerken elinin altında bir kaynakça oluşsun istiyorum.

Eksik bulduğun yerler var mı?

Ergenekon davası başladığında Silivri’de eylem yapanların samimiyetini sorgulamıyorum ama doğru muydu? Başından itibaren o davanın faşizan bir sürecin aracı olarak kullanacağı söylendi. Kim haklı çıktı?

(Gülüşmeler) O zaten bir daha olmadı, yanlıştı.

Ertuğrul Mavioğlu ile Ahmet Şık’ın yazdığı 2 ciltlik Ergenekon’u Anlama Klavuzu isimli kitap. Kısmen olumlanan Ergenekon davasının sanığı oldu Ahmet Şık.

O kitabı ben eleştirdim, o kitabı şimdi yazsalar böyle yazmazlar. O kitap güncellenmesi gereken bir kitap.

Suriye’ye karşı savaş gündeminin giderek ısındığı, 4+4+4’ün tartışıldığı, özel yetkili mahkemelerin çokça sorgulandığı bir dönemde bu dava iktidara, cemaate rahatlama olanağı verdi kanımca ve davaya müdahil olmanın bilerek ya da bilmeyerek bu rahatlamaya hizmet ettiğini düşünüyorum. Bu davayı da kesinlikle solla hesaplaşma eksenine çekmeye çalışacaklarını, tarihin yeniden yazımına hizmet eder şekilde çerçevesinin kontrol edilmeye çalışılacağını düşünüyorum. AKP’nin bu bakımdan işini kolaylaştıracak her şeyden uzak durulmalı kanımca. Evet, ilgisiz kalınırsa da kötü olur. Bu dava ile birlikte sol 12 Eylül’ün neden yapıldığını, sola ve işçi sınıfına karşı bir darbe olduğunu topluma tekrar tekrar anlatmalı. Gericiliğin aklanmasına izin verilmemeli diye düşünüyorum.

Berfo Ana'nın oğlu devrimci Cemil Kırbayır’ın uğruna öldüğü mücadelesini yargılıyor bu iddianame.

Son olarak, kitap için tekrar aklına yüreğine sağlık...

Röportaj: Emre Deveci (soL)