AKP'nin Türkiye'de medya üzerindeki baskılarını, özellikle Başbakan Erdoğan'a televizyon yayınlarını doğrudan durdurabilme yetkisi verilmesi sonrası tartışmaya açarak, Türkiye'de basın sansürü tarihine bakıyoruz. Dünkü haberimizde Osmanlı İmparatorluğu boyunca, özellikle son dönemde basına dönük baskılar ve basın özgürlüğü mücadelesine değinmiştik.
Osmanlı dönemi, İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben yaşanan kısa bir dönem dışında basın üzerinde yoğun bir sansüre tanık oldu. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İstanbul’da sansür uygulaması iyice yoğunlaşmış, sansür kurulunun başına geçmiş bulunan işgalci İngilizler’in memurları, eski encümenleri aratır olmuşlardı.
Ankara’da ise Büyük Millet Meclisi kurulmuştu ve kurtuluş savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Elbette İstanbul gazeteleri, Anadolu’daki mücadeleden katiyen söz edemiyorlardı. Birçok gazeteci bu dönemde Anadolu’ya geçip mücadeleye katılmayı tercih etti.
Geride kalanlar arasında da Anadolu’daki mücadeleyi destekleyenler vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru, Ankara’nın zaferi kesinleştiğinde, artık İstanbul’da BMM’nin resmi savaş tebliğleri yayınlanabilir olmuştu. Ancak bu defa sıkıntı, bu tebliğlere ulaşabilmekti. Bunun için muhabirler, gece saatlerinde Rumeli ve Anadolu Kavağı’ndan denize açılır, Karadeniz’deki takalardan bildiriyi alıp gelmeye çalışırlardı. Çoğu kez İngilizler’e yakalanmamak için saatlerce dalgaların arasında beklerlerdi.
Ankara’daki savaş hükümeti ise, haliyle, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkararak, Meclis’in yasallığına başkaldırmaya yönelik sözlü, eyleme dökülmüş ya da yazılı her türlü muhalefeti vatana ihanet sayıyordu. İstanbul’la her türlü haberleşmeye de sansür kondu. Birçok merkezde sansür merkezleri oluşturuldu. 25 Ekim 1923’te, İstanbul’daki işgalin sona ermiş bulunması göz önüne alınarak sansür sona erdirildi.
İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn
Ardından, Ankara hükümeti tekrar İstiklâl Mahkemeleri’ni hayata geçirdi. Mahkemenin görünürdeki amacı, İstanbul basınındaki hilafet yanlısı yayınların önüne geçmekti. Hüseyin Cahit Yalçın dahil bazı gazeteciler yargılandılar. Mahkemeler, basına bir gözdağı mesajıydı.
1925’te Seyh Sait isyanı patlak verince, yeni başa geçen İnönü hükümeti Takrir-i Sükûn yasasını çıkardı. Yasayla sıkıyönetim bölgesindeki tüm yayınlara, basımdan önce sansür uygulanmaya başlandı. Kanun çıkar çıkmaz, aralarında sol yayınlar Orak Çekiç ve Aydınlık’ın da bulunduğu çok sayıda yayın kapatıldı.
Çok sayıda gazeteci İstiklâl Mahkemeleri’ne çıkarıldı. Bazıları Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’den af dileyerek kurtuldular. Bu dönem mahkemelerle Ankara arasında yapılan yazışmalar, mahkemelerin tamamen siyasi iktidarın isteği doğrultusunda çalıştıklarını gözler önüne seriyordu. İstiklal Mahkemeleri 1927’de kaldırıldığında, muhalefet ve basın sindirilmiş bulunuyordu.
Kemalist hükümette faşizm etkisi
1930’lara gelindiğinde hükümet ve kemalist aydınlar, önce İtalya, daha sonra da Almanya’daki faşist hükümetlerden etkilenmeye başladılar. Bu durum, özellikle basına uygulanan baskıda kendisini gösterdi. Gazetecilere verilen cezalar ve tutuklamalar sürüyordu.
Falih Rıfkı Atay, “Bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi, bir kelime ile, alçaktırlar. Balkanlar’dan Amerika’nın öbür ucuna kadar böyle mahlûklar, casus ve baba katili gibi iğrenç mücrimlerle bir sıraya konur ve şahsi hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez. Biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz” diyordu.
Hükümete sansür yetkisi
Bu ortamda yeni basın kanunu hazırlandı. 1931’de çıkarılan kanunun en büyük olumsuzluğu, Bakanlar Kurulu’na sansür yetkisi vermesiydi. Başbakan Erdoğan’ın kendisine televizyonlarda yayın yasağı koyma yetkisi verdirmesiyle çok benzer bir uygulama olan bu 50’nci madde, senelerce gazetecilerin tepesinde Demoklas’in kılıcı gibi sallandı. Bakanlar Kurulu, yurtdışından gelecek yayınları da istediği zaman sansürleme yetkisine sahipti.
Zekeriya Sertel, ortamı “Basın sıkı bir kontrol altında tutuluyordu. Basın Kanunu, hep basının aleyhinde yorumlanıyordu. Hangi yazının kime ve neye dokunacağını önceden kestirmenin olanağı yoktu” sözleriyle tarif ediyordu.
1938’de Matbuat Kanunu’nda yapılan değişiklikle baskı iyiden iyiye artırıldı. Buradaki en büyük yenilik, gazeteci olarak çalışacaklara yeni kurulan Basın Birliği’nden izin alma şartı koşulmasıydı. Basın Birliği’nin izin vermediği durumlarda son söz ise, İçişleri Bakanlığı’nın oluyordu. Böylece hükümet, istemediği kişileri gazetecilikten uzak tutabilecek bir mekanizma yaratmıştı.
40’larda nefes almak mümkün değildi
1940’lı yıllarda hükümetin baskısı, artık doğrudan gazetecilere direktif verme şekline bürünmüştü. Zekeriya Sertel bir “polis devleti” durumu olduğunu savunuyor, “Nefes almak olanaksızdı” diyordu.
Nadir Nadi’nin şu anısı, durumu pek güzel özetliyordu: “Düşünceler ve inançlar, ancak üstü kapalı cümlelerle, bir dereceye kadar açıklanabiliyordu. Hükümetçe önemli sayılan olaylar karşısında gazetelerin genel tutumu, Basın-Yayın Müdürlüğü’nden gelen direktiflere göre ayarlanıyordu. Arada bir Başbakanın basın toplantıları tertipleyerek, gazete sahiplerini ya da temsilcilerini, emir verircesine uyardığı oluyordu. (...) Böyle toplantılardan birinde, Refik Saydam, dış politika ile ilgili bir konuya dair ertesi günü ne yazmamız gerektiğini uzun boylu anlattıktan sonra, gözüne kestirmiş olacak, bana bakarak biraz alaylı, sormuştu: -Anladın mı? Yarım ağızla ‘Anladım’ demem üzerine, sanki beni imtihana çekiyormuş gibi ‘Peki öyleyse, anlat bakalım yarın ne yazacaksın?’ diye sormuştu. Meslektaşlar kalabalığı arasında, acemi bir ere emir tekrar ettirmeye benzeyen bu ikinci soruya fena içerlemiş, Başbakana tersi bir cevap vermiştim.”
İkinci Dünya Savaşı boyunca çok sayıda gazetenin yayını durduruldu, dergi ve kitaplar toplatıldı. Savaşın sonuna doğru “Milli Şef” İsmet İnönü, artık bir ikinci partinin kurulması gereğini “Müttefiklere söz verdik” diyerek açıklar, ancak bu partinin CHP’nin oylarını pek etkilemeyeceğini düşünür.
Tek parti iktidarına muhalefet ise yükselmektedir. En sert muhalefetlerden birini Tan gazetesi yapmaktadır. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin’de “Kalkın ey ehli vatan...” diye başlayan bir yazı yazarak, halkı kışkırtır. Tan’ı çıkaran Serteller’in yeni Görüşler dergisi büyük ilgi görünce CHP harekete geçer. 4 Aralık 1945 sabahı, ellerinde Atatürk ve İnönü’nün resimlerini taşıyan binlerce kişilik kalabalık İstanbul Üniversitesi’nden yürüyüşe geçer. Önce komünizme dair kitaplar basan ABC kitabevi, ardından da Tan gazetesi basılır, yıkılır.
Savaş sonrası çok partili yaşama geçiş
Savaş sonrasında hükümete gazete kapatma yetkisi veren 50’nci maddede değişiklik yapıldı.. Ancak yetki mahkemeye devredildi ve pratikte pek bir şey değişmedi. Çok partili sözde demokratik ilk seçim öncesi basına baskı artırıldı, birçok gazete ve matbaa kapatıldı.
Fakat hem gazetecilerin özgürlük mücadelesi, hem de uluslararası ortamdaki demokrasi söylemi hükümet üzerindeki baskıyı artırıyordu. 1948’de hükümet, Matbuat Kanunu’ndaki anti-demokratik hükümleri değiştireceğini açıkladı. Bir tasarı hazırlansa da, 1950’de Demokrat Parti iktidara gelmeden bu değişiklik yapılamadı.
Demokrat Parti’yle gelen baskı dönemi
Demokrat Parti iktidara geldiğinde, “basın özgürlüğü” vadediyordu. Hızla yeni Basın Kanunu hazırlandı. Hükümete tanınan yetkiler kaldırıldı, gazete çıkarmak için izin alma gereğine son verildi. İki sene kadar basınla hükümet arasındaki ilişkiler iyi gitti.
Ancak DP iktidarına yönelik eleştiriler basında yer almaya başladıkça, DP de basının baskı altına almaya başladı. “Vur Abasıza” adlı mizah dergisi, yayımcısı Samim Akay sürekli hapse girip çıktığı için “Sahibi hapishanede olmadığı zamanlar çıkar” üstbaşlığıyla çıkıyordu. Kore Savaşı’nın Anayasa’ya aykırı olduğunu belirten Barışseverler Derneği üyeleri ve derneğin açıklamalarını yazan yazarlar cezalandırılar, hapse atıldılar.
1954 yılında seçimlerden önce "Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun" çıkartıldı. 1956 yılında daha da ağırlaştırılan bu kanun, basın özgürlüğünü ciddi biçimde zedeliyordu. DP'nin tekrar galip çıktığı seçimlerin hemen ertesinde de gazetecilere açılan dava sayısına önemli artış görüldü. En ufak muhalif ifadeden dolayı gazetecilerin kendilerini cezaevinde bulmaları işten değildi.
DP iktidarının ve Menderes'in gazetecilere yönelik tavrı, bir diğer tek parti hükümeti olan AKP'nin tavrına benzer bir üstten bakışı içeriyordu. DP'liler gazetecileri "baldırıçıplaklar" olarak aşağılıyor, sık sık emir ve talimat vermeye kalkışıyorlardı.
DP'nin 6-7 Eylül provokasyonu, baskıyı ağırlaştırdı
6-7 Eylül 1955'te Demokrat Parti hükümeti, Türkiye tarihinin en acı olaylarından birini kışkırttı. MİT mensupları Selanik'te Mustafa Kemal'in doğduğu evi bombaladılar, haber derhal İstanbul'da flaş haber olarak yayıldı, galeyana gelen güruh Beyoğlu'nda azınlık mensuplarının ev ve dükkanlarını yağmalayıp ateşe verdi. Çok sayıda gayrımüslim ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Olaylar sonrası ilan edilen sıkıyönetim, basının işini iyice zorlaştırdı. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz'un 10 Eylül'de basına açıkladığı yasaklar arasında "Hükümeti tenkid etmek yasaktır" maddesi dahi vardı. DP iktidarının ruhunu iyi yansıtan ve birçoğunun 6-7 Eylül'le alakası olmadığı görülen bu maddelerden bazıları şunlardı:
- NATO devletleriyle ilgili haberler yasaktır.
- Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yazılmayacaktır.
- 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazı ve yorumlar yasaktır.
- 6-7 Eylül olayları ile ilgili haber ve resimler yasaktır.
Sonradan bunlara şu gibi maddeler de eklendi:
- Kıbrıs'taki olaylarla ilgili haber vermek, resim basmak yasaktır.
- Öğrenci birlikleri ve başka dernekler hakkında yapılan kovuşturmalarla ilgili haber basılamaz.
- Beşiktaş'ta bir çuval içerisinde iki yanık ceset bulunmuştur, yazılması yasaktır (29 Eylül).
Sıkıyönetim 9 ay sürdü. Sıkıyönetim kalınca Demokrat Parti basın özgürlüğünü iyice kısıtlamaya girişirken, Adnan Menderes Meclis'teki basın yasası değişikliği görüşmelerinde "1950 yılında basın özgürlüğünü sağlamakta büyük hata ettiklerini" söyledi. Yasa değişti, baskı ve sansür ağırlaştı. 56'dan 60'a kadar basın sürekli bu yasalarla denetim altında tutulmaya çalışıldı, gazeteciler hapse varan büyük cezalarla karşılaştılar.
Hükümet, bu baskıları uygularken yasaklar ve tekzipleri de sık sık kullanıyordu. Güvenceden yoksun olan ve siyasi iktidar karşısında ezilen yargıç ve savcılar, hükümetin baskıları nedeniyle yayın yasağı ve tekzip kararları alıyorlardı.
Artık DP baskısı ayyuka çıkmış, ülkede özgürlük mücadelesi içinde kitle eylemleri yoğunlaşmışken, Menderes hükümeti en büyük adımı attı ve 18 Nisan 1960'ta Tahkikat Komisyonları kuruldu. 15 kişilik komisyon Meclis'ten ve adli mercilerden ayrıca karar almaya gerek kalmadan, Ceza yargılamaları Usulü Kanunu, Askeri Yargılama Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve öteki kanunlarla savcılara, sorgu yargıçlarına, askeri amirlere tanınmış olan yetkilere sahip olabilecek, yayın yasağı koyabilecek, her türlü siyasi eylem ve çalışmaları durdurabilecekti. Karşı koyanlar 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılabileceklerdi.
27 Mayıs'ta ordunun müdahalesi, yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı.
(soL - Haber Merkezi)