Prof. Dr. Minqi Li: 'Bilim insanlarının temel görevi fiziksel ve sosyal sistemlerin hareket yasalarını anlamaya çalışmak'

Madde Diyalektik ve Toplum dergisinin yeni sayısında siyasi aktivist ve Marksist akademisyen Dr. Mınqi Li ile Çin’in sosyalizmden kapitalizme yolculuğunu ve kapitalist dünya sisteminin karşılaştığı krizi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Bilim ve Aydınlanma

Minqi Li, siyasi aktivist ve Marksist akademisyen, Çin “yeni sol”unun en önemli temsilcilerinden biri. Neoliberal iktisadı ve iktisadi rasyonellikle olan ilişkisini eleştiren Li, ayrıca Çin’in yükselişine yol açan sosyal ve maddi koşulları inceleyerek kapitalist düzeni eleştirdi, sosyalizmi savundu. Kapitalist dünya sistemi ve çevre ilişkilerine dayanan çalışmalarında medeniyetin çöküşünün önlenmesi için sosyalist bir dünyanın 21. yüzyılın ortasına kadar kurulmasının gerektiğini belirtiyor. Madde Diyalektik ve Toplum dergisi bu sayısında Dr. Li ile Çin’in sosyalizmden kapitalizme yolculuğunu ve kapitalist dünya sisteminin karşılaştığı krizi konuştu.

Madde, Diyalektik ve Toplum (MDT): Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler öncelikle. Biz MDT olarak Marksist bilim insanlarının çalışmaları ve hayatına dair belgeler oluşturmayı arzuluyoruz. Bu bağlamda sohbetimize sizin hayatınızla başlamak isteriz, Çin’de doğdunuz ve Batı ülkelerinde akademisyen olarak çalıştınız, Çin’in sosyalizmden kapitalizme dönüşüme tanıklık ettiniz; Çin’deki kişisel deneyiminizden, dönüşümün sizi nasıl etkilediğinden bahsetmek ister misiniz?

Dr. Minqi Li: Entelektüel bir ailede doğdum; Marksist tabirler kullanacak olursak kentli orta sınıf ya da küçük burjuva diyebilirsiniz. Gençlik yıllarım 1980’lerde geçti dolayısıyla Çin’in sosyalizmden kapitalizme geçiş süreci çoktan başlamıştı. Örneğin Pekin Üniversitesi’ne (Çin’in en elit üniversitesi diyebilirsiniz) kaydolduğumda üniversite öğrencilere kapitalist, serbest piyasa iktisadı öğretmeye çoktan başlamıştı. Yani Çin sosyalist olarak bilinse de 1980’lerde bile öğrencilere batı tarzı kapitalist iktisat öğretmeye başlamışlardı; serbest pazar, özelleştirmeler için gerekçeler üretiyorlardı. Üniversitedeki ilk yıllarımda, ben de serbest pazar kapitalizminin bir savunucusuydum. Ama daha sonra, 1989 Demokratik Hareketi karmaşık bir tarihsel ortamda yaşandı. Bize 1989’un küresel bir düzeyde tarihin sonu olduğu söylenir. Başka bir deyişle, sosyalizmin yenilgisini gözler önüne seren, kapitalizmin mutlak zaferini ilan ettiği ve neo-liberal dönemim başladığı yıl... Çin özelinde ise, genellikle yanlış bir biçimde demokratik bir öğrenci hareketi olarak algılanan bu harekete katılan öğrencilerin çoğu ne yazık ki batı kapitalizminin fikirlerinden etkilenmişti. Batılı liberal demokrasiye inanıyorlardı, ayrıca rekabetçi pazar modeline inanıyorlardı; bir iktisat öğrencisi olarak ben de bu fikirlerden etkilenmiştim ve rekabetçi pazarların, özelleştirmelerin destekleyicisi konumundaydım.

Ancak hareket içerisinde düşüncelerim değişmeye başladı. Öncelikle demokratik öğrenci hareketinin hükümetin saldırıları altında yenilgiye uğradığını biliyoruz ancak yenilginin bir diğer nedeni orta sınıf üniversite öğrencilerinin kentli işçileri etkin bir biçimde mobilize etmekteki başarısızlıklarıydı. Hareket içerisinde, ilgi çekici bir an vardı: İşçiler öğrencileri desteklemek için sokaklara çıkmıştı, buna karşılık işçilere kapitalist kurumların sosyalist kamu iktisadi teşebbüslerine göre ne kadar mükemmel oldukları, kapitalizmin ne kadar verimli olduğu ve neden özelleştirme politikaları izlememiz gerektiği anlatılıyordu. Özelleştirmeden kastedilen de, kamu iktisadi teşebbüslerinde çalışan, verimsiz, tembel ve yetersiz görülen, dolayısıyla sosyal refah hakkı olmayan bu işçiler işten çıkarılacak, bu insanlar işsiz bırakılacaktı. Bunu tabii iktisat dersi verilen bir sınıfta söylemek kolay. Ancak bunu sokakta duyunca bir dakika durdum ve düşündüm: İşçiler bizi bugün destekliyorlar ama Çin’i biz idare ediyor olsak, özelleştirmelerle bu insanları sokağa atacağız.

1989 Öğrenci Hareketi’nin yenilgisinin ardından, hareket üzerine düşünürken, ortaokulda öğrendiğim bir takım Marksist tabirleri hatırlamaya başladım. Bir şekilde tüm olup biten, bütün bu demokratik hareket, öğrenciler ve hükümet arasındaki çatışmaları en iyi açıklayan şey, Marksist bir terim olan “sınıf mücadelesi”ydi. Daha sonra “belki de Marksizm kullanışlı bir şey olabilir” diye düşünmeye başladım ve Marksist klasikleri çalışmaya başladım, kütüphanelerde araştırmalar yaptım ve Marksist klasiklerle birlikte, 1960’lardan itibaren dünyada yaşanan gelişmelere dair önemli Marksist çalışmaları edindim. Yani özetle sosyalist-Marksist düşüncelere kaymaya başladım. 1989’dan sonra, başka bir protesto eylemine katıldığım için tutuklandım ve 2 yıl hapis cezası aldım. O dönem “karşı-devrimci propaganda” ile suçlanmıştım; şimdilerde “ulusal güvenliği tehdit etme” gibi bir şeye çevirdiler bu tür durumlarda kullandıkları suçlamayı. Cezaevindeyken, cezaevinin olumlu bir tarafı okumak için bol bol zamanın oluyor tabi, Marx ve Engels’in seçilmiş çalışmalarını, Mao Zedong’u, Lenin’i, Kapital’i ve daha güncel, Sweezy ve Baran’ın Tekelci Sermaye’sini, Cohen’in Karl Marx’ın Tarih Teorisi gibi çalışmalarını okudum. Cezaevinde zamanımı böyle kulandım yani. Cezaevinden bir Marksist olarak çıktım ve siyasi çalışmalara bir Marksist olarak dâhil olmaya başladım.

MDT: Batı’daki tecrübelerinizden bahsetmek ister misiniz? Bir akademisyen olarak ne tür olumlu ya da olumsuz yanlar gözlemlediniz, ne tür zorlukları yaşadınız?

Dr. Minqi Li: Çok çetrefilli bir konu değil bu. ABD’ye Aralık 1994’te geldim, hatta 1994’ün Noel günü buraya geldim. Delaware Üniversitesi’nde bir yıl daha lisans eğitimi gördükten sonra bir dizi heterodoks iktisat bölümüne başvurdum ve Massachusetts Amherst Üniversitesi’nden kabul aldım. Doktora çalışmalarımı orada gerçekleştirdim ve 2002’de mezun oldum. Franklin & Marshall College’da misafir yardımcı doçent oldum ve iş aramaya başladım. York Üniversitesi’nde (Kanada) Siyaset Bilimi Bölümü’nde yardımcı doçent olarak 2003’ten 2006’ya kadar çalıştım. Bu dönemin ardından yeniden iş aramaya başladım ve Utah Üniversitesi’nde şimdi çalışıyor olduğum pozisyona alındım, 2006’dan beri burada eğitim veriyorum.

İyi ve kötü yanlarını ise tarif etmek güç. Akademik yaşantının olumsuz yanı, bu iş de kapitalist emek piyasasında bir iş dolayısıyla hemşireler, Walmart işçileri, mavi yakalı işçilere göre ayrıcalıklı bir iş olarak görülse de bu işte de emek gücünü yeniden üretebilmek için emek piyasasına dâhil olmanız gerekiyor. Akademik bir pozisyon elde edinceye kadar kapitalist emek pazarlarının bir sonucu olarak gerilimler, baskı ve zorluklar yaşıyorsunuz ancak bir iş bulduktan sonra da bu zorluklar sürüyor. Olumlu yanı, diyebiliriz ki burada durum Çin’deki ya da Türkiye’deki gibi değil. Kendini heterodoks olarak tanımlayan fakülte az ve bunlardan hiçbiri kendini Marksist olarak tanımlamıyor; buna karşılık Marksist iktisatçıların çalışmalarını sürdürebilecekleri sınırlı bir alan, araştırmalarını sürdürebildikleri göreli özgür bir alan var. Ancak elbette bu tür akademik çalışmalar bir Marksistin gerçekten uğraşmak isteyebileceği siyasi çalışmalara ayırabileceği zaman ve enerjiden çalıyor.

'ABD sermaye sınıfı ve Çin sermaye sınıfını birbirine bağlayan yapısal faktörler var'

MDT: Buna rağmen pek çok akademik çalışma yapmayı başarmışsınız. Çin ve 21. Yüzyıl Krizi kitabınız Türkçe’ye de çevrildi. Bu kitaptan bahsedersek, 21. Yüzyıl Krizi ile neyi kastettiğinizi anlatabilir misiniz? Çevre krizi ile bu krizin nasıl bir ilişkisi var? Bu tartışmalar bağlamında sizce ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki ekonomik çatışmaları kapitalist rekabet ya da emperyalist güçler arası bir çatışma olarak yorumlamalı mıyız?

Dr. Minqi Li: Bu sorular üzerine üç gün konuşabiliriz ancak bu üç günü üç dakikaya indirmeye çalışacağım... Farklı düzeylerde krizler söz konusu. Ancak kriz derken kastettiğim sıklıkla ekonomik daralma olarak düşündüğümüz krizlerden çok bütün kapitalist sistemi ilgilendiren yapısal bir kriz. Yani tüm kapitalist sistemin karşılaştığı bir yaşam-döngüsü krizi. Bu bağlamda hem Immanuel Wallerstein’ın Dünya Sistemleri yaklaşımından hem de Marx’ın sosyal sistemlerin tarihsel sistemler olduğu ve ancak belli dönemler boyunca ayakta kalabilecekleri fikrinden etkilendim diyebilirim. Dolayısıyla, temel fikrim: Uzun süren varlık ve gelişme sürecinde kapitalizm bir dizi iç çelişki yarattı ve uzun vade eğilimleri üretti, bu eğilimler ise kapitalist sistemin ayakta kalması için gerekli olan koşulları sarsmakta.

Fazla uzatmadan, özetle kapitalizmi sınırsız sermaye birikimini hedefleyen, tarihsel bir sistem olarak görüyorum. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için büyük miktarlarda fosil yakıt tüketimi, ucuz emek gücü sömürüsü ve elverişli siyasal koşulların varlığı gerekli. Ne var ki büyük miktarlarda fosil yakıt tüketimi ekolojik sistemin yok olmasına sebep olabilecek koşulları, iklim değişimini yaratıyor. Bir diğer yandan uzun vadeli sosyal dönüşüm, özellikle yalnız “gelişmiş ülkeler” diye tabir edilen merkez ülkelerde değil, birçok yarı-çevre ülkede de yaşanmakta olan proleterleşme, özellikle Çin’de yaşanan biçimiyle, yeni bir işçi militanlaşması dalgasının tüm dünyada yükselmesiyle sonuçlanabilir ki bu kapitalist kâr oranını muhakkak ölümcül boyutlarda sarsacaktır. Ve son olarak, ABD’nin egemen gücünün azalması ile, ki ben Çin’in ya da başka bir gücün ABD’nin yerini doldurmasını beklemiyorum, bu kritik anda dünya sistemi bu krizi idare edecek etkin siyasal mekanizmalardan yoksun bir halde. Bu ABD ve Çin arasındaki iktisadi çatışmayı iki emperyalist güç arasındaki rekabet olarak değerlendirip değerlendiremeyeceğimiz ile ilgili sorunuzla da ilişkileniyor: Öncelikle Çin’i emperyalist bir ülke olarak değerlendirmenin, Marksist bir perspektiften, işlevli olduğunu düşünmüyorum. Emperyalizm kavramının 20. yüzyılda spesifik bir tarihsel bağlamda ortaya çıktığına inanıyorum. Bugünün bağlamında, Çin’i emperyalist bir devlet olarak gördüğümüz sürece Çin sermaye sınıfının temel çelişkileri çözebilmek için bir Dünya Savaşı’na gidip gitmeyeceği gibi sorulara yanıt vermemiz gerekiyor ki ben böyle bir şey beklemiyorum. Bunun da ötesinde Çin sermaye sınıfı ve ABD sermaye sınıfı arasında temelde çıkar çatışması olduğunu düşünmüyorum. Hala ABD sermaye sınıfı ve Çin sermaye sınıfını birbirine bağlayan yapısal faktörler var. Örneğin Amerikalı ulus ötesi şirketlerin süper-kârlarının büyük kısmı Çin sermaye sınıfının bir projesi olarak Çin’deki ucuz emek gücünün sömürülmesi ile elde ediliyor. Yapılan son ticaret anlaşması ile Çin sermaye sınıfı finansal serbestlik, fikri mülkiyet hakları ve döviz kuru gibi konularda çok büyük tavizler verdi. Yalnız Çin sermaye sınıfı değil tüm küresel kapitalist düzen Çin’deki ucuz emek gücüne bağlı olduğundan ben bu durumu Çin sermaye sınıfının yalnızca Çin ve ABD sermaye sınıfı için değil tüm küresel kapitalist düzen için güvenlik oluşturması olarak yorumluyorum.

Yani ABD sermaye sınıfı ve Çin sermaye sınıfı arasındaki bu gerilim ve çatışma önemli olsa da ben tüm küresel kapitalist düzeni sarsacak faktörün bu olduğunu düşünmüyorum.

'Çin sermaye sınıfının refah devleti yaratacak kaynakları yok'

MDT: Çin’de hızlanan proleterleşme sürecinden bahsettiniz, muhtemelen yeryüzündeki en kalabalık işçi sınıfı Çin sınırları içerisinde yer alıyor. Çin işçi sınıfının bir devrim yapabileceğini iddia ediyorsunuz, Çin’de bir devrimin işaretleri neler sizce?

Dr. Minqi Li: Dürüst olmak gerekirse, henüz bir devrimin arifesinde değiliz. Yarın ya da önümüzdeki yıl bir devrim olmasını öngörmüyoruz ancak Marx’ın, işçi sınıfının proleterleşmesinden bahsettiğini ve işçi sınıfının kapitalizmin mezar kazıcıları haline geldiğini biliyoruz, ne yazık ki bu süreç tam olarak gerçekliğe kavuşmuş görünmüyor henüz. Bunun bir ölçüde sebebi, Lenin’in açıkladığı üzere, emperyalizm ya da kapitalist dünya sisteminin yapısal olarak merkez ve çevre ülkeler olarak ayrışması. Emperyalist ya da merkez ülkelerdeki sermaye sınıfı dünyanın geri kalanını sömürebiliyor; dolayısıyla süper kârlardan, süper artı değerden beslenebiliyor ve bu süper artı değerin bir kısmıyla ulusal işçi sınıfını para verip susturabiliyor. Ve tarihin de gösterdiği gibi 20. yüzyılın büyük bir kısmında batılı kapitalist ülkeler bu süper artı değerleri “refah devleti” olarak anılan sistemi geliştirmek için kullandı ve bir tür sosyal taviz ortamını Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ya da Avustralya’da korumayı başardı. Yani belli bir oranda sosyal barış ortamı Batı Avrupa’da 1970-80’lere kadar yaratılmış oldu. Daha sonra, tabii, kâr oranlarındaki düşme bu sosyal barış ortamının sürdürülememesine neden oldu ve Batılı sermaye sınıfı belli bir düzeyde refah devletini daraltarak karşı saldırı başlattı. Ancak bu “saldırıya” rağmen, refah devletini tamamen sonlandırmadılar. Dolayısıyla Batılı işçi sınıfının bugün bile dünyada yaratılan artı değerden bir pay aldığını; ya da çevre ve yarı-çevre ülkelerde ucuz emek gücü ve kaynaklarla yaratılmış ucuz tüketim mallarından ve ucuz tarım ürünlerinden faydalandığını ifade edebiliriz. Tabii neo-liberalizmle birlikte artan sosyal eşitsizlik artan sosyal çatışmalar anlamına da geliyor ancak şu ana kadar bu sosyal çatışma Batılı kapitalist ülkelerde devrimci potansiyel halini almış gibi görünmüyor.

Öte yandan 20 yüzyılda gerçekleşmiş devrimleri göz önünde bulundurursak, devrimlerin köylülerin kalabalık olduğu ülkelerde gerçekleştiğini görüyoruz: Çin devrimi kesinlikle bir köyle devrimiydi, Rusya’da bile devrim nüfusun büyük çoğunluğunun köylü olduğu bir toplumda gerçekleşti. Bu döneme kıyasla 21. yüzyıl özgün bir durum içeriyor: Bir yandan Çin’de büyük sanayileşme belki de dünyadaki en büyük işçi sınıfını yarattı, öte yandan Çin kapitalizmi dünyanın geri kalanındaki emperyalist olmayan ülkelerde üretilen süper artı değerden pay alabileceği sömürü ilişkileri içerisine girebildi. Elbette bugün Çinli kapitalistlerin Latin Amerika, Afrika gibi ülkelere yaptığı yatırımların, bu bölgelerin emek gücünü ve kaynaklarını sömürdüklerinin gayet farkındayım. Ancak Çin’in Latin Amerika, Afrika ya da Güney Asya’dan elde ettiği ya da edebileceği artı değer, Çin’den Kuzey Amerika ya da Avrupa’ya aktarılan artı değerden çok daha küçük. Ve aslını isterseniz, pek bilinmeyen ilginç bir durum söz konusu: Çin’in Latin Amerika’da en büyük yatırımlarının yaptığı merkezlere bakarsanız, bu merkezlerin Britanya Virjin Adaları gibi yerler olduğunu, yani bu “yatırımların” vergi cennetlerine gittiğini görüyorsunuz. Bunlar ucuz emek ve doğal kaynakları sömürebileceğiniz yerler değiller elbette. Bu daha çok Çinli kapitalistlerin ya da Çinli elit ailelerin Çin’den sermaye kaçırmaları gibi görünüyor; yani emperyalist bir ülkeden çok yozlaşmış bir üçüncü dünya ülkesinin yatırım süreçlerini andırıyor. Ve açıdan bakıldığında, Çin sermaye sınıfının bir sosyal taviz ortamı ya da refah devleti yaratacak kaynakları bulunmuyor. Belki de bu yüzden Çin hala tek parti diktatörlüğünü sürdürüyor. Yani bir yandan giderek genişleyen ve eninde sonunda sosyal ve demokratik haklar talep edecek bir işçi sınıfı (küçük burjuvazinin kimi kesimleri de benzer taleplere sahip) ve öte yandan kapitalist çerçevede bu taleplere yanıt üretebilecek kaynaklardan yoksun bir sermaye sınıfı var elde. Bu talepler kapitalist sistem dâhilinde karşılanamadığı ölçüde sosyalist dönüşüm için gerekli nesnel koşullar oluşacaktır. Öte yandan Çin 1980’lere kadar süregelmiş bir sosyalist devrim mirasına sahip. Basitçe, şu anki siyasal sisteme karşı çıkan tüm entelektüellerin düşüncelerine batılı kapitalist fikirler hâkimdi, bunlar “liberaller” denen kesimdi... Ben de bu “liberaller” denen grubun bir parçasıydım ancak 1990’lardan itibaren kapitalist çelişkilerin giderek büyümesiyle küçük burjuva kökenli entelektüellerin bir kısmı, bu büyüyen eşitsizliği ve kapitalizmle ilişkili bir dizi çelişkiyi göz önünde bulundurmaya başladı. Bu entelektüeller sosyalist, Marksist, Çin bağlamında Maoist fikirler tarafından etkilenmeye başladılar ve 2000’lerin başından itibaren çeşitli Maoist gruplar Çin’de belirgin bir siyasal ve entelektüel güç haline geldiler. Yani bugün Çin’de entelektüeller içerisinde bir yanında mevcut egemen sınıf ve küçük burjuvazinin b milliyetçi fikirlerden etkilenmiş kesimi; bir yanında küçük burjuvazinin serbest piyasa, batılı liberal demokrasi fikirlerinden etkilenmiş bir kesimi bulunuyor. Bu son kesim küresel kapitalist sistemle daha güçlü bağlara sahip. Öte yanda ise küçük burjuvazinin artan sermaye çelişkileri yüzünden, artan eğitim masrafları yüzünden, artan sağlık hizmetleri masrafları yüzünden, emek pazarlarında yaşanan güçlükler yüzünden proleterleşen kesimi bulunuyor. Bu proleterleşmiş ve marjinalize olmuş küçük burjuvazi daha radikal sol görüşlerin yeni tabanını oluşturuyor. Yani ileride küçük burjuvazinin bu ilerici kesimleri, gelişmekte olan işçi sınıfı hareketi ile bir ittifak kurarsa bu Çin’de sosyalist hareketin temelini oluşturabilir.

'Kapitalist düzen içinde demokratik sosyalizm programının ete kemiğe bürünmesi mümkün değil'

MDT: ABD işçi sınıfından umutlu musunuz? ABD’de de işçi sınıfı içerisinde uyanış emareleri gözlemliyoruz.

Dr Minqi Li: ABD işçi sınıfından umudu kesmeyiz! Ancak gerçek şu ki ABD’de siyaset oldukça karmaşık. Cesaret kırıcı olmak istemem ancak ABD’de sermaye sınıfı, ABD’deki anayasal ve siyasal yapıyı işçi sınıfını kendi içerisinde çatışma yaşayan bölümlere ayırmak için etkin bir biçimde kullanıyor. Örneğin beyaz, geleneksel işçi sınıfı giderek Trump’ın egemenliğindeki Cumhuriyetçi Parti’nin tabanını oluşturmaya başlıyor. Bu elbette işçi sınıfının hatası değil; Clinton ve Obama’nın politikalarının bir sonucu. Demokrat Parti, ABD kapitalizmi sınırları içerisinde finansal kapitalistlerin ve yüksek-teknoloji kapitalistlerinin hizmetkârı konumundaydı, yani Demokrat Parti ya da Demokrat Parti kurumsallığı denen şey on yıllardır Microsoft ve Apple gibi şirketlerin çıkarlarına hizmeti bir öncelik olarak görüyordu. Bu neo-liberal, küreselleşmiş kapitalizm projesini tamamen destekliyorlardı ancak aynı zamanda, belki de bu desteğin bir sonucu olarak, göçmen işçiler için açık-kapı politikası uygulamaya daha hevesliydiler. Göçmenlerin iyiliği ya da refahı için değil, ABD emek pazarına ucuz emek sağlamak için elbette. Her halükarda bu politikaların bir sonucu olarak seçimlerde gözlenen bir finansal sermaye ve yüksek-teknoloji sermayedarları ittifakı ile bu ittifaktan beslenebilecek küçük burjuvazinin seçkin kesimlerinin desteği söz konusuydu. Bu seçim ittifakına elbette göçmen emekçi sınıfları ve azınlıkları da ekleyebilirsiniz... Ancak bu ittifak artık sürdürülebilir görünmüyor. Şimdi Sanders , belki bir derece de Warren tarafından temsil edilen, (ki Sanders muhtemelen daha samimi olacaktır) göçmen işçilerin yanı sıra mevcut düzen içerisinde bir gelecek bulamayan öğrenci gençliğin çıkarlarını savunan bir ilerici kesim, bir tür sosyal demokratik kapitalizme dönüş programı savunuyor. Sanders buna “demokratik sosyalizm” diyor. Açık ki kapitalist düzen içerisinde bu tür bir programın ete kemiğe bürünmesi mümkün değil. Ancak yine de ABD işçi sınıfı ve gençlik içerisinde bir kesimin kapitalizmin ötesine geçen, adına sosyalizm diyecek cesareti kendilerinde bulabildikleri bir düzen için umutlarını ve arzularını temsil ediyor. Dolayısıyla seçimlerde ne olacak göreceğiz ancak bir şeyden emin olabiliriz: ABD sermaye sınıfı ve Demokrat Parti kurumsallığı ABD burjuva demokrasisi kisvesi altında Sanders’ı durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Sanders [1], şans eseri aday olmayı becerebilse de maalesef genel seçimlerde muhtemelen kaybedecektir. Dolayısıyla, öngörülebilir gelecekte, anlamlı sosyal reformların ABD’de gerçekleşmesinin pek olası olmadığını düşünüyorum. Ancak sosyalizmi ABD siyasal yaşantısında yeniden meşru bir hale getirerek belki de sınıf mücadelelerinin bir sonraki aşamaya geçebilmesi için gerekli koşulları yaratmışlardır.

MDT: Geçtiğimiz dönemde Bilim ve Aydınlanma Akademisi “Sosyalist Gelecek ve Planlama” sempozyumu düzenledi ve 21. yüzyılda sosyalizmi tartıştı. 21. yüzyılda sosyalizmin belirleyici özelliklerinin ne olacağını düşünüyorsunuz? Sosyalizme ilerlerken sizce bilim insanlarının ne tür görevleri var?

Dr Minqi Li: 21. yüzyılda artık karşı karşıya olduğumuz zorluk sermaye birikimi ya da ekonomik büyümeyi kapitalist bir dünya sistemi çerçevesinde nasıl bir modelle gerçekleştirebileceğimiz değil küresel ekolojik krizle nasıl baş edebileceğimiz ve aynı zamanda nüfusun tamamı için temel ihtiyaçları nasıl sağlayabileceğimizdir. Bu bağlamda, bu zorluklar hiçbir tür kapitalizmle, hatta üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan ya da adına rekabetçi piyasa denilen hiçbir toplumsal düzende aşılamaz. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini ve toplum düzeyinde demokratik planlamayı gerekli kılan bir kriz ile karşı karşıyayız. Bu açıdan bir kez daha sosyalizme ihtiyaç duyuyoruz. Bu zorlukları ancak sosyalizm ile aşabiliriz; ya da Rosa Luxembourg’un sözleriyle “ya sosyalizm ya barbarlık.”

Bilim insanlarının temel bilimlerde ya da sosyal bilimlerde temel görevi, maddi gerçekliği anlamaya çalışmak aynı zamanda fiziksel ve sosyal sistemlerin hareket yasalarını anlamaya çalışmak ve insanların bu konularda kavrayışını geliştirmeye çabalamak olmalı. Daha sonra, fiziksel sistemler ve sosyal sistemler hakkındaki kavrayışımız birbiriyle ilişkilendirilmeli. Örneğin bugün çok sayıda mükemmel çevre bilimciye sahibiz ve bu bilim insanları çevre krizi hakkındaki kavrayışımızı geliştiriyorlar, bizi çevre krizinin olduğu gibi sürmesi durumunda insan toplumunu felakete sürükleyeceğine dair uyarıyorlar. Ancak ne yazık ki sonraki adımı atmıyorlar, yani kapitalizmin hareket yasalarını anlamaya çalışmıyorlar ki bu sistem sınırsız sermaye biriktirmeyi hedefliyor. Dolayısıyla kapitalizm koşullarında iklim krizini çözebilmenin bir yolu olmadığı gerçeği iklim bilimlerinin dışında bırakılıyor ve pek çok iklim bilimci, hükümetler ya da şirketler hakkında halen olumlu kanaatler taşıyor. Çoğu “iklim krizini çözemiyoruz çünkü insanlar bu fiziksel gerçekler hakkında yeterince bilgi sahibi değil. O yüzden gerekli şeyleri yeteri kadar yapmıyor insanlar” diye düşünüyor. Ne yazık ki, gerçek bu değil. Hükümetler ya da şirketler yeterince bilgiye sahip olmadıklarından gerekli olanı yeterince yapmıyor değiller. Kapitalist ekonomik sistemin kısıtları içerisinde, birer kapitalist ya da kapitalist devlet olarak var olma kapasitelerini tehlikeye atmadan hiçbir şey gerçekleştiremezler.

Fiziksel ve doğal sistemlere dair kavrayışımızı, tüm bu bilgiyi bir araya getirmeliyiz, bu sayede tüm insanlığa en makul yönü gösterebiliriz.

MDT: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Okurlarımıza son bir mesajınız var mı?

Dr. Minqi Li: Türkiye, Çin ve uluslararası işçi sınıfı hep birlikte, çok daha güzel ve sürdürülebilir bir gelecek için mücadeleye!

M. Li (2020). Bilim İnsanlarının Temel Görevi Fiziksel ve Sosyal Sistemlerin Hareket Yasalarını Anlamaya Çalışmak, Madde Diyalektik ve Toplum, 3/2, sf: 162-166.

Dr. Minqi Li

1969 doğumlu Minqi Li ekonomi politik ve dünya sistemleri üzerine uzmanlaşmış bir akademisyendir. Pekin Üniversitesi’nde iktisat eğitimi gördükten sonra neoliberal politikaların üstünlüğüne inanan Li, hükümeti ve toplumsal düzeni protesto eden bir dizi eleme katıldı ve 1989 Tiananmen Meydanı Olayları’ndan sonra da aktivizmini sürdürdü. Eylemler dolayısıyla tutuklanan Li 1990-1992 yılları arasında siyasi tutuklu olarak hapis yattı. Cezaevinde Karl Marx ve Mao Zedung’un çalışmalarını okuyan Li, düşüncelerinde köklü bir dönüşüm yaşayarak Marksist düşünceleri benimsemeye başladı. 2002 yılında Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde “Three Essays on China’s State Owned Enterprises: Towards an Alternative to Privatization” başlıklı doktora çalışmalarını tamamlayan Li dünya sistemleri teorilerine ve Immanuel Wallerstein’ın çalışmalarına odaklanmıştır. Review of Radical Political Economics’in editörleri arasında yer alan Li, The Rise of China and the Demise of the Capitalist World-Economy, “After Neoliberalism: Empire, Social Democracy, or Socialism?”, “Long Waves, Institutional Changes, and Historical Trends: A Study of the Long-Term Movement of the Profit Rate in the Capitalist World-Economy”, “The 21st Century Crisis: Climate Catastrophe or Socialism” ile Türkçeye Yazılama Yayınları tarafından kazandırılan Çin ve 21. Yüzyıl Krizi eserlerinin de yazarıdır.