Yürüyen Merdiven'le 'yürümek' üzerine

Yürüyen Merdiven ile müzik, şiir ve siyaset üzerine konuştuk.

Ulaş Özer-Ulvi İçil

2014 yılında yola çıkan Yürüyen Merdiven'le, 23 Kasım tarihinde Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi Ruhi Su Salonu'nda sahne almalarının öncesinde müzik, şiir ve siyaset üzerine konuştuk.

Bu ikilinin albümünün ismiyle başlayalım. Neden "Yürüyen Merdiven" ve neden "Çınar, Güneş ve Bir Deli"?

Mustafa Kemal Emirel: Grubun isim babası Yiğit.

Yiğit Özatalay: Fikir benden çıkmıştı ama birlikte karar verdik. Yürüyen merdiven, aslında günlük hayatımızda çok kullandığımız bir şey ama biz yürüyen merdiveni başka bir anlamıyla kullanıyoruz. Var olan bir şeye başka bir açıdan bakmak gibi bir durum. Bu mekanik bir merdiven değil. İki bacaklı yürüyen bir merdiven. Biz iki kişilik bir grubuz. Bir diyaloğa dayanıyor grubun temeli. Logomuz da aslında buradan çıktı. Tabii anlam dışında biçimsel olarak da belli tercihlerimiz var. "Yürüyen Merdiven" isimlerimizin baş harflerini taşıyor. Bunun dışında uyaklı iki sözcükten oluşuyor. İkisi de birbiriyle dengeli sözcükler. Bir de tabii ki Türkçe. Biz de Türkiyeli müzisyenler olduğumuz için bunu önemsiyorduk. Tüm bunlar tercihlerimizde belirleyici oldu.

Şöyle bir şey düşünmüş müydünüz peki, "ileriye yukarıya tırmanmak" gibi bir anlamı var mı bu ismin?

M.K.E. Yiğit’le bunu daha önce konuşmamıştık ama ben böyle bir şey düşünüyordum. Yiğit’le de ilk kez burada paylaşmış olduk sayenizde.

Y.Ö. Aklımızdaki mekanik yürüyen merdiven imgesi bize, yukarı ve ileri taşıyan bir şeyi düşündürtüyor; fakat bizim logomuza da bakıldığında yatay olarak yürüyen, en azından ileriye doğru yürüyen bir merdiven var. Burada aslında önemli olan şey "yürümek" belki de.

Silvio Rodriguez’in “Segunda Cita” albümünün kapağında da bir merdiven fotoğrafı vardı. Hatırlıyor musunuz?

Y.Ö. Evet gökyüzüne, bulutlara doğru yükselen bir merdiven... Kim bilir belki de aynı düşüncelerle “merdiven”e yaklaştık. Albümün ismi, yani "Çınar, Güneş ve Bir Deli" ise Kemal’in düşüncesi.

M.K.E. Albüm isimleri, genelde gruplarda sıkıntı yaratan bir şey. Biz de üzerine bir miktar düşündükten sonra -zaten Nâzım’ın şiirinde çok hoşumuza giden doğa temalı bir anlatım da var- düşüncemiz böyle bir isim üzerinde yoğunlaştı. Belki de içimizden, kendiliğinden ortaya çıkan imgeler grubu olarak çıktı bu isim. Çınar, Güneş ve Bir Deli: Evren ve insan, doğa ve insan... Ayrıca bunlar şarkılarımızda da var olan imgelerdi. Bunlar bizim ümitli dünyamıza yönelik sesler olarak ortaya çıktı.

Y.Ö. Aslında buna bir de Nâzım'ın "Bugün Pazar" şiirinin son dizesi etki etti; yani “Toprak, güneş ve ben”. Kemal’in güzel bir düşüncesiydi bu. Buradaki 'toprak' sözcüğünü, "Masalların Masalı"ndaki 'çınar'la değiştirdik. 'Ben'i de 'deli' ile değiştirerek "Çınar, Güneş ve Bir Deli"yi oluşturduk. Buradaki 'deli', bir çeşit deliliğe övgü olarak da okunabilir. Yani hâlâ dünyaya dair umutları olan insan...

Piyano ve davulu bir ikili olarak dinlemeye çok alışık değiliz. Bestelerinizi bir ikili olarak icra ettiğiniz gibi zaman zaman farklı müzisyenleri de konuk ediyorsunuz sahnenizde. Albümünüzde pek çok müzisyen de size eşlik etmiş. Yürüyen Merdiven’in iki kişiden oluşmasının özel bir nedeni var mı?

Y.Ö. Biz Kemal’le zaten uzun yıllardır arkadaşız ve müzik dışında da birçok şeyi paylaşırız. Birlikte ev arkadaşlığımız bile oldu. Aynı okuldan mezun olduk. Sanıyorum on seneyi aşkın bir süredir çalıyoruz birlikte. Grubun temelini böyle bir dostluk ve müzikal alışveriş üzerine kurmaktan hiç çekinmedik. Tabii ki albümde konuk müzisyenler de yer aldı ve bunu konserlerde de yapıyoruz. Ama sadece ikili olarak çaldığımız konserler de veriyoruz. Bunun da ayrı bir zevki var bizim için. Hakikaten bizim için de alışılmadık bir deneyim bu. Sadece o alışılageldik üçlü (davul, piyano, bas) içinde basın olmaması nedeniyle oluşmuyor bu zevk. Bu, aynı zamanda diyalog zevki. Müzikte ikilinin ayrı bir tadı var bence. Üstelik bu ikili, gerçekten birbirini tanıyan, birbirinin müzikal zevklerinden haberdar olan, insan olarak da birbirini seven bir ikili ise... Sadece müzikte değil, ben günlük hayatta da ikili sohbeti çok severim. Üçlü olarak buluşmaktansa, bir arkadaşımla baş başa, ikili olarak buluşmayı tercih ederim. Bunun zevki benim için başkadır.

M.K.E. Yiğit’in söylediklerine bir şey eklemek istiyorum. Konuşmadan anlaşabilmek bence ilişkilerde çok önemli. Ben bunu müziğimizde de yaptığımızı düşünüyorum. Hayatta da doğru iletişimi kurduğumuzda yakaladığımız bir ilişki tarzı bu. Ayrıca az önce davul ve piyano ikilisine çok alışık olmadığımızı söyledik ama şimdi sözünü ettiğimiz türden bir ilişki kurulduğunda, enstrüman ne olursa olsun her şeyle yapılabilir böyle bir müzik. Ben burada önemli olan şeyin, çalgıdan öte iletişim olduğunu düşünüyorum.

Y.Ö. Tamamen katılıyorum Kemal’e. Davul ve piyano kendi ilişkileri içinde bir kesişim kümesi içeriyor. İkisi de vurmalı çalgı aslında. Bastan tize tüm frekansları kapsayan dünyaları var ikisinin de. İkisi de tek başına birer orkestra aslında. Kemal’in de ezgisel yani melodik çalma meziyeti…

M.K.E. Yiğit’in de ritmik çalma özelliği ile roller ters dönmüş durumda.

Y.Ö. Ritim, birçok açıdan, bende ezgiden daha ön planda gerçekten. Böyle olunca birbirimizle çok fazla diyalog köprüsü kurabiliyoruz.

Aranızdaki bu gelişkin müzikal iletişimin, sosyal iletişiminize de yansıması oluyor mu?

M.K.E. Olmaz mı! Aynı tepkileri verebiliyoruz mesela. Birimizin düşündüğünü diğeri söylüyor bazen. Bu müzikte de oluyor. Benim düşündüğüm bir şeyi Yiğit çalabiliyor bazen. Y.Ö. Bu müzik dışındaki diyaloglarda da benim hoşuma giden bir şeydir. Yani karşındaki insanın tepkisini ölçebilmek... Tabii bunun çok monoton bir hale dönüşmemesi önemli elbette. Bu bir denge sanırım. Hem bir beklenti, hem de sürprize açık olma hali. Belki de konuşulacak konuların havuzlarını belirlemek gibi bir durum. Yani o beklenti, çok da noktasal bir beklenti değil. Geniş bir küme belki bu; ama o geniş küme ile ilgili fikir sahibi olmak, birlikte çıkarılacak kompozisyonun öğelerini seçmek gibi bir şey bu. Buna ikimiz de karar verebiliyoruz ve o öğelerden haberdarız.

M.K.E. Bu, tek kişi gibi müziği ortaya çıkarabilmek için faydalı. Sesleri ve müzikal düşünceleri bu derece iç içe geçmiş bir biçimde üretmeyi sağlayan da bu zaten.

Y.Ö. Bütünsellik aslında. Belki de tüm bunları özetleyebilecek sözcük bu. Bütünsellik için çabalamak.

Belki de ürün kadar, hatta belki ondan da fazla o üretme sürecine de bir değer atfediyorsunuz anladığımız kadarıyla.

M.K.E. Haklısınız. Yolculuk... On sene önce belki bu kadar kaynaşmış değildik. Bu kişisel olgunlukla da alakalı elbette. Hem tek başına hem de birlikte yürüdüğümüz bir yol.

Y.Ö. Bizim bu proje dışında ayrı ayrı yürüttüğümüz başka projeler de var. Kemal’le farklı ilgi alanlarımız, farklı yollarımız da var.

M.K.E. Şu an tek kişiymiş gibi konuşmaya başladık. İki kafası olan tek bir adam gibi (gülüyorlar)...

Y.Ö. Bütün bu ayrı yollar bizi şekillendiriyor aslında. Kendi sırt çantalarımıza koyduklarımızı kullanıyoruz ve beraber bir şey üretiyoruz.

Peki konserlerinizde ve albümde yer alan konuk müzisyenler?

M.K.E. Bu süreçte bestelerin çağırdığı enstrümanlar oluyor.

Y.Ö. Mesela bir konserde bir vokalisti dâhil etme düşüncesi ki genelde tercihimiz bu yönde oluyor; burada ilk düşüncemiz, amacımız, seyirciye parçalardaki sözleri ulaştırabilmek elbette. Albümde ise paletteki renkleri ve çeşitliliğin getirdiği zenginliği artıran bir etkisi var bunun. Biz sadece vokalistlerle de konser yapmayı düşünmüyoruz. Enstrüman odaklı da üçlüler yaratılabilir, ki yapıyoruz bunu. Örneğin bir kontrbas alıyoruz yanımıza, bu başka bir nefesli çalgı da olabilir. Bu da aslında bizim kurduğumuz diyaloğa bir başka soluk getirip o doğruyu bir üçgen haline getiriyor. Bizi zenginleştiriyor.

M.K.E. Aslında bize eklenenler yeni bir elbise giydiriyorlar bize, böyle de düşünülebilir.

Genel olarak şiirden beste yapma sürecine yaklaşımınız ve daha özel olarak ise Nâzım'ın şiirinden beste yapmaya dair düşünceleriniz nelerdir? 

Y.Ö. Besteler bana ait olsa da düzenlemeleri birlikte yapıyoruz. Düzenleme de besteye dâhil olan bir şey bence. Müzik, şiiri taşıyabiliyor ve dinleyiciye ulaştırabiliyor. Böyle bir özelliği var müziğin ve şiiri daha etkin hale getirebiliyor. Bütün bestecilerin de söylediği gibi şiiri bestelemeye girişmek epey riskli bir iş ve çok dikkatli olmak gerekiyor. Çeşitli şekillerde şiir bestelenebilir... Benim dikkat etmeye çalıştığım nokta, o şiirin ritmini, onun kendi içinde taşıdığı müziği kaybetmemek. Belki "Masalların Masalı"nda bunu belli bir noktaya getirmiş olabiliriz diye düşünüyorum. Mesela şiirin kendi içerisindeki prozodiyi ve ritmi -yani cümle ve kelimelerin ritmini- müzik için bir malzeme olarak doğrudan alabiliyorum. Örneğin “Su başında durmuşuz çınarla ben” dizesindeki ritim, parça içerisinde kendini belli ediyor. Zaten Nâzım’ın kullandığı ve insanı okudukça hipnotize eden de, bu ritim ve tekrarları kullanmaktaki ustalığı bence.

M.K.E. Şiirle müziğin kesiştiği yerlerden birisi de ritim. Şiirdeki sözlerin ritmik yapısı bir müzik barındırıyor zaten. Yani şu anki konuşmalarda bile ritmik bir müzik var aslında. Şairlerin ilham mekanizması belki de böyle çalışıyor. Dolayısıyla müzik ve şiir birbirinden uzak şeyler değil bence.

Y.Ö. Her şairin ritmik olarak şiirlerinde kullandığı bir yapı vardır. Nâzım’ın şiirlerinde ben bunu en üst düzeyde görebiliyorum. Nâzım hakikaten tüm şiirlerini bir müzik içerisinde yazmış. O yüzden bu yapıyı bozmadan hareket etmek çok önemli. Ben "Masalların Masalı" şiirini Ruhi Su’dan dinlediğimi ve etkilendiğimi hatırlıyorum. Özellikle Ruhi Su’da doğal söylenişi bozmama kaygısı dikkatimi çekmişti.

Sizce bu açıdan Türkiye'de başarılı olan örnekler hangileri ve bu müzikal üretimleri nasıl buluyorsunuz? Bu çalışmalar, yani bugüne kadar olan tüm birikim, iyisiyle kötüsüyle, sizin çalışmanızı nasıl besliyor? 

Y.Ö. Bana ilham veren bir sürü örnek var. Mesela Nâzım şiirleri açısından düşünürsek Türkiye’de azımsanmayacak bir birikim var. Bunun beni etkilediği de bir gerçek. Yıllar içerisindeki politik duruşlarını, düşüncelerini veya tercihlerini bir kenara bırakalım; örneğin Cem Karaca’nın "Mavi Liman" bestesi çok etkileyici ve o şiirle çok örtüşen bir bestedir. Zülfü Livaneli’nin "Karlı Kayın Ormanı" ya da Nâzım için söylenen ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir şiiri olan "Yiğidim Aslanım"... Bunlar şiirle müziğin ne kadar güzel örtüştüğünü gösteren çok güzel örnekler. Tarık Öcal’ın "Tahir’le Zühre Meselesi" yine çok beğendiğim bir örnektir. Dünyadan örnek verirsek Yves Montand’ın “Akrep Gibisin Kardeşim” şiiri üzerine yazdığı müzik beni çok etkilemiştir. Georges Brassens’in de Nâzım şiirleri için yazdığı çok güzel müzikler var...

M.K.E. Ben şöyle bir şey ekleyeyim, şiir kendi içinde çok bütünsel bir şey. Bir çok şarkının sözlerini önümüze alsak, okuduğumuzda hayal kırıklığına uğrayabiliriz ama çok iyi şarkı sözleri de var. Bence şiir ve çok iyi yazılmış şarkı sözlerini birbirinden çok da ayırmamak gerek.

Y.Ö. Kemal’e katılıyorum. Mesela söz ve müziği aynı kişiye ait olan müzikler, çok daha etkili oluyor. Çünkü söz de önce çıkabiliyor müzik de, veya ikisi birbirini besliyor... Sorunuza dönecek olursak Emin İgüs’ün "Bilinmeyen Ülke"si de beni çok etkilemiştir. Özellikle lise yıllarında dinlediğim ve Puşkin’in şiiri üzerine yazılmış çok iyi bir müziktir. Bunun dışında Vedat Sakman benim sevdiğim ve örnek aldığım bir müzisyen. Kendine ait olmayan sözleri de büyük bir ustalıkla müziklendirebiliyor.

Bundan sonraki süreçte Nâzım şiirleri ya da başka şairlerin şiirleri üzerine beste yapmaya devam edecek misiniz?

Y.Ö. Nâzım şiirleri üzerine yaptığımız başka şarkıları da ikinci albümde veya bundan sonra vereceğimiz konserlerde kullanacağız sanırım. Mesela Nâzım'ın "Yürümek" şiiri üzerine bir çalışmam vardı. Bunun üzerine belki bir şeyler düşünebiliriz. Edip Cansever’in "Yok mu, Var" şiiri üzerine bir çalışmamız da var. Bunu da albüm ve konserlerimizde değerlendirmeyi düşünüyoruz.

Biraz da albümde yer alan şarkılardan söz etsek...

Y.Ö. Kısaca söz edelim... "Hüseyin" bizim grup olarak çaldığımız en eski parçalardan biri. 2004 yılından beri çalıyoruz bu parçayı. Önce ciddi bir hastalığa yakalanan ve daha sonra da hayatını kaybeden bir arkadaşım Hüseyin. Onun için yazmıştım. Sonra 6 Mayıs’ta yine burada yani Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde verdiğimiz konserde bu parçayı, 6 Mayıs 1972’de idam edilen ve Türkiye’nin aydınlık geleceğine inanan o üç fidandan birine, Hüseyin İnan’a adamıştık. Böyle bir bağlantı kurmak bana çok anlamlı gelmişti ve bunu lansman konserinde de tekrar ettik. Ben böyle bir ilişki kurmaktan dolayı mutlu oldum. Müzikal anlamda da bu parça bir ağıt niteliğinde. Her çaldığımızda bizi zorlayan bir parça... Sanki zorlu bir yolculuğu da anlatıyor. Ve biz de doğal olarak hatalar yapıyoruz bu parçayı çalarken. Çünkü ritmik anlamda bizi ters köşeye yatırıyor zaman zaman. Belki de gerek arkadaşım olan Hüseyin’in gerek Hüseyin İnan’ın gerekse bizim müzikal olarak yolculuğumuzun, kısacası her zorlu mücadelenin hatalara açık olduğunu ama hatalara rağmen bu engebeli yolculuğun zevkini ve değerini bize hatırlatan bir parça "Hüseyin".

M.K.E. Bu arada şarkının ilk ismi "Hüseyin’e Umut"tu.

Y.Ö. Evet... "Masalların Masalı"nı konuştuk az önce. Nâzım Hikmet’in o çok bildiğimiz ve her okuduğumuzda bizi heyecanlandıran "Masalların Masalı" şiiri üzerine yazılmış bir müzik. Ben hep şöyle açıklıyorum onu: Diyalektik materyalizmin en güzel ve en sade ifadesi. Bu şiirde bize Tülay Günal eşlik etmişti ve onun sesinin müziğe kattığı çok şey oldu. Bizi çok mutlu etti ve aslında 'bize çaldırdı' diyebilirim. Bu yüzden albümün ilk şarkısı oldu bu parça. Bizi en iyi anlatan parçalardan biri olduğunu düşünüyoruz hep.

Albümde ikinci parça olarak "Bugün Pazar" geliyor. Bu parçada Genco Erkal bizimle oldu. Bizi kırmayarak bu parça üzerine şiir okumayı kabul etti. Bu parçanın da besteleniş sürecinde tıpkı "Masalların Masalı"nda olduğu gibi ritmik öğelerden faydalandım. Şiir dört heceli bir cümle ile başlıyor (Bugün pazar) ve bu yüzden ilk motifi de dört ataklı bir motif. Sonra şiirin ikinci cümlesi, “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar”... Müziğin de ikinci cümlesi ilk motiften yola çıkarak biraz daha zenginleşip dallanan, budaklanan bir cümle. Ardından üçüncü cümleyle birlikte büyük cümleler gelmeye başlıyor şiirde ve tabii müzikte. Patlama noktası ise şiirde geçen “ilk” sözcüğü. Yani “Ve ben ömrümde ilk defa” cümlesindeki “ilk”... ve orada biz de şiirle paralel bir patlama yaşıyoruz.

"Haydarpaşa" parçası için de şunu söyleyebilirim. Haydarpaşa, Nâzım Hikmet’in "Memleketimden İnsan Manzaraları" kitabının ilk sözcüğü. Bu kitap “Haydarpaşa garında 1941 baharında saat on beş” diye başlayan Nâzım’ın en güzel kitaplarından biri. Kendi deyimiyle vıcık vıcık bir insan yoğunluğuna girermiş gibi bir his yaratıyor insanın üzerinde. Kısacası Nâzım’la bu parçada da bir ilişkimiz var. Elbette Haydarpaşa’nın şu anki durumundan da söz etmeliyiz. Biz Haydarpaşa Garı, Muammer Karaca Tiyatrosu veya Gezi Parkı gibi kamuya ait olan alanların o işlevleriyle ve herkes tarafından kullanılması gerektiğine inanıyoruz.

Albümde yer alan "Direndikçe" parçası, ilk defa Haziran Direnişi sonrasında seslendirdiğimiz parçalardan biriydi. Bu da aslında Haydarpaşa Garı ile aynı hassasiyete dayanıyor. Ama "Direndikçe"de kamuya ait mekanlardan başka bir yere doğru açılan bir durum daha var. Çünkü Haziran direnişi aslında sadece bir mekânla kısıtlanmamıştı. Evet orasıyla başladı fakat daha sonra tüm hak ve özgürlüklere yönelik kaygılardan beslendi ve aydınlık Türkiye’ye olan inançla hareket etti. Dolayısıyla tüm bu söz ettiğim durumlara karşı “direnmeliyiz, mücadele etmeliyiz, bunu yapacak olan bizleriz” noktasına getiren bir parça "Direndikçe".

"Kırmızı Paltolu Kız" ve "Bir Delinin Hata Defteri"nden bahsedelim. Bunlar Ülkü Aybala Sunat’ın seslendirdiği parçalardı ve birbirleriyle de ilişkili oldukları için peş peşe koyduk. Hatta tek parça gibi düşündük bu parçaları. Özellikle Kemal bunda ısrarcı oldu ve ben de bunun iyi bir karar olduğunu düşünüyorum. İkisinin de vokalistinin aynı olması dışında, bu parçalarda biraz daha bireyin içine dönük dokunuşlar, yüzleşmeler ve belki de direnişler var. Direniş sadece dışsal değil içsel de bir olgudur ve insan önce kendisiyle yüzleşmelidir. Bu parçada değiştirmeden önce değişmenin önemine bir vurgu var belki de. "Kırmızı Paltolu Kız"da bir aşk var. "Bir Delinin Hata Defteri"nde ise insanın kendi hayatında yaptığı hatalara yönelik, biraz da delirmenin ucuna götüren sorular ve yargılar uçuşuyor, biraz sürrealist öğelerle beraber. İkisinde de sorular var aslında. Şimdi baktığımda onu görüyorum. Bunlar açıkta bırakılan, biraz da dinleyicinin yorumuna bırakılan sorular. Ve Ülkü de bu parçaları çok güzel yorumladı. Bizce müziğe çok güzel şeyler kattı.

Son olarak "İstanbul"dan söz edelim. İstanbul, belki de içinde yaşadığımız coğrafyaya dair en fazla söz söyleyen parçamız oldu. Hem İstanbul’da yaşayan iki müzisyeniz, hem de bir çok açıdan Anadolu’nun geleneksel öğelerinden besleniyoruz. Gerek müzisyen gerekse sadece insan olarak... İstanbul’da bize arpist Meriç Dönük eşlik etti. İstanbul karmakarışık ve macera içeren bir şehir. Bu parçada bunu anlatabilen öğeler var sanki. Hem geleneksel müzik hem de klasik Türk müziğinden beslenen öğeler bulmak mümkün bu şarkıda. Makamsal öğeler hâkim. Hatta belki Bizans öğeleri bile bulmak mümkün. İstanbul katman katman bir kent ve biz de bir müzik grubu olarak kendimizden önceki uygarlıkların birikimiyiz sonuçta. Arp seçimi ise Kemal’in tercihiydi. Arpın aslında kanunu andıran bir tadı da oldu. Bu da o geleneksel müzikle çok güzel bir bağlantı kurdu bence.

M.K.E. Albüm kapağından da bahsedelim. Yiğit’in aslında görsel sanat yönü de var. Albüm kapağındaki çizim de Yiğit’e ait ve ona bu çizimi albüm kapağında kullanmayı kabul ettirmek oldukça zor oldu.

Y.Ö. Çizim kendime güvenmediğim bir alan. İlk çizimi Kemal’e göstermiştim ve onun ısrarı ve yönlendirmeleriyle son haline kavuştu.

Nâzım’ın şiirlerine dönelim yine. Onun şiirlerinde şu vurgu hep hissedilir: Memleketinin biricik kurtuluşu olarak sosyalizm... Bugüne ve önümüzdeki mücadele sürecine dair, Nazım'ın da izinde "sanatın, sosyalist bir devrim sürecini beslemesi"nden söz edersek siz bu konuda neler söylemek istersiniz? 

M.K.E. Aslında "Direndikçe" şarkısı ya da direnme olgusu üzerine düşünüldüğü zaman, değişim ve dönüşüm sürecinin motoru direnme eylemidir diyebiliriz. Çünkü esas olarak değiştirmemiz gereken şey bizler ve en başta da kendimiziz. Kendi içimizdeki çatışmaları, kavgaları ve nefreti bitirmeden bunu dışarıya yansıtamayız. Tüm bunlar kendi içimizde bitmediği sürece çevremizde de bitmeyecek. Dolayısıyla önce kendimize direnmemiz gerek. Bu da insanın hayattaki yolculuğuna dair bir şey. Kendine direnmek, kendini değiştirmek ve sonrasında bunu çevresiyle paylaşmak... Sanatın bence en önemli görevi insanı bu bilince taşımak olmalı. Fakat bireysel anlamda. Müziğin bana kattığı şey hayatta nefes almamı sağlamak, bir meditasyon. Bu bilinç halini yakaladıktan sonra insanın insan olmaya başladığını düşünüyorum ben. Bu bir yolculuk. Genel olarak sanatın toplumu dönüştürmek açısından bir bayrak taşıdığını görmek gerekiyor. İnsanların müziği, sanatı desteklemeleri gerekiyor. Ama bunu yapabilmeleri için de insanların belirli bir bilinç düzeyine ulaşmış olmaları ve müziğin, sanatın arkasında duran vicdani değerleri görebilmiş olmaları gerekiyor. Öte yandan müzik çok güçlü ama yeterli bir şey değil. Sanat da öyle. Ayrıca her duyduğumuz sesi müzik sanatı olarak düşünmeyelim. Çünkü örneğin reklamcılıkta da en çok kullanılan şeydir müzik. Bu reklam ve müziğinin bizi nereye götürdüğünü iyi düşünmek gerek.

Y.Ö. Kemal önemli bir noktaya değindi bence. “Reklamdaki müzik iyi olabilir ama bizi nereye götürüyor” dedi...  Bu, sanatın işlevini çok iyi açıklıyor aslında. Burada tırnak içinde bir "sanat"tan da söz edilebilir kimilerince. Ben müziği bir araç olarak görüyorum. Amacım değil. Pek çok müzisyen bu konuda farklı şeyler düşünebilir.  Bir şeyleri ulaştırmak, insanlarla paylaşmak için bir araç olarak görüyorum ben müziği. Önemsediğim, inandığım değerler var. Bir hayat duruşum, dünyaya bakış açım var ve tabii ki öncelikle kendimi gerçekleştirmek ve sonrasında da “bakın böyle gerçekler var ve ben böyle düşünüyorum” diyerek insanlarla paylaşabilmek var. Benim sanatla olan ilişkim biraz bu. Önümüzde Nâzım Hikmet gibi bir model var. Sanatla olan ilişkisini belki de en güzel şekilde gerçekleştirmiş olan insanlardan biri olarak Nâzım’ı model almamın nedeni biraz da burada yatıyor. Nâzım eğer komünist olmasaydı, iyi bir şair olabilirdi; ama Nâzım’ı Nâzım yapan aslında insan olarak duruşuyla, inandığı değerlerle, yaşamıyla, düşündükleri ile sanatını ne kadar güzel bütünleştirebildiğidir. Oğluna yazdığı şiirle partiye yazdığı şiirini birbirinden ayıramaz oluşumuz ya da Piraye’ye yazdığı bir mektupla sosyalizme olan aşkını ayıramaz oluşumuz. Bunların bir bütün olması. Örneğin bizim grup olarak bütünselliğe vurgu yapmamız, birbirimizi tamamlamamız,  müzikle şiirin bütünselliği... Bunları birbirinden ayırmamak gerek. Yani bütünsellik belki de hayatın en temel ögelerinden biri ve bunu başarabilmek çok zor. Biz de bunu başarmaya 'çalışıyoruz'. Bu bir yolculuk. Bir de tersini düşünmek gerek tabii. Nâzım sadece komünist olsaydı, yine Nâzım olur muydu? Hayır olmazdı! Onu Nâzım yapan aynı zamanda şiirin gerektirdiklerini yerine getirmesi ve şiir alanında da bir devrim yapmış olması. O güne kadar yazılmamış olan bir şiiri yazmış olması. Şunu vurgulamak istiyorum: Nâzım için şiir, onun çok iyi yaptığı bir şeydi ve bununla insanlara ulaşabiliyordu. Kendini bu yolla iyi anlatabiliyordu. (Tabii ki sadece şiirle uğraşmadı. Sinemayla, tiyatroyla, edebiyatın her alanıyla uğraştı ama biz onu en çok şiirleriyle tanıdık ve sevdik.) Ben de -tabii, karşılaştırmak şöyle dursun, onu model olarak alarak- kendim için şöyle diyebilirim: Müzik benim iyi yaptığım bir şey. En azından belli açılardan kendime güvenebildiğim bir alan ve insanlara bununla ulaşabileceğimi düşünüyorum. Örneğin besteci Luigi Nono’nun bir sözü var. Diyor ki “Ben sadece rastlantısal olarak müzisyenim. Bir besteciyim ve topluma bununla bir katkı koyabiliyorsam ne âlâ”. Nâzım’ın benim için ifadesi bu aslında. Sanatçı ve eylem insanı arasındaki mesafeyi en aza indirebilmek ve onun bütünselliğini sağlayabilmek.

"Masalların Masalı" şiiri örneğin... Hiçbir felsefi kavram kullanmadan, herkesin kendi hayatında mutlaka karşılaştığı çok genel imgelerden hareketle böyle küçük bir hikaye yazabilmek... Bu bir süzülmüşlüğü gerektiriyor. O formasyonu bu şiirin içinde görebiliyoruz. Sadeleşme de denebilir buna. Karmaşıklaştırmadan, oldukça sade anlatabilme ve bunu sadece içerik olarak değil, biçim olarak da yapabilme. Mimar titizliğiyle süzülmüş bir yapı haline getirebilme.

Toplumsal kurtuluş mücadelesi ile özdeşleşmeleri de söz konusu olabiliyor sanatçıların. Theodorakis, Neruda, Victor Jara gibi... İçinde bulundukları tarihsel kesitteki toplumsal mücadele ve devrimci süreçlerin coşkusuyla üretiyorlar. Mesela Beethoven’da Fransız Devrimi’ni görüyoruz. Tüm bu sanatçılar, bu mücadelelerin bir tarafı olarak konumlanıyor ve bunun için üretiyorlar.

M.K.E. İçsel bir motivasyon var orada bence.

Y.Ö. İlerici, devrimci hareketler hep sanatı beslemişler ve sanattan beslenmişler. Sanatın inandırmak gibi çok önemli bir işlevi ve gücü var çünkü. Bu gücü inandığımız değerler doğrultusunda kullanmamız mümkün. Tarkovski’nin bir sözü var: “Dünyada ne kadar kötülük varsa, iyilik için de o kadar nedenimiz var”.  Biz de bu yolda ilerlemeye çalışıyoruz.