Tülin Tankut: ‘Gençlere önce yaşamı sevdirmek gerek’

Tülin Tankut, uzun yıllar kimya yüksek mühendisi ve özel dershanelerde kimya öğretmeni olarak çalışmış bir yazar. Çocuk, gençlik ve kadın konusundaki yazı ve kitaplarıyla tanınıyor. Yeni kitabı “Aydınlık Gecelere Yolculuk” (Evrensel Basım Yayın, 2012), İstanbul’dan uçakla başlayıp Moskova’ya ve Volga Nehri üzerinden gemiyle St. Petersburg’a uzanan yolculuğun konu edildiği bir gençlik romanı. Romanın öne çıkan gençleri, solcu çevrelerde yetişmiş kitap kurdu Işık adlı bir kız, onun çocukluk arkadaşı Onur ve geleneksel bir ailenin çocuğu olan Cenk. Ortak özellikleri, büyük kentlerde yaşamaları, öğrenci oluşları, yaşları (18 civarı).

Yazar Tülin Tankut ile son romanı hakkında konuştuk...

İlk sorumu kitaptan bir alıntıyla sormak istiyorum: “Kendini geliştirmek, gerçek özgürlüğü bulmanın en iyi yollarından biridir” diyorsunuz ve özellikle Işık aracılığıyla sık sık bilgilenmenin insan yaşamındaki önemini vurguluyorsunuz. Gerçek yaşamda da kentli aileler çocuklarının iyi yetişmesi için maddi, manevi hiçbir özveriden kaçınmıyorlar. Örneğin okul masrafları yetmiyormuş gibi ilkokuldan itibaren özel dershanelere büyük meblağlar ödüyorlar. Kendini geliştirme açısından sonuç nasıl sizce? Başarılı mı?

Kestirmeden söyleyeyim, sonuç başarısız demekle, bu olanaktan yoksun bırakılmış geniş kitlelerin çocuklarına haksızlık etmiş oluruz. Çocuk yetiştirmede beslenme, barınma, ilgi, sevgi, yüksek teknoloji destekli ve yetkin bir öğretmen kadrosuyla sürdürülen eğitim, yabancı dil, spor, edebiyat, sanat, gezi v.b. olanakların avantajı göz ardı edilebilir mi? Ancak, tüm bunlar yeterli olsaydı, Cenk, can sıkıntısından yaşamı kendine zehir etmezdi (sözgelimi dayatılan yarışma etiği gençlerin yaşlarına özgü coşkuyu yaşamalarına izin vermiyor).

İkincisi, verdiğiniz alıntı, mutluluk reçetesi gibi algılanmamalı. Kendini geliştirmek önemli ama sonuç acı verici de olabilir. İşin içine girince, yüreklilik ve kararlılık gerekir. Nitekim, Işık ve Onur dünyaya soldan bakan bir varoluş kazanma çabası içinde görünüyorlar ama gelecekleri hakkında bir kestirimde bulunamayız. Bu Cenk için de geçerli.

Kendini geliştirmede var olan eğitim sistemi neden yeterli değil sizce?

Eğitim, toplumu yeniler diyebiliriz. Eğitimin öznesi gençliktir. Ancak, tarihin bize gösterdiği gibi, egemen güçler kendi geleceklerini sağlama almak için eğitim sistemine kendi damgalarını vurmayı hedeflemişlerdir. Bildiğiniz gibi, gençliğin bir kitle olarak ortaya çıkışı, sanayi toplumuyla birlikte gerçekleşmiştir. Laik anlayışın ürünü olan ekonomi, hukuk gibi kurumlar egemen güçlerce, kendi çıkarları doğrultusunda yorumlanıp bir dünya görüşüne dönüştürülerek kullanılagelmiştir. Dolayısıyla laik eğitim kurumlarında verilen eğitim de, ülkeden ülkeye değişen bir laiklik anlayışının belirlediği, kanımca olsa olsa laik “görünümlü” okullardır. Son otuz yıldır da tüm dünyada eğitime küreselleşme damgasını vurdu.

Burada uzun uzun ülkenin eğitim sorunlarına - paralı eğitim v.b.- girecek değilim. Sol yayınlar zaten bu konuda başarılı çalışmalar yürütüyorlar. Verdiğiniz alıntı çerçevesinde, şunu hatırlatmak isterim: 12 Eylül rejimiyle birlikte toplumda bilgisizliğe, kaderciliğe eğilim arttı. Kitaptaki yaşlı devrimcilerin de yakındığı gibi, bilgi ve kültürün değeri, insana kattıkları gözden düştü. Kız-erkek arkadaşlığı bile ne kadar sığlaştı. En önemli iletişim aracı olan dil, gelişmiyor dil deformasyonu, yabancı sözcük ve kavramlara özenme yaygınlaştı insanlar kendilerini ifade etmekte zorlanıyorlar. Dilin gücü yadsınamaz. Büyük paraları üretimde çalışanlar değil, hâlâ pazarlamacılar kazanıyor! Keza, şovmenler! Sanata ilginin, sanatsal birikimin azlığı da dikkat çekiyor. Her şeyin “zamanın ruhu”na ayak uydurmak için hızlı olması gerekiyor! Hızlı kilo verme, hızlı okuma, hızlı iyileşme. Antidepresanla…

Okulda bu tür konulara yer verilmez. Bireyin/gencin tüm bunları kendiliğinden algılaması da beklenemez.

Haklısınız, mesela teknoloji yüceltiliyor. Toplum olarak yeni teknolojinin iletişim araçlarına çok meraklıyız da bu teknolojinin kapitalizmin yarattığı koşullarda şekillendiğini ve onun bekası için kullanıldığını kime anlatırsınız?

Yine kitapta “gençler kendi kendilerini eğitmek zorundalar” diyorsunuz. Bu, Işık’ın yaptığı gibi bireysel çabalarla mı olmalı?

Küreselleşme, varolan sorunların katlanmasına yol açtı. Buna karşılık üniversitelerde bile küreselleşmeye eleştirel bakan kuramların okutulması istenmiyor. Az önce de değindik, bu alt yapıda yetişmiş olan genç, kendi sorunlarının kökeninin toplumda yattığını kavrayabilecek midir? Bir yandan da kapitalizmden hoşnutsuzlar ordusu büyüyor. Söz konusu olan gündelik yaşamın pençesinde kıvranan yoksullar da değil yalnızca zehirli mamadan bebeklerini kaybedenler, aspest kurbanları, kentsel dönüşüm, ekolojik felaket, nükleer santral, küresel ısınma … Artık CEO’lar bile çocuklarına içirecek sağlıklı süt bulma derdinde! İnsanlar adeta içgüdüsel olarak fark ediyorlar ki, istedikleri bu yaşam değil. Bu durumda ne yapmalı? Herkes Işık ve Onur kadar şanslı değil. İş rastlantılara kalıyor.

Tabii ki iş rastlantılara bırakılamaz. Bu şekilde ancak “deniz yıldızlarını kurtarabilirsiniz”. Bununla bağlantılı olarak yine kitapta, Rusya’da piyasa ekonomisine geçilirken politik eğitimin eksikliğine değiniliyor. Sık sık da Rusya’da halkın, devrimci geçmişine ve kültürünün korunmasına özen gösterdiğinden söz ediliyor. Bu saptamaları Türkiye açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Bunlar roman kişilerinin diyaloglarında geçen saptamalar, yazarı bağlamaz. Bana gelince, ampirik gözlemlerime dayanarak yanıtlamaya çalışayım sorunuzu. Öncelikle, toplumumuzun bir bellek sorunu var. Sol geçmişimizi bilmiyoruz. Gençler solun tarihiyle ilgilenmeye özendirilmiyor. Oysa özellikle yakın tarihimizde toplumun geleceğini ilgilendiren idealler uğruna verilen mücadeleler unutulmamalı. O yıllarda dünyadaki sömürü düzeninin kaldırılması için sosyalizm bir olasılık olarak görülüyordu. Küreselleşmeyle birlikte ekonomi değişti özelleştirmeler, ileri teknoloji (iletişim, e-bankacılık) ... değer yargıları da değişiyor.

Türkiye’ye özgü değişimler hızlanıyor. Eğitim, sivil toplum, sendika v.b. kuruluşlar üzerinde İslamcı ideolojinin etkisi artıyor. Üniversitelerdeki küresel ekonomiye uyumlu bir biçimde değiştirilen müfredat ve uygulamada dayatılan baskılar sosyalizm olasılığını düşünmeye izin vermiyor. Aslında kapitalizmin krizleri yüzünden baskılar göreceli olarak dünyanın her yerinde artıyor.

Bir yandan da dünya genelinde “muhalif” hareketler, özellikle dijital ortamda yönetimlerin toplum gözündeki meşruiyetini aşındırıyor.

Ben solun gündemini gençler kadar izleyemiyorum. Ama yine izleyebildiğim kadarıyla, gerçekçi bir muhalefet oluşturmak gerekli diye düşünüyorum. İnternet, demokrasinin “kamusal alanı” dendi. Ama kapitalizmin tahakkümü altında olmayan alan kalmadı. Sanal dünyada da devlet sansürü, filtreler, şirket sansürü… Yeni iletişim olanaklarını yadsımıyorum. Sansüre karşı da mücadele verilecektir, veriliyor da. Muhalif hareketlerin içeriğine değinmek istiyorum. Üniversite gençliğine bakıyorum. Bu arada vakıf üniversitelerinin sayısı giderek artıyor.

Az önce sözünü ettiğimiz, günümüzün politik ortamının bir sonucu olarak bir kesim, tüketim toplumuna ayak uydurmanın bireyi özgürleştireceğine inanıyor. “Kültürel aidiyeti yitirme”, kültürün melezleşmesi v.b. sorunlar küreselleşmeyle ortaya çıktı. Çoğu genç yaşamına yön verecek arayışlar içinde. Piyasanın sunduğu reçetelere –cemaat, tarikat v.b. dini çevrelerden, kendini geliştirme kitaplarına, internet sitelerine– ilgi duyuyor, ki bunların gençler üzerindeki etkisi araştırma konusu yapılmalı kanımca. Ancak genç reçetelerde aradığını bulamadığında…
Cenk gibiler?

Evet. Hayal kırıklığının yarattığı ruhsal dalgalanmalar, saldırganlık eğilimlerini artırırken “deşarj olmak” için körlemesine her türden radikal protesto eylemlerine katılması, beklenebilir bir sonuçtur. O zaman biber gazı da fayda etmeyecektir.

Anladığım kadarıyla, roman kişilerini, gelecekte “beyaz yakalılar”a dahil olabileceklerini düşünerek seçtiniz.

İyi tanıdığım çevreleri anlatmak istedim ama haklısınız. Artık tuzu kuru olanların da gelecek ütopyası kalmadığına göre, öğrenci protestoları, ikna edici olduğu ölçüde, toplumda meşruiyet kazanabilir, diye düşünüyorum.

İstatistiklere göre (Şubat 2012) Türkiye’de genç nüfusun 1/3ü öğrenci, 1/3ü çalışan gençlik, 1/3ü ise ne öğrenci ne de çalışıyor. Okuma olanağından yoksun kesimin bir bölümü günübirlik, güvencesiz işlerde çalışarak yaşama tutunmaya çabalıyor. Çalışan nüfus toplam 24 milyon. 16 milyon kadın evde oturuyor. Bu konuda bir değerlendirmede bulunabilir misiniz?

Buna da ancak duyarlı bir yurttaş olarak yanıt verebilirim. Kanımca solun siyasette yeniden güçlenmesi gerekir. Solun tarihsel birikimine sahip çıkan partilere, oluşumlara büyük görev düşüyor. Yoksa piyasanın dayatmalarına boyun eğmekten başka çare kalmıyor. Dünyanın geleceği için hiç bu kadar karamsar olunmamıştı. Kapitalizm durmadan distopya yaratıyor. Film, dizi, TV programları, roman… Hepsinde dünyanın sonu senaryoları yer alıyor. Gerçek yaşamdan hoşnut olmayanlara da seçenek sunuyor! Yurtdışına kapağı atmaktan, “öbür dünya”da, sanal dünyada, uyuşturucu dünyasında yaşamaya kadar bir vaatler zinciri… Sömürü ve baskıdan kurtulmuş bir toplum tasarımı konusunda duruşunu koruyan herkese iş düşüyor.

Gençlere önce yaşamı sevdirmek gerek. Vampir, alacakaranlık dizileriyle mi sevecekler yaşamı? Empati yapmayı bu anlamda önemsiyorum. Karşınızdaki mutsuz, gelecek umudunu yitirmiş biriyse hele… Kadınlar demiştiniz bir de… Kadının doğası gereği zayıf olduğu söylemi kadınlarca da içselleştiriliyor. Geleneksel kadın evde baskı altında… Adet gördüğünü, gebeliğini bile aile bireylerinden saklıyor. Cinsel hiyerarşiye başkaldırmanın bedeliyse çok ağır, ölümle bile sonlanabiliyor. Ancak gelenek çözülüyor, bunu da görmek gerek. Kadınları, kendi kurtuluşlarının toplumun kurtuluşundan ayrı düşünülemeyeceğini kavramalarının yolları aranmalı. Öte yandan sınıf, etnisite, din, mezhep v.b. farklılıkları tanımayan, tüm kadınları tehdit eden kadına yönelik şiddet gibi can alıcı bir sorun karşısında kadınların ortak bir paydada buluşmaları önemli.

Romanı yazma sürecinde dil ile ilgili sorunlar yaşadınız mı?

Toplumsal sorunları ele alan romanları klasik dille anlatmayı hala önemsiyorum. Tabii, gündelik dilde kalmamaya, ayrımcı, cinsiyetçi olmamaya özen göstererek. Sorun ise, kavramlarda… Öylesine sulandırıldı ki, okurla iletişimde yazarı zorluyor. Örneğin ben “demokrasi” dediğimde okur bundan nasıl bir anlam çıkaracak?

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Edebiyatın silkinme dönemine gireceğini düşünüyorum. Artık politik romanlar yazılacaktır. Tahrir’den Wall Street’e, sömürünün yeni biçimleri, vahşete dönüşen şiddet, mültecilik, ırkçılık… Konular öylesine çeşitlendi ki… Peki, televizyon izleyicisi okuru sarsmak kolay mı? Haliyle yeni anlatım yolları aranacaktır.

Hanife Şahan (soL)