Simurg 30 Kasım'da sinemalarda: Hayata dönemeyenlerin hikayesi...

Hayata Dönüş katliamıyla ilgili daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan görüntülerin ve o dönemde Korsakoff hastalığına yakalanan 6 kişinin yer aldığı Simurg filmi, 30 Kasım'da gösterimde olacak. Filmin yönetmeni Ruhi Karadağ, "'Birileri ölüm orucu, Korsakoff, cezaevleri diyor' deyip gelip izlesinler" çağrısı yapıyor.

Dünyada bilinen en yaygın ve hapishane dışından en çok destek gören ölüm orucu eylemlerinden biri, Türkiye’de F tiplerine karşı 1996 yılında başladı ve yıllarca verilen mücadelenin sonucunda 2000 yılında yapılan büyük katliamla hatırlanmaya devam ediyor.

Devlet bu katliamın adını "Hayata Dönüş" koydu. Ruhi Karadağ ise bu süreci 12 yıl boyunca belgeledi ve yarı-belgesel filmine yanarak kül olan, küllerinden yeniden doğan, gözyaşları şifalı kuşun adını verdi: "Simurg"

Gazetecilik yapmış olan, fotoğraf çalışmaları bulunan, televizyon programları yöneten ve belgeseller hazırlayan Ruhi Karadağ'ın Simurg filmi 4 ayrı ödüle layık görüldü.

"Hayata dönüş" operasyonunun yarı-belgeselinde yer alan bütün olaylar, mekanlar, kişiler gerçek. Çalışması devletin kimi dönemlerde bu süreçle ilgili kayıt tutanlara yaptığı baskılar sonucu kesilmesiyle birlikte tam 12 yıldır sürdü.

Yönetmen Ruhi Karadağ on iki yılını bu süreci belgelemek, hiç gözler önüne serilmemiş görüntüleri bulmak, ölüm orucu sonrası Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanan kişiler aracılığıyla hikayeyi birinci ağızdan anlatmak için geçirdi. Simurg yaşanan sürecin bugüne dek hiçbir yerde görmediğimiz görüntüleriyle ve ölüm orucu sonrası Korsakoff hastalığına yakalanmış 6 devrimcinin "hatıra"larıyla 30 Kasım’da vizyonda olacak.

soL gazetesinde yayınlanan Ruhi Karadağ röportajının tamamını yayınlıyoruz:

12 yıl süren bir çalışma var ortada ve çekimlerin çok zor olduğu anlaşılıyor. Çekimleri nasıl yaptınız?

Burada bir iskelet senaryo var. Ama biz bu senaryoyu oyuncuların hayat koşullarını göz önünde bulundurmadan yazdık. İki hafta birlikte zaman geçirdikten sonra durumu daha iyi anladık. Bu altı kişi aslında arkadaş ama birbirlerini hatırlamıyorlar. İçlerinde sadece ikisi birbirini hatırlıyor, örgüt arkadaşı oldukları için. Ama hepsi birbirini unutmuştu, zaman içinde hatırladılar. Tabi biz bunları çekemedik. Bu 15 günde koşulların çok zor olduğunu farkedip senaryoyu yeniden onlar için birlikte düzenledik.

Yani çekimden önceki hazırlık döneminde birbirlerini hatırladılar.

15 gün için ailelerinden, bulundukları çevreden izin aldıktan sonra biz bir otel kiraladık. Çünkü hiçbiri yalnız başına hareket edemiyor. Yanlarında birileri olmak zorunda. Biz de birkaç doktor arkadaştan rica ettik. Çünkü Korsakoff hastalarıyla çalışmayı bilmiyorduk. O nedenle aramızda birkaç doktor da vardı. Bu insanlar zamanla birbirlerini hatırladılar, Çiğdem Ali Ekber’e ‘sen o musun’ diyordu. Korsakoff hastalığının ne kadar tehlikeli olduğunu setin ilk gününde görmeye başladım. Bir de bir sürpriz yaparak filmin kahramanlarını bir gün Bayrampaşa Cezaevi'ne götürdüm, orayı görür görmez hatırladılar, yüz ifadelerinden neler hissettikleri de anlaşılıyordu.


İskelet senaryonun çekimleri sırasında sorduğunuz soruları, verilecek cevapları akılda tutma süresi ile ilgili bir sorun oldu mu?

Korsakoff hastalığının belirgin özelliklerinden birisi hafıza kaybı. Senaryo, "İkisi parkta yürür ve neden devrimci olduklarını konuşurlar, Cafer döner, Refik’e der ki:" diye başlar. Ama biz onları ayağa kaldırıp kamera karşısına getirdiğimiz zaman unutuyorlardı. Bu nedenle tekrar hatırlatıyorduk. Senaryoya uymayan her komutu birden fazla kez hatırlatıp, tek seferde çekmek zorundaydık. Çünkü çabuk unutuyorlar. Bir de çok çabuk yoruluyorlar, yormamak da gerekiyordu. Ama bizim çektiğimiz filme inandıktan sonra olağanüstü bir çaba sarfettiler. Gecenin ikisinde başlayıp sabaha kadar -4 derecede mezarlık çekimi yaptık. Ona rağmen hiçbiri itiraz etmedi. Birbirimizi tanıdıktan sonra senaryoyu düzenledik. 6 oyuncuya ve ailelerine ayrı ayrı 'ne özlüyordunuz?' dedim, 'Cezaevinden çıktıktan sonra bir gün yanyana geldiğinizde ne yapmak isterdiniz?’ dedim. Gökyüzü altında sabaha kadar ateş yakıp oturmak isterdik dediler. Üç tanesi özlemini böyle ifade etti. Biz gökyüzü altında birlikte zaman geçirdikleri bir sahneyi senaryoda yazmıştık zaten ama ateşi düşünmemiştik. Üç arkadaş ateş imgesini kullanınca biz de sahneye ateşi ekledik.

Oyuncuların cümleleri önceden oluşturulmuş cümleler mi?

Aslında biz tetikliyoruz. Biz tetikledikten sonra hedefi nasıl bulacaklarını onlar belirliyorlar. Benim için senaryo gereği ne konuşacaklarından çok, ne hissettikleri çok önemliydi. 19 Aralık operasyonu sonrası ben müdahale edemedim çünkü müdahale edecek bir şey yoktu artık, iş başka bir noktaya gelmişti. Ama kimi ufak müdahalelerimiz oldu, şunlara değinsek daha iyi olur dediğimiz kimi yerler oldu. Çünkü ifade edecekleri şeyleri düşünmek istiyorlardı ama düşünürken unutuyorlardı. Kamera yokken bana çok güzel şeyler anlatıyorlardı, kayda girdiğimizde unutmuş oluyorlardı.

"Bu bir bedel" cümlesi örneğin, senaryoda yazılı bir replik mi yoksa o anda kendisinin söylediği bir şey mi?

Senaryo gereği orada şöyle bir yer var: "Bedeller ödediniz." Bu cümlenin altını Çiğdem doldurmaya gönüllü oldu ve bu şekilde doldurdu.

Bu çalışmaya nasıl karar verdiniz? Hangi noktada, hangi gün ne düşündünüz ve nasıl harekete geçtiniz?

Benim uzun bir gazetecilik geçmişim var. 1996’daki ölüm oruçları fazla yaralamıştı beni. Bir gazeteci olarak 2000’de bu şekilde ilerleyen bir sürece kayıtsız kalamazdım. Ve o dönem aktif gazeteciydim. Ölüm oruçlarının 34. gününde DGM’ler bir genelge ile ölüm oruçlarına ambargo koydu. Tüm gazetelere, dergilere, radyolara ölüm oruçlarını görmemeleri için bir yazı gönderdi. O genelgenin yayınlandığı gün çalıştığım kurum genelgeye uymak zorunda kaldı. Ama biz gazeteciler olarak uymak zorunda değildik.

Ertesi gün ben de "neden bu konuya dair aklı başında bir film yapmayalım ki" diyerek bu işe karar verdim. Çünkü yine 1996’daki gibi ölümler olacaktı. 1996 bu toplumda çok derin yaralar açtı. Özellikle bu kadar çok Korsakoff hastası dışarıdayken ben de böyle bir işe giriştim. 35. günde böyle bir şeyler yazmaya başladım. Bir de beni şu düşündürmüştü. Ben 1998’de Türkiye işçi hareketleri ve 1 Mayıslar nedeniyle Simavi ödülünü almıştım. Sistem sol çevrelerin toplumsal belleğinde öyle derin yaralar açıyor ki, ben de bunu kendime yediremedim. 35. günde işe başladım, 36. günde ziyarete gittim.

Peki bu süreci öngörüyor muydun? Sonuçta toplam on yılı geçen bir çalışmaya imza atmış oldun? İlk günden itibaren böyle bir çalışma mı planlamıştın?

İlk başta aslında ben üç tane öykü çekmek istedim. Bu öykülerden ilki buydu. Orada şunu yapmak istedim geçmişte 1996 denen bir şey var, ama günümüzde de devam eden ölüm oruçları var. 1996’yı yaşayanların gözüyle 2000’i anlatmak istedim. 2000’deki ölüm orucuna katılanları anlatmak istiyordum ama 1996’dan sonra hastalananların hastalıklarına rağmen bir şeyler yapmak istemeleri beni tetikledi.

60. günde cezaevlerine müdahale gerçekleşti. Yani siz aradaki 20-25 günde aslında filmin malzemesinin önemli bir kısmını ortaya çıkarmış oldunuz.

Zaten karar verdiğimizin ertesi günü derdimi anlatmak için kurumları ziyaret ettim. Bazı kurumlar önyargılı davrandılar, bazı kurumlar çok destek oldu. 1996’da ölüm orucuna yatmış Korsakoff hastalarının davaları devam ediyordu, hepsi şartlı tahliye edilmişti ya da ölmüşlerdi, onların adreslerini aldım, avukatlarına ulaştım. Ailelerinden de izin alarak bu şartlı tahliye edilenleri ziyarete gittim. O dönem işimi bıraktım ve sadece bu işi yaptım.

Peki şartlı tahliye gibi bir durum varken ailelerin ya da kendilerinin bir çekingenlikleri oldu mu?

Korsakoff hastaları çok değişken özellikler gösteriyor. Ölüm orucu nedeniyle çocukları cezaevinde olanların aileleri de bu süreçte politikleşiyor. Çünkü devlet bu insanları ailesiyle birlikte düşman görüyor. Çocuğunun gözünün önünde sakat bırakılması ailelerin de bu işe gönüllü olmasına neden oldu. Biz ailelerle o ortak dili kurunca onlar da güven tazeledi. Çünkü aileler de setin bir parçasıydı, ister istemez aileler de sıcak baktı.


Sonuçta sizi harekete geçiren şey geçmişte yaşanan durum çünkü hemen önünüzde tekrarının yaşanması ihtimalini barındıran bir durum var. Ama öte yandan film tamamlandığında vicdani tarafı da ön plana çıktı filmin, ama bir taraftan da sonuçta politik eylem bu. Yani ortada ‘ölüm orucu eylemi’ var.

Bu eylem biçimine ilişkin, -elbette bu durum siyasi hareketlerin kendi iradesiyle oluşan bir şey ama- sizin buna dair görüşünüz ne? Filme bu görüşü yansıtmış oldunuz mu? Ya da bu yönde bir görüş, yaklaşım oluşturma ihtiyacı duydunuz mu?

12 Eylül sonrası gelen bütün iktidarlar cezaevlerine karşı topyekun bir savaş ilan etti ve bu savaş devam ediyor aslında. Ve bu topyekun karşıya alma durumu cezaevlerinde yatanların bir savunma geliştirmesine neden oluyor. Cezaevleri korumalı bir hale getirildiği için bir savunma mekanizması olarak mahkumların bedenlerinden başka bir şeyleri kalmıyor. Eskiden cezaevlerinde tüneller açılıp, firarlar olurken, artık böyle bir şeyin olabilme ihtimali yok.

Ve cezaevlerine girerlerken de "kurtarılmış bölge" diye ilan ettiler oraları. Oysa öyle bir "kurtarılmış bölge" olsaydı oralar, oralarda yatanlar ellerini kollarını sallaya sallaya rahat rahat girip çıkarlardı. Bu durumu sistemli bir şekilde cezaevlerinin üzerinde oynanan bir oyun haline getirdiler. Bu nedenle cezaevindeki sistem hücre tipine kaydırılınca mahkumların ortaya koyacak bedenleri dışında hiçbir şeyleri kalmadı.

Onlar açısından öyle ama dışarıda bir şeyler yapan senin gibi kişiler açısından cezaevlerinin yaşam koşullarının insanileştirilmesi, cezaevine dönük saldırının geriletilmesi açısından dışarıda da yapılabilen şeyler var. Filmin kendisi ağır bir film. Mesafeli seyredilebilecek bir film değil. Bir izleyici olarak yüz küsur dakika yakalandığınız anda içinden çıkamayacağınız bir gerilim var. Ama yer yer de gerek haber görüntüleri olsun, gerek kahramanlarımızın yaptığı konuşmalarla olsun, o gerilimin dışına çıkıp sürece dair düşünme olanağı veren şeyler de var.

Bunlarla birlikte bakıldığında o gerilimin kendisi, o vicdani ağırlığın kendisi 12 yıl sonra "ne yapılabilirdi, ne yapılmalıydı?" gibi sorularla hesaplaşma ve düşünmenin aslında önünü kapamıyor mu?

Çok doğru bir şey söylüyorsunuz. Cezaevindeki psikoloji ve dışarıdaki psikoloji arasında müthiş bir fark var. Bu filme başladığımdan beri daha netleşti kafamda. Cezaevindeki insanların sosyal yapıları çok farklı. Önemli olan şey burada bir insana dokunmak, bir insanla olabilmek. Sen cezaevine giren bir insanı tecrit durumuna getiremezsin. Aslında temel sorun buydu. Ve bu insanlar için arkadaşlarıyla, dostlarıyla olmak çok önemli. Sen bunları ayırıp tek kişilik hücrelere atıyorsun. Sıradan bir insanın 24 saat bir odadan çıkmadığını düşünün mesela.

Bu nedenle olması gereken tek şey şu olabilirdi, bu film boyunca düşündüğüm tek şey buydu. Dışarıda iktidarın karşısında bu meseleyi dile getirebilecek kitlesel bir güç olmalıydı. O zaman ölüm orucu olmazdı. Ama içeridekiler yalnızlaştı. Birileri hala cezaevleriyle uğraşıyor. Birileri sürekli cezaevlerini karşısına alıyor. Çünkü cezaevi bir düşünce alanı haline getirildi. Bu düşünce alanını yok etmeye çalışan bir yapı var. Bu nedenle dışarıda birileri "siz niye ölüm orucuna giriyorsunuz?" diyebilseydi belki veya 1996’daki gibi STK’lar, demokratik kitle örgütleri ve politik arenadaki siyasi partiler "biz baskı unsuru oluştururuz, yapmayın" diyebilselerdi belki bu kadar Korsakoff hastası veya ölüm olmayacaktı.

7 yıl süren bir süreç var, Türkiye tam 16 yılının 8 yılını ölüm orucuyla geçiren bir ülke. Yani birileri bir yerde bir eksik bırakıyor. Dünyanın hiç bir ülkesinde böyle bir şey yok. 8 yılını ölüm orucuyla geçiren bir demokrasi de olmaz, bir cumhuriyet de olmaz. Bu nedenle ölüm orucuna girmiş insanlara birilerinin "dur" demesi, birilerinin de bir şey yapması gerekiyordu.

Peki tersinden bir soru sorarsak dışarıdaki çeşitli sol örgütlerin, kurumların bu süreçlere yaklaşımı açısından, ölüm orucu direnişi cezaevlerindekilerin yaşam koşullarına karşı örgütlenen bir direniş olmasının ötesinde aslında dışarıda ülke genelinde de insanca yaşam, demokratikleşme, özgürlük talepleriyle paralellik kurularak ele alınıyor.

O dönemde şöyle bir durum da ortaya çıktı gündem sadece cezaevleri değildi. Mesela film boyunca "zafer" kelimesini çok sık kullanıyorlar. Bir açıdan tutsakların kendi yaşam koşulları ile ilgili dayatılanları geri püskürtmeleri bir zafer olarak nitelendirilebilir, ama benim hatırladığım kadarıyla o dönem bu dışarıda da bütün ülkeyi ilgilendiren bir politik zaferin aracı olarak da vurgulandı. Bu mümkün mü sizce, böyle bir yere oturması mümkün müydü?

Mümkün. Bu coğrafya çok acılar çekti. Çok sıkıntılar çeken bir coğrafya. Bu coğrafya acıları hep paylaşmıştır. Mutlulukları da hep paylaşmıştır. Bu nedenle bu konuda daha çok birbirine dokunması lazım toplumun, bireyin, örgütlerin. Birbirini daha çok hissetmesi lazım. Devlet açısından bu bir 12 Eylül kazanımı oldu. Bu devletin başarısı değil, 12 Eylül’ün getirdiği bir başarı bu ayrıştırma. Bu insanların ölüm orucuna inanıp inanmaman hiç önemli değil. Ama onları dinleyecek bir alan bile yaratamıyoruz. İnsanlar birbirlerini dinlemeli. Alçak gönüllü, erdemli bir alan yaratmalıyız.


Bunlar üzerinde konuşmanın şöyle bir zorluğu da var. Bu durum sizin andığınız türden diyalog alanlarını, birbirini anlama ve destekleme alanlarını sabote edebilir. O yüzden üzerine dikkatli konuşulması gereken bir alan, bu doğru. Ama diğer taraftan da şöyle bir şey var Türkiye solunda mücadeleye yönelik bir güzelleme kültürünün ötesinde yine bu 12 Eylül’ün bir kazanımı olarak sözünü ettiğiniz anlamda da görülebilir. Bir şehadet kültürü ve edebiyatı da çok gelişti. Bu sürece ilişkin değerlendirmelerde bunun kendisinde bir sorun görmüyor musunuz?

Cezaevlerindeki koşullar ve cezaevlerine dönük saldırılar karşısında mahkumların ellerinde özellikle dışarıdan da bir şey göremediklerinde kendi canlarını ortaya koymak dışında çok az araç kalıyor. Bu doğru. Ama öte yandan bunun topluma yansıtılması sürecinde bu sadece böyle yansımıyor. Bu aynı zamanda ülkede isyan eden insanlara bir çıkış kapısı olarak kalıcı, uzun soluklu bir mücadele kültürünün ötesinde feda kültürünü çok fazla açıyor. Bununla ilgili bir sorun görmüyor musunuz?

Çok önemli bir örnek vereceğim. Birileri "ölüm orucu" diyor veya "süresiz açlık grevi" diyor. Devlet de müdahale ediyor ve adına "Hayat Dönüş" diyor. Bu ciddi bir hastalık. Oysa solun kendi aklı, birikimi, öngörüsünün bu sorunu çok rahat çözeceğine inanıyorum. Ama solun bu birikimi anlamak yerine bir şekilde ayrışmaya götürmesi, ayrışmayı tercih etmek zorunda bırakılması bence durumu bu hale getiriyor.

Hiç kimse "Hayata Dönüş" operasyonuna "siz dalga mı geçiyorsunuz?" demiyor. "32 insan öldürüyorsunuz, adına "Hayata Dönüş diyorsunuz" demiyor. 1000 tane yaralıyı da tamir edilmemiş, altyapısı bitmemiş cezaevlerine gönderiyorsunuz. Ve hala "Hayat Dönüş" diyorsunuz. Böyle bir ironi olur mu?

Bu nedenle bence solun ne olursa olsun kendi iç dinamizmini yenilemesi gerektiğini düşünüyorum bu tür zamanlarda, bu tür olağanüstü eylemlerde. Feda kültürü boşuna gelmedi. Sistem alttan alta, "yoksay, feda et kendini, öldür ve bitsin bu iş" dedi. Şimdi gelinen nokta o. Feda kültürü. Birilerinin bir şekilde bir eyleme zorlanması, birilerinin bir şekilde kendi bedenini yok sayması bundan dolayı. Ama dışarıda bir alan yaratılsa, bir ses verilse, sesler çoğalsa bence böyle olmazdı. Çünkü sol yaşamı sever, yaşamı büyütür, yaşamı paylaşır.

Aslında şöyle ilginç de bir şey var. Bir tarafında solun en geniş haliyle feda kültürü başka her şeyin üstünü örtecek şekilde gelişip bir militanlaşma dinamiği yaratırken öbür tarafta da "hiçbir şey için insanın kendi hayatından ödün vermeye değmez" gibi –sonuçta bu ülkede mücadele fedakarlık bekleyen bir şey-, her türlü fedakarlığı insana yabancı bir şey olarak gösteren liberal diyebileceğimiz bireyci bir yaklaşım da yine solun eteklerinde şekillendi.

Bence bu ölüm orucu direnişlerinde de rastlanan bir şeydi. Zaman zaman kurtarıcı olarak çıkan insanların ya da "bu iş böyle sürmesin, ölümlere engel olalım" diyen insanların arasında "hiçbir şey için ölmeye, öldürmeye değmez, insan hayatı her şeyden değerlidir, insanın kendini feda etmesi solun çarpık bir kültürünün ürünüdür" diyen topluluk da vardı. İnsani nedenlerle bir şeyler yapmaya çalıştılar. Burada böyle garip bir çelişki de var.

1996’daki ölüm oruçlarında İstiklal caddesinde tüm sol partiler, sol örgütler, öğrenciler tepki koydular. Devletin 1996’daki ölüm orucunun 50. gününde "ben bunu erteliyorum" demesinin nedeni de bu dışarıdaki güç, içerideki değil. İçerideki güç bedenini ölüme yatırıyor zaten. Bir de şu var, ölüm orucuna yatmış biri kendini feda etmiyor, umut ediyor. Hayata öyle tutunup, öyle bakıyor.

Ölüm orucu feda kültürü değildir, ayırmak gerekir. Ölüm orucu, inançlarının, özgürlüğünün, düşüncelerinin yok sayıldığı durumlarda "ben orada o şekilde yok sayılacaksam, ben kendi bedenimi yok sayarım" diyerek cevap vermektir. Sen bir insanı alıp 4 metrekarelik bir yere kilitleyeceksin, onun da kilitlenmeden önce verdiği cevap bu. "Benim elim ayağım bağlı değil, ben de ölüm orucuna başlıyorum" diyor.

Dışarıda yapılan eylemler sırasında zaman zaman destek eylemi var, 1 Mayıslar da dahil buna, çok sık kullanılan sloganlardan bir tanesi "yaşasın ölüm orucu direnişimiz". Ölüm orucu direnişi cezaevlerinde sürüyor. Bu anlamda "bizim direnişimiz" demekte bir sorun yok. Ama dışarıda bizim direnişimiz hep ölüm orucu direnişi oluyor. Bizim içerideki ölüm orucu direnişçilerine dönük mücadelemiz ayrı bir alan olarak tanımlanamıyor ve neredeyse içeridekilerin ölüm orucu bizim mücadelemizin onuru, bundan ibaret.

Ben "yaşasın özgürlük" cümlesini daha çok seviyorum. Sol kendi içinde çok çabuk kabuk bağladı. Örgütlerin hemen hepsinin ortak alanı özgürlükleri. Sen bu özgürlükler alanında bir şekilde yok sayıldığın zaman ister istemez cezaevine kayıyorsun. Cezaevi kültürü garip bir gerçek oldu. Türkiye’de "ben solcuyum, sosyalistim" diyen hiçbir insan cezaevine girmedikçe solcu olamıyor.

İçeri gireceksin, yatacaksın, işkence göreceksin, kötü muamele göreceksin, çıkacaksın sonra da ya sosyalist olacaksın ya da olmayacaksın. Ama gelinen noktada sıradan bir eyleme katılıyorsun, örgüt üyeliğinden yargılanıp 15 yıl sonra çıkıyorsun. Oysa sen sadece tepki gösteriyorsun. Şu anda cezaevinde yatan öğrenci sayısı 2000 civarı. Bir öğrenci "ben buyum" diyor, o öğrenci hapisten çıktığında "yaşasın cezaevi direnişimiz" diyecek. Başka bir sıkışıklık yaşandı, bu nedenle bence. Yoksa cezaevlerinde bir zafer de yok, bir kazanım da yok. Karşında topyekun seni yok eden bir güç var. Sen bunun karşısında "ben zafer kazandım" diyemezsin.


19 Aralık’tan önce 35. günden sonra filmin kadrosunu oluşturduğunda 6 ana oyuncu var. 4 tane de Küçükarmutlu’da dışarıdan 2000’deki ölüm orucuna katılanlar var. Onlar şu anda ne yapıyorlar?

Küçükarmutlu’da ölüm orucuna katılanlardan birisi hayatta, üçü öldü. 30-40 ve 60. günler olmak üzere hayatlarını kaybettiler. Korsakoff hastası olan diğer altı kişi, 1996’dan filme katılmış olan oyuncuların bir kısmı yurtdışında. 1996’da ölüm orucuna yatmış Korsakoff’lu hastalar Cumhurbaşkanlığı’nın o dönem çıkardığı bir genelge ile şartlı tahliye edildiler. Bu da toplumsal muhalefetin sayesinde oldu. Ama orada da şöyle bir sorun oldu. Korsakoff hastalarına yanlış müdahale edildi. 69 günlük bir ölüm orucu var ortada. Hastane gelip B1 vitamini vermeden direk seruma başlıyorlar. Bu hastalıktan kurtulabilecekleri halde yanlış tedavi yüzünden hastalıkları kalıcı hale dönüştü.

Sağlık bakanlığı bu hastalığı nasıl tedavi edeceğini bilmiyordu. Tabipler odası hastalara müdahaleye öncülük etti, onlar müdahale etmeseydi yüzlerce insan sakat kalacaktı. Tabipler odası cezaevi içinde ve dışında bir şekilde kendi iç dinamizmini buna yansıttı. Ama Türkiye’deki doktorlar bu hastalığa nasıl müdahale edeceklerini bilmiyorlardı. Ama şu anda tüm dünya bizden öğreniyor. Bunlar şartlı tahliye edildikten sonra mahkemeleri devam ediyor. Ve bu sebeple koşullarını zorlayarak yurtdışına çıktılar. Üç tanesi yurtdışında yaşıyor. Çünkü kalıcı bir rahatsızlık nedeniyle şartlı tahliye edilmeleri nedeniyle tekrar hapse dönme riskiyle karşı karşıyaydılar. 1996’dan sonra Korsakoff hastalığı nedeniyle tahliye edilmiş 20 civarında kişi cezaevinde. Kaçmayanları cezaevine attılar. Aslında bir karakterimiz daha vardı. O ileri derecede şizofreni hastasıydı. Sette kamerayı görünce "polis beni takip ediyor" diyen biri, şu an içeride. Ve bu 20 kişi şu anda F tiplerinde yaşıyor.

Özellikle 19 Aralık operasyonunda yaralanan, yanan insanların çoğu kaçak yollarla yurtdışına çıktı. Türkiye "tedavi edelim, koşulları zorlayalım" demedi, olduğu gibi ailesine verdi. Çok sıkıştırılan bir süreçten geçiyoruz, ifade alanı yaratmak, mücadeleyi genişletmek, sesimizi yüksek sesle duyurabilmenin ve paylaşımın çoğaltılmasının zorunlu olduğuna inanıyorum. 16 yılı cezaevlerini konuşarak geçen bir ülkede, uygulanmak istenen sisteme karşı herkesin yüksek sesle düşüncelerini söyleyip paylaşımlar artırılmalı. Film de bu işe yarayacak. Bu sebeple sesini yükseltenlerin değil, sesi kısık olanların izlemesi gerekiyor. Bu sesi daha önce hiç duymamış ya da kulak tıkamış olanlar, gözleri kör edilen, duyguları yok edilenler izlemeli bu filmi.

Bu toplum da böyle uyutuldu. Toplum bu meseleye çok önyargılı bakıyor. Oysa herkes kendini bir gün bir odaya kilitlese, bir Korsakoff hastasını izlese ya da Korsakoff ile ilgili okusa o zaman daha iyi anlayacaklar. O zaman karşı çıkarlar çünkü. Bu kitleye bu toplumda hep önyargılı bakıldı. Son 32 yılını savaşla geçiren bir ülke çünkü. Bir tarafta cezaevlerine karşı savaş açılan bir ülke. Bu yüzden merak uyandırsın istiyorum bu film. "Birileri ölüm orucu, Korsakoff, cezaevleri diyor" deyip gelip izlesinler.

Film şunu söylüyor aslında: "Biz dışarıda o kadar kalabalıktık ki, içeride yalnızız ve üşüyoruz." Bunu söyleyen psikolojideki birinin ne kadar acı çektiğini gösteriyor. Mutlaka bu insanları dinlememiz gerekiyor. O zaman bu sürecin önüne geçebiliriz. Kimse ölmeden, kimse Korsakoff hastası olmadan, kimse sakatlanmadan birlikte bir şey yapmak gerek.

Mehmet Kuzulugil - Sinem Burgu (soL Gazetesi)