Sezer Ateş Ayvaz ile Türk edebiyatında Aydınlanma’nın izleri üzerine...

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası bir söyleşiyle devam ediyor. Yazar, sosyolog Sezer Ateş Ayvaz ile Aydınlanma'nın Türk edebiyatındaki yansımaları ve izlerini konuştuk.

soL Kültür | Merve Üzel, Fulya Girginer

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası bir söyleşiyle devam ediyor.

Yazar, sosyolog Sezer Ateş Ayvaz ile Aydınlanma'nın Türk edebiyatındaki yansımaları ve izlerini konuştuk. 

İsterseniz şuradan başlayalım; geç kapitalistleşen ve dolayısıyla ulus-devlet inşasını geç tamamlayan, zayıf halka bir ülkenin kurucu ideolojisi Kemalizm'in edebiyata yüklediği işlev, misyon nedir sizce? 

Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet aydını-yazarı toplumun yeni bünyesi için, başlangıçta bir zorunluluk, giderek yeni bir dünya özleminin ifadesi olarak modernite değer ve projesine inanmış ve benimsenmesine çabalamıştır. Öyle ki Batılılaşmaya karşı çıkan aydın bile, Batı düşünce akımları karşısında aydınlamanın bir tür uzantısı sayılabilecek "pozitivist" ideolojinin gerekliliğini kabullenmiş, Batı teknolojisi ve bilimsel düzeyini kendi toplumları için zorunluluğun ötesinde bir özlem, toplumu ilerletme, geliştirme fikrini bir misyon saymışlardır. Batılılaşmanın sonucu olduğu düşünülen; bozulma ve çürüme toplumun dejenerasyonu duygusundan kendilerini kurtaramasalar bile, toplumun ilerlemesi için akla ve bilime inanmışlardır.

Cumhuriyet aydın-yazarlarının Batı düşünsel akımları karşısında etkilendiği söylem 18. yy’a damgasını vuran "Aydınlanma" düşüncesidir. Tanzimat’la Batı’nın teknoloji ve bilim düzeyini bir zorunluluk olarak görmüş, Meşrutiyet’le birlikte "Aydınlanma" çağının söylemi ile gözleri kamaşmış, Cumhuriyet’le Batı gelişme-ilerleme çizgisini toplumun geleceği için gerekli görmüştür.

Cumhuriyet döneminde ilerlemeci düşüncenin güçlü olduğu görülebilir. Politik kültürümüzde süreklilik kazanmış bu düşüncenin, aydın ve sanatçıların ortak paydasını oluşturduğunu, Batılılaşmayla ortaya çıkan-çıkabilecek kimlik sorunlarının, özellikle romanımızda değişen açılımlarla nerdeyse günümüze dek gelen anadamarlardan olduğunu gözlemek mümkün. Böyle bakıldığında Tanzimat’la birlikte yazılmaya başlayan romanın bizde daha doğarken, halkı eğitme, aydınlatma misyonuyla politik olduğunu, 1980’lere kadar ağırlıklı olarak bu paradigmayla değişip-geliştiği söylenebilir.

Kemalist aydının çelişkileri nelerdi? Örneğin; Yakup Kadri gibi kemalizmin ideologluğuna soyunacak denli önemli bir isim, Yaban adlı romanında Türk köylüsünün, Anadolu insanının içinde debelendiği tüm geri, sofu durumu yazarken, onları neredeyse hayvan ile insan formu arasında bir çizgiye oturtuyor. Düşmana yol gösteren köy ağalarını, talancı kasaba eşrafını, asker kaçaklarını saklayanları, sofuları, softaları hedef tahtasına oturtuyor. Ancak bunu yaparken temel sorumluluğu, Türk aydınına yüklüyor. Diyor ki, “bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin.” Viran ülke ve yoksul insan kitlesi için parmağını kıpırdatmadığını iddia ettiği aydına, bu kitleye aydınlanmayı taşıyamadığı için ciddi bir eleştiride bulunuyor. Bu bakış açısının bir sonucu olarak da onları köylere, köylüyü aydınlatmaya davet ediyor. Çözümü burada görüyor. Siz bu bakış açısını nasıl değerlendirirsiniz? Halkın içinde bulunduğu geri konumun tek sorumlusu aydınlar mıydı ve verili durumun çözümü aydınlardan mı geçiyordu gerçekten?

Cumhuriyetin ilk dönem yazarları iyi eğitim görmüş, Batı şehir ve toplumuna bakabilmiş, genellikle üst sınıftan ve Osmanlı toplum ve kültürünü iyi bilen insanlardı çoğunlukla. Yakup Kadri başta olmak üzere Cumhuriyet’in Osmanlı toplumunu değişip dönüştürmesi gerektiği önkabulü içindeydiler. Sorunlar yok değildi, elbette vardı. Kimlik sorunları, batılılaşma ve ardından Doğu-Batı çelişkisi özellikle romanda kendine yer buldu.

Örneğin Yakup Kadri, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geçirdiği tüm çalkantıları, belirgin tiplerle edebiyata mal etmeye çalışırken, kendisi de kimi zaman ‘kadro’ olayında olduğu gibi bu oluşumları doğrudan biçimlendirmeye çalışmış, kimi zaman yurtdışında büyükelçi olarak devlet katında görevler üstlenmiştir. Sodom ve Gomore’de en radikal batılılaşma eleştirilerinden birini kaleme alan Karaosmanoğlu, taklitçi ve yoz kişilikleri acımasızca resmeder. ‘Yaban’da ürkülen, yabancılaşılan halk (köylü, geleneksel kesimler ve Anadolu) değer ve varlık kazanır, geleceğe yönelik umut ancak Anadolu ile birlikte yeşerebilecektir.

Yakup Kadri; toplumun ve ülkenin kurtuluşu için yaslanacağı bir kitle arayışında açmazlar içindedir. Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilmek istenen toplum projesinin de açmazıdır bu. Üst sınıfların çıkarcılığı ve asalak yaşantısına karşılık, köyle billurlaşan halk da (‘Yaban’daki eğitilmemiş insan güruhu), değişim adına seferber edilemeyecek niteliktedir. ‘Sodom ve Gomore’ ve ‘Yaban’ birbirini dışlayan tercihlerin ifadesi olarak anlam kazanırken, yeni bir toplumu yaratacak, seferber edilebilecek toplumsal kesimlerin yokluğunun ve bu yokluk durumuyla varılan seçeneksizliğin ifadesi olur.

İmparatorluğun son gecesi: ‘Sodom ve Gomore’den ‘Ankara’ya geçen Yakup Kadri, Cumhuriyetin sorunlarıyla karşı karşıya kalma çözümsüzlüğüyle, romanını son olamayacak bir "düş" bölümüyle bitirirken bile "Genç Cumhuriyet"in ideologu olma misyonundan kaçamaz. ‘Ankara’ Cumhuriyet ideolojisinin özelleştirilmesinin romanıdır, bir bakıma.

Yaban’a dönersek, Yaban; Cumhuriyet aydınının, gerçekle en acıklı biçimde ilk yüz yüze geldiği yerdir.

“Şimdi ne görüyorum? Anadolu ... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşra­fının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğ­lan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimse­lerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli ba­ğımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa otur­duğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hak­kını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyeme­din. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ek­tin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”[1]

Buradaki halk-aydın eleştirisinin acımasız, popülist bir bakış açısını dışlaştırdığını ama aydınların yaban halinin de süregelen, bugünlerde de ağırlaşıp kronikleşen bir sorun olduğunu düşünüyorum. Üstesinden gelmemiz gereken ama geç modernleşen toplum aydınlarının belki bir tür yazgısı, tarih karşısında şizofrenik bilinci, ama aşılması zorunlu bir uğrak olduğunu sanıyorum.

Latin alfabesinin kabulü aydınlanma hamlesini kolaylaştırmakla birlikte (okuryazar oranının öncesinde düşük olması, sıçrayabilmek için büyük iddialarla ortaya çıkmak vb.) burjuva devriminin çelişkileri itibariyle geçmişi inkâra vardıran bir aydın tipolojisi türetti. Tanpınar'da bu çelişkiyi ortaya koyan bir atmosfer buluyoruz ağırlıkla. Tanpınar'ın romancılığı üzerinden onun Türk aydınlanmasını ele alışını nasıl yorumlarsınız?

Bence, Tanpınar’ın geçmişi ele alışını politik bir geriye dönme özlemi olarak görmek zor.

Cumhuriyetin resmî ideolojisine ya da gündeki politik değişimlere, toplumsal realiteye bir karşı çıkış ve bir reddetme tavrının asıl meselesi olmadığı çok açık. Eski-Yeni, Doğu-Batı, Kimlik ve Kişilik sorunlarını yekpare bir zamanın içindeki meseleler olarak gördüğünü düşünüyorum. Tanpınar, yukarıda özetlediğimiz ilerlemeci politik kültür zihniyetinden çok farklı görüyor hayatı ve zamanı. Zamana düzçizgisel ve teleolojik bir bakış yok Tanpınar’da bana göre. Kaybedilenler, parçalanmışlık, eski terbiye, musiki, İstanbul, zaman ve mekân, doğu-batı, anda da var olan duygular, estetize edilmiş meseleler. Politikaya araçsallaştırılmış bir estetik çok uzak Tanpınar’a. Politik, sosyolojik ikilikler olarak görebileceğimiz kavramsallaştırmaları romanlarındaki estetik gerçekliğin içinden geçerek analiz edebiliriz ancak.

2. Dünya Savaşı sonrasındaki Türkiye'nin yöneldiği hat ve aldığı konum romanda, romancılıkta ne gibi kırılmalara, tartışmalara yol açtı? Bu dönemde bir yanda köy romanı var, diğer yanda ’50 Kuşağı öykücüleri. Bu iki hat çatışıyor mu? Birbirlerinin mütemmim cüzü mü, yoksa antitezi mi?

O dönem söz konusu olduğunda romanın ve öykünün seyri birbiriyle uygunluk göstermiyor gerçekten de. 1950’li yıllarda başlayarak ürün veren köy kökenli ya da köy sorunları üzerine yazan, bir kısmı Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar köy gerçeğini değişik boyutlarıyla işleyen yapıtlar vermişler. Aydınlanma-ilerleme politik kültürünün daha eşitlikçi bir toplumsal yapı ideolojisi ve toplumcu gerçekçi çizgi olarak da ifade edilebilecek bir ivme ve anlayışla yazılan romanlar yazılmıştır. Mahmut Makal’ın ‘Bizim Köy’ü (1950) edebiyat çevrelerinde büyük etki yaratmış, bir edebiyat olayı olarak nitelendirilmiştir.

‘Bizim Köy’ Köy Enstitüsü çıkışlı yazar Mahmut Makal’ın bir öğretmen olarak atandığı köyün yaşamını, yoksulluklarını tüm çıplaklığıyla anlatan, betimleyen, adeta etnografik bir malzemenin, belgesel yanı ağır basan bir öyküye dönüştürülmesidir. Romanın kahramanı öğretmen Atatürk devriminin öncüsü olarak gittiği köyde, "öğretmen ordusunun bir neferi olarak!" köyün sefil yaşamını ve bozuk düzeni değiştirme, düzeltme göreviyle yükümlü görür kendini ama "köyü kalkındırma çabasında" kendi evinde ailesi arasında bile beceriksiz, köylük ilişkilerde ise işlevsiz kalır. Köylülerce önemli olmayan bir görevi sürdürürken zaman zaman onlar tarafından itilip horlanır.

Bizim Köy, köyü kalkındırmada, bilinç götürmede misyon sahibi köy öğretmeninin aldığı eğitim ve edindiği bilinç ile köyüne adeta bir bakıma “yabancılaşmasının” ifadesidir. Çünkü köye dışardan bir perspektifle bakar ve gördüğü; yoksulluk ve yoksunluklarla dolu kör bir karanlık içinde, ilkel güdü ve inançlarıyla devinen bir kalabalığın sefil yaşamıdır. Aydın-yazar gene köyde “yaban” bir durumu yaşamaktadır. Yakup Kadri, hiç bilmediği, tanımakla dehşete düştüğü köyde; Mahmut Makal, içinden çıkıp geri döndüğü köyde, benzer "yaban"ı görecek, yaşayacak, resmedeceklerdir.

1950 kuşağı öykücüleri ise değişen dünyanın, varoluşçuluk felsefesinin, birey sorunsallarının farkındalığıyla yenilikçi denebilecek bir yazınsal biçim arayışına girerler. Aynı tutum şiirde "İkinci Yeni" şairlerinde de kendini gösterir. O yıllarda öykü ve şiir avangard diyebileceğimiz, çokluk kent merkezli arayışlarla, modernist bir tutum geliştirir.

Roman, öykü ve şiirdeki bakış açısı farklılığının, kabaca söylersem başta sosyolojik nedenlerden kaynaklandığını, 70’li yıllara gelindiğinde toplumculuk ve sol ideoloji kaynaklı birey ve toplum yaklaşımlarının, edebi türleri birbirine yakın bir politik kültürde buluşturduğu gözlemlenebilir.

İçinde bulunduğumuz edebi atmosferi 12 Eylül’ün kültürel etkisi, postmodernizm tartışmaları, aydın tanımının değişimi, dönüşümü ile tarif edersek bu atmosfer içinde sizce aydınlanmanın neresindeyiz? Edebiyat alanından bir çıkış mümkün mü? Mümkünse nasıl?

1970’li yıllardan başlarsak, hem dünya hem de Türkiye ekonomisinin kriz yılları. 1970’lerin sonunda Türkiye’de siyasal ve ekonomik düzen kendisini yeniden üretecek dinamizmi yitirmiştir ve yeni bir hamle yapmak durumundadır. 1980’li yıllarda bireyin girişimciliğini önceleyen, devletin ekonomik ve sosyal süreçlerden geri çekilmesini amaçlayan bir ideolojik ortam yaratılmış, “Cumhuriyetin resmi ideolojisi” kimlik değiştirmiştir. Devlet artık toplumu ‘modernleştirme’ misyonundan uzaklaşmakta, her alanda rekabet ve kâr güdüsünü harekete geçiren bir işlev benimsemektedir. Cumhuriyetin altyapısal dönüşümlerinin bir tür ifadesi olan modernleşme ve sosyal politikalar yerine, ekonomide neoliberalizm, toplumsal süreçlerde ise depolitizasyon yaşanmaktadır.

Aynı dönem Batı toplumlarında da sosyal politikalar gücünü yitirmiş, endüstrileşmenin yol açtığı çevre sorunları, doğayı egemenliği altına alan aklın ve modernizmin yarattığı birey ve toplum sorun ve eleştirileri, daha bir dizi değişim; aydınlanma, modernizm, pozitivizm kavramlarına karşı bir eleştirel karşı duruşu, postmodernizmi geçerli kılmıştır.

24 Ocak kararları, 12 Eylül, 80’li yıllar ve sonrasında Türkiye’de aydın-yazar büyük bir şok yaşamaktadır. Değişip gelişeceğine inandığı toplum çok uzaklara gitmiş, kendisi yankısı olmayan bir ses olarak bir adacıkta yaşamak durumunda kalmıştır. Burada sadece devletin 12 Eylül’ü ve onun askeri iktidarının yapıp etmeleri nedeniyle değil, ilerlemesi ve daha eşitlikçi bir dünya için öncülük ettiği toplumla da epistomolojik bir kopuş söz konusudur. Daha önce de devletin tektipleştiren, çoğulcuğa izin vermeyen, baskıcı, darbeci geleneğine bir karşı duruş geliştirmişti elbette muhalif kesimler ama Cumhuriyet’in modernleşmeci söylemiyle, kimi zaman örtük, kimi zaman açık bir ortak payda vardı. Bana göre, 80’den sonra devlet modernleşme kavramını ve fiilini terk ederken, aydın ile kendisi arasında Cumhuriyet tarihindeki en sert kopuş yaşandı.

Günümüze gelinceye dek bu ortak payda artık yeniden kurulamayacak kadar kırılıp yok oldu. Çünkü sonraki yıllardan günümüze kadar aydının iktidarla ortaklaşmacılığı, paradigmaları paylaşan değil, stratejiler üzerinde anlaşan birliktelikler oldu, bana kalırsa.

12 Eylül’le başlayan süreçle artık farklı toplumsal dinamikler, yeni düşünme ve bakış açılarını yürürlüğe sokarken, toplumu “aydınlatma” görevi yazarlarımızca ciddi sorgulama alanı olmuştur. Edebiyat; roman, öykü ve şiir görece özerkliğini ilan etmiştir.

Toplumcu gerçekçi poetika artık ne yazın ne de düşüncede egemendir.

1980 sonrası edebiyat "kanon"unda, farklılık, belirlenmezlik, temsil niteliğinin yitimi, metinlerarası ilişkiler diye özetlenebilecek postmodern özellikler söz konusudur.

Gerçi ben postmodern bakışın, modernist estetikte olmayan neler getirdiğini hâlâ kavramış değilim.

Postmodernin ancak modernin ihmal ettiğinin, ya da yeterince öne çıkarmadığı kategorilerin vurgu kazanmasından başka bir şey olmadığını düşünüyorum.

İhmal edilen kesim ve kavramların vurgu kazanması, ikincilleştirilenin, bastırılanın, önemsiz kılınanların politikaya ve yazına dahil edilip öne çıkarılması küçümsenmemeli elbette. Ama edebiyat söz konusu olduğunda bu yeni zaman estetiğinin ihmal edilmişliklere ağırlık verirken, çok önemli tarihsel gerçeklik boyutlarını ve çelişkileri dışarda bıraktığını, ihmal ettiğini söylemek mümkün.

Aydınlanma düşüncesine gelince: insanlığın, toplumların ortak tarihsel ve düşünsel serüvenleri var elbette. Öte yandan tekil toplumsal yapı ve dinamiklerin farklı serüvenleri de var. Sosyolojinin birinci öncülü değişme ise eğer, ikincisi mutlak bir toplum gerçeğinin olmadığı.

Spivak’ın sözleri çok anlamlı geliyor bana: Aydınlanma aklı bir pharmakon’dur, yani hem zehir hem ilaç.

Başka bazı coğrafyalarda zehirdir belki, Nietzsche’nin kullandığı anlamıyla söylersek: Ne de olsa Apollon’un adımlarının peşinden geldiler buraya. Biz ise Dionysos’a bile ihanet ettik. Kısacası toz dumandan görülmüyor ortalık.

Uzak olmayan bir yeni zamanın, aydınlanmayı yeniden yorumlayıp, “yol açtığı” zehirlerden arınacağı ve panzehir olacağı bir gelecek gelmeli, diyelim.

[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu (2017), “Yaban”, İletişim Yayıncılık, 80. baskı, s. 110.


SEZER ATEŞ AYVAZ KİMDİR? 

Sezer Ateş Ayvaz, edebiyata şiirle başladı. İlk öykü dosyası Bütün Oteller İstanbul Palas ile 1987 Akademi Kitabevi öykü başarı ödülünü kazandı. 1988 yılında Aynalarda Yaz (Afa Yayınları), 2000’de Yeryüzü Taksim (Cem Yayınları) adlı öykü kitaplarını yayımladı. Can Yayınları’nca basılan; Tamiris’in Gecesuçları adlı üçüncü öykü kitabı 2006 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldü. 2008 yılında Can Yayınları, Aynalarda Yaz’ı yeniden okuyucuya sundu.

İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun. Aynı üniversitenin siyaset bilimi bölümünde ‘Kadınlara Yönelik Periyodikler (1928-1938)’ konulu tezle yüksek lisans, ‘Türk Romanında Değişen Bir Paradigma: Politik Roman’ konulu tezle doktora yaptı.

Çeşitli kurumlarda felsefe ve siyaset bilimi dersleri verdi. Kültür, edebiyat konularında, gazete ve dergilerde deneme ve incelemeler yazdı. Türk edebiyatının başlangıcından günümüze kadar gelen yazarların kitaplarını yorumlayan metinleri çok sayıda dergide yer aldı ve etkinliklerde sunuldu.