‘Sevgi ve bağlanma, çürümeye rağmen yaşıyor’

Her yeri ele geçiremezsiniz, küçücük çatlaklardan beklenmedik şeyler çıkar, mesela Çarşı, kontrol edilemeyen bir ruh hali olarak çıkabilir karşınıza. Kapitalist ilişkiler ne kadar parçalamış, yok etmiş olsa da bazı mahallelerin özgül durumları var bu şehirde, kimi gelenekler kolay kolay kaybolmuyor.

Sinem Burgu/Çağrı Kınıkoğlu - soL

Gazi belgeseli, çeşitli televizyon dizileri, “Başka Semtin Çocukları” filminden tanıdığımız sinema yönetmeni Aydın Bulut, yeni filmi “Benimle Oynar mısın?”la, bir kez daha sinema izleyicisiyle buluşuyor.

“Benimle Oynar mısın?” bir kent hikayesi. Sinemamızdaki kır/taşra konularının tersine, aslında Türkiye toplumsal yaşamının asıl belirleyeni olan kent yaşantısına çeviriyor kamerasını. İzleyicilerimize filmi anlatmış olmamak için, İstanbul Beşiktaş’ta geçen, semt kültürü ve iş dünyası arka planına yaslanan bir aile dramı olduğunu belirtip, Aydın Bulut’la görüşmemize geçelim...

Şöyle başlayalım mı: Konuyu nasıl ve neden seçtiniz?
Kentsel dönüşüm projeleri bu çok sevdiğimiz şehri her gün bizim olmaktan biraz daha uzaklaştırıyor, her şey satılık hale geliyor. Doğup büyüdüğüm yer Beşiktaş geçen zaman içinde hem burada kaybettiklerimizi anlatmak hem de bu semtin çok özel olan karakterini, kendini korumak için direnebilen insanlarını göstermek istedim.

‘Film, Gezi’nin öngörüsü gibi oldu’
Filmi tasarlamaya ne zaman başladınız? Bugünden bakıp, Haziran Direnişi ile filmi birlikte düşününce, nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?
Bu film üzerine on yıldır çalışıyorum. Daha önce iki farklı senaryo çıktı ortaya, yapım aşamasına geçilemedi. İki yıl önce Eyşan Özhim’le birlikte yeni bir hikaye kurduk ve yazmaya başladık. Gezi Direnişi’nde yaşananlarla bizim hikayemizde konu edindiğimiz meseleler arasında çok yakın benzerlikler var. Bir tür öngörü gibi oldu yaptığımız film, çekimlerin bitiminden birkaç gün sonra başladı Gezi...

Bir aile ve mahalle filmi gibi duruyor. Bu bize Yeşilçam’ı çağrıştırdı. Filminize dair böyle bir tespit yapılabilir mi?
Benim ustalarım Lütfi Akad ve Duygu Sağıroğlu. Sami Şekeroğlu’nun kurduğu sinema okulunda okudum. Dolayısıyla “Yeşilçam” denilen memleket sinemasının değerlerine sahip çıkan biriyim. Yaşadığımız coğrafyanın gerçek insan hikayeleri, İstanbul ve semtlerindeki özel yaşantılar ilgimi çekiyor, onların peşinden gitmeyi seviyorum.

‘Farklı duranda içsel dinamik var’
Peki, bugünün metropolünü nasıl kavrıyorsunuz? Filmdeki bu örüntü, 2013 Türkiyesini ve İstanbul’unu temsil kapasitesine sahip mi? Mahalle/yerellik sizin için ne ifade ediyor?
Rejim ne kadar hakim olmaya çalışsa da, kapitalist ilişkiler ne kadar parçalamış, yok etmiş olsa da, bazı mahallelerin özgül durumları var bu şehirde, kimi gelenekler kolay kolay kaybolmuyor, kendinizi korumaya çalıştığınız anda zaten kendiliğinden direniş başlıyor böyle yerlerde... Her yeri ele geçiremezsiniz, küçücük çatlaklardan beklenmedik şeyler çıkar, mesela Çarşı böyle hesap edilemeyen, kontrol edilemeyen bir ruh hali olarak birdenbire çıkabilir karşınıza.

Yerel olanda daha fazla ayrıntı ve çeşitlilik görüyorum, aykırı ve farklı duranda içsel bir dinamik var, hem yok edici olabiliyor hem de o ölçüde yaratıcı aşkı tutkuyla yaşıyor.

Türkiye’de boşanma oranlarının yükseldiği, dağılan aile sayısında belirgin bir artış olduğu bir sosyolojik gerçek. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erkeklerin bu kadar “erkek” olmaya zorlandığı, kadınların bu kadar değersizleştirilmeye çalışıldığı bir tarihsel dönem için bu manzara şaşırtıcı olmamalı. Aşk, sevgi, bağlılık gibi güçlü insani değerler, toplumsal çürüme ve çöküşlerle hep birlikte var olacaktır.

Peki film, tribün ve spor kültürüyle nasıl bir ilişki kurmaya çalışıyor? Filmin başrolünde aslında bu taraftar kültürünün olduğu söylenebilir mi? Sizin için taraftarlık ne ifade ediyor?
Buradaki taraftarlık, oyuna sadece izleyici olarak katılmayı kabul etmeyen bir taraftarlık o, bu oyunun bizzat kendisi olmak istiyor. O taraftar stattaki müşteri olmak istemiyor, oyunda adalet ve ahlak bulamadığında isyan ediyor, vicdanının sesini dinliyor. Gençliğinde kalecilik yapmış olan Albert Camus’nün sevdiğimiz bir sözü var: “Hayata ve ahlaka dair pek çok şeyi futboldan öğrendim, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.”