'Piyasaya değil sanatınıza inanın'

Sanat tarihimizin önemli bir tanığı Gülsün Karamustafa’yla sergisi, Türkiye güncel sanatının gelişimi, Gezi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşi: Harun Töle, İnsel İnal - soL

İsmini, Gülsün Karamustafa’nın 1990-2004 yılları arasında ürettiği “Vaat Edilmiş Resimler” serisinden alan “Vadedilmiş Bir Sergi”nin açılışını takiben Türkiye sanat ortamının ve tarihinin önemli bir temsilcisi ve tanığı olan Gülsün Karamustafa’yla sergisi, üretimleri, Türkiye güncel sanatının gelişimi, galeriler, bianeller ve Gezi olayları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Küratörlüğünü Duygu Demir ve Merve Elveren’in gerçekleştirdiği “Vadedilmiş Bir Sergi” 5 Ocak 2014 tarihine kadar SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da görülebilir.

“Vadedilmiş Bir Sergi” sizin Türkiye’de ve uluslararası alanda bugüne kadar düzenlenmiş en geniş kapsamlı serginiz olma özelliği taşıyor. Daha önce Türkiye’de sergilenmemiş olan işleriniz de yer alıyor. Sergi fikrinin ortaya çıkışından ve hazırlık sürecinden bahseder misiniz?
Bu sergiye aşağı yukarı bir yıl boyunca hazırlandık. Bir yıl önce böyle bir sergi fikri yoktu. Bu sergiye elbette bütün işlerimi eklemek gibi ya da bu sergiyi bir retrospektife dönüştürmek gibi bir amacımız da yoktu. Dolayısıyla şu anda burada bir araya gelen işlerin hepsi neredeyse, birbirlerinden zaman ayrılıkları olsa dahi, bir sarmal oluşturarak kendilerine has bir biçimde buluştular. Bu benimle çalışan genç sergi küratörlerini ve beni çok mutlu etti çünkü neredeyse 40 yıla yakın bir sanat üretiminin nasıl birbirinin içine girdiğini, nasıl eklemlendiğini, nasıl değişik pratiklerin birbirleriyle bir bütünlük oluşturduğunu gösterir biçimde bir sonuca ulaştı.

HAZIRLIKLAR ARKEOLOJİK KAZI GİBİYDİ

Sanatsal üretimlerinizin belleğini oluşturan bu serginin hazırlık sürecinde neler hissettiniz?
Serginin hazırlığı neredeyse bir arkeolojik kazı gibiydi. Her şeyi bulmak, çıkarmak, nelerin birbiriyle daha iyi anlamlanacağını düşünmek, Türkiye’de daha önce hiç sergilenmemiş işlerin yeniden kurulması, bir kısmının da yurt dışındaki müzelerden getirtilmesi söz konusuydu. Bu müzelerden getirttiğimiz, özel koleksiyonlardan bir araya getirdiğimiz, bir de hiç gösterilmemiş olan işlerin de açılıp sergilenmesi aslında büyük zaman alan ve kurgulanması ciddi bir olaydı bizim için.

Tam da bu noktada serginin bir retrospektif değil büyük bir sergi mantığıyla kurulmuş olmasını bu kurgu sağlamakta öyle değil mi?
Kesinlikle öyle. Bu sergide bir kurgu var. Bunu söyleyebilirim.

Bu sergide sizin resimle başlayan üretiminizin, 1980’lerin ortasından itibaren obje odaklı üretim ve giderek enstalasyon ve videoyu da içine alan pratiğini görme olanağı buluyoruz. Bizlere bu kişisel yolculuğunuzu, Türkiye’de özellikle 1990’lardan itibaren başlayan sanat dünyasındaki değişimle birlikte anlatır mısınız?
Şöyle ayırabilirim aslında: Ben bu işe ilk defa 1970’lerin ortalarında resimlerimle başladığımda, önce resimlerimi kabul ettirmek için mücadele ettim. Çünkü resimlerimin içerisinde öyküler anlatmaktaydım. Beni hiçbir şekilde sanatın durağan, tekrara yönelik tarafı ilgilendirmiyordu. Resimlerim sevilmeye başladığı zaman benim yolum ondan çoktan ayrılmıştı ve daha farklı bir şeyi zorluyordum. Bir anlamda resimlerimde, resmetmeye çalıştığım materyaller baskın geldi ve onlarla çalışmaya başladım. Dolayısıyla resim biraz arkada kaldı, enstalasyona geçmiş durumdaydım.

BENİM SİNEMALARIM'IN ETKİSİ

Sonra hayatıma sinema dahil oldu. 1980’lerin ortasında Atıf Yılmaz'ın daveti ile birdenbire kendimi Yeşilçam ortamında buldum. “Bir Yudum Sevgi” filminde sanat yönetmenliği yaparken diğer başka taleplerle sinema içinde yer aldım. Daha sonra yazar arkadaşım Füruzan’la birlikte kendi filmimizi (Benim Sinemalarım, 1991) çektik. Bu sinema deneyimi daha sonra video işlerimdeki dili etkiledi.

1990’lar öncesi bir takım şeylerin net olarak anlaşıldığını söyleyemem. Ama o dönemde baskın bir tavır vardı. Bu tavır, sanatçıların bir araya gelerek sanatçı inisiyatifiyle gerçekleştirdiği sergilerdir. 1980’lere dönüp baktığımızda bu sergilerin önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz.

1980’lerde yine devlet eliyle gerçekleştirilen (Devlet Güzel Sanatlar Akademisi tarafından) “Yeni Eğilimler Sergisi”, ilgi çekici bir girişimdi. Bunun yanı sıra, hâlâ varlığını sürdüren “Günümüz Sanatçıları Sergisi” o dönemde başlamıştı.

Bunlar ileriye yönelik olarak bir nüve teşkil etmiş, çağdaş sanatın varlığını kabul edip, ortam hazırlamış ve bu ortamın ileriye gitmesi için elinden geleni yapmış olan girişimlerdir.

1987 yılında “Yeni Eğilimler” sona ererken, İstanbul Bienali’nin ilk adımları atıldı ve bugün 13. İstanbul Bienali’nin gerçekleştiğini görebiliyoruz.
O dönemden başlayan süreç hiçbir şekilde kesintiye uğramadan günümüze kadar geldi. Fakat bu süreç sancılı, çok zor, çok çekişmeli ve çok da zorlayıcı bir dönemdi. Ama bugün pek çok şeyin anlaşıldığının farkındayız.

Bahsettiğiniz dönemdeki sanatçı-galeri ilişkisi ve günümüzdeki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
O dönemde aslında galeri fikrine çok fazla yakın değildik. Bizim için galeri sergini yaptığın, resimlerini sergilediğin, daha sonra geriye alıp kapattığın bir alandı. Uzun süre bu böyle algılandı. Ama galerilerin bugünkü çalışma biçimleri ve fonksiyonları tabii çok farklı.

Aslında kendimi soyutlamıyorum sadece Türkiyeli bir sanatçı olduğum için bu böyleydi, diyemiyorum çünkü dünya çapında bu koşullar içinde çalıştım ve bugün kendilerini ispat etmiş sanatçı arkadaşlarımla birlikte 1990’ların ilk günlerinde hiçbirimizin galerisi ve imkanları yoktu. Gidiyorduk, istenilen yerde işimizi yapıyorduk, ne kadar para verilirse onu alıyorduk, sponsor aramak, işi büyütmek gibi bir fikrimiz yoktu ve pekala da işlerimizi gerçekleştiriyorduk . Bugün ise durum değişti, bunu da çok normal buluyorum. Niye değişti, eskiden daha iyiydi, demiyorum. Yaratıcılık aynı düzlemde, iyi olan iyi, kötü olan kötü olan birbirinden ayrılıyor. Ama şimdi marketin sanata el attığı muhakkak. Market zaten bir biçimde el atacaktı. Bu da bu sürecin içinde doğal olarak gerçekleşecek olan bir durumdu diye düşünüyorum. Sanatçıların dürüst bir biçimde yine sanatlarına inanmaları gerektiğine inanıyorum. Yoksa piyasaya yönelik iş yapmanın pek bir faydası olmayacaktır.

VİDEO ÇALIŞMALARI

Sergide video çalışmalarınız da yer almakta. 2000’li yıllardan itibaren dijital teknolojinin sinema diline yakın sonuçlar verecek denli gelişmesiyle birlikte video üretimine de başladığınızı belirtiyorsunuz. Sinemayla başlayan ve videoya evrilen bu serüvenden bahseder misiniz? Videonun hangi özellikleri sizi sinema yerine video yapmaya yönlendirdi? Videonun sanatçılara sağladığı avantajlar nelerdir?
Füruzan ile birlikte sinema yaparken çok yorulduk. Belki de bu yorgunluk bize bir daha aynı şeyi tekrar etmeme kararını aldırdı. İşime geri döndüğümde, kendi mesleğimin bana daha fazla ihtiyacı olduğunu düşündüm. Yani bir dağılma benim kendi mesleğimle kurduğum ilişkiyi bir biçimde yıkabilir korkusuna kapıldım ve sinemadan vazgeçtim. İçimde hala bir heves var mı? Var tabii. Bu heves gerçek sinema ile tanışmış biri için hiçbir zaman bitmez. Ama uzun metraj bir film yapmaya tekrar döner miyim? Bunu düşünüyorum.

Sinemanın avantajlarını video filmlerimde çok iyi kullandım. Sinemayı bilmek, kurguyu bilmek yani bir görsel katkıyı istediğim gibi yapabilmek ve de bir ekiple, büyük bir bir prodüksiyon ekibiyle birlikte çalışabilmek bilgisi bana video işlerimde daha farklı bir yaklaşım imkanını tanıdı.

Sergide yer alan “Terzi Dikişi (2005)”de olduğu gibi zaman zaman küçük kameramı elime sokağa çıktığım olur. Ama zaman zaman da, “Muhacir (2003)” ve yine bu sergide yer alan “Meydanın Belliği (2005)”nde olduğu gibi oturup tamamen kurguya dayalı ve sinemasal bir dille çalışabiliyorum. Bu iki yaklaşım da benim için avantaj diye düşünüyorum.

Video çağdaş sanatın imkan verdiği bir kullanım alanı ve kendine ait bir dili var. Bu dili de sanatçılar istedikleri gibi özgürce kullanabiliyorlar. Bu özgürlük alanı bana kalırsa sanatçılar için çok önemli bir yer tutuyor.

Borusan Contemporary’de 2011 yılında gerçekleştirlen “Yedi Yeni İş” sergisinde yer alan “Insomniambule” en son sergilediğiniz video işiniz. Yeni projeleriniz var mı? Biraz bahseder misiniz?
Selanik Bienali’ne katılıyorum. Bienalde “Neden Hamallar?” isimli hem video hem de enstalasyondan oluşan bir iş sergiliyorum. Bienal için bir iş yapmak üzere ziyarete Selanik’e gittiğim zaman, beni hayalet gibi izleyen birkaç hamal kartpostalı gördüm. Fotoğrafların altında bunların “Selanikli Yahudi Hamallar” olduğu yazıyordu. Niye bu kadar fazla hamal fotoğrafı var diye düşünmeye başladığımda bunun sadece Selanik’le sınırlı olmayıp tüm Akdeniz’de yaygın olan bir eğilim olup olmadığını sorgulamaya başladım. İnternette araştırma yaparken Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, İstanbul, Ürdün, Suriye gibi ülkelerde hamal kartpostalı geleneği olduğunu gördüm. Bunun altında oryantalist bir bakış var. Kartpostallarda bir çok hamal pozunda çocuk ve çok güzel erkek fotoğrafları yer almakta. Bunun çekiciliğini ne sağlıyor? Acaba bu ülkelerin fakirliğini göstermek için mi bu fotoğraflar yaygınlaştırılıyor üzerine bir proje gerçekleştirdim. İki tane ışıklı kutu içerisinde bu hamal fotoğrafları yer alıyor. Bir de az önce bahsettiğim soruları soran ve en sonunda bir hamal fotoğrafını tekrar canlandıran bir buçuk dakikalık bir video sergilenmekte.

BİENAL MESELELERİ

13. İstanbul Bienali’nin başlamasından hareketle işleri bienallerde sergilenmiş bir sanatçı olarak, bienallerin sanatçılar ve Türkiye sanat ortamının gelişmesi üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bienaller aslında 1990 sonrası, Berlin Duvarı yıkılıp, Sovyetlerin dağılması, sanat alanında merkez-çevre ilişkisinin yeniden düzenlemesi gibi gelişimlerin ortasında çok önemli bir fonksiyon üstlendi.

Bienaller ile milliyetçi ya da milliyeti öne alan, Türkiyeli, Portekizli gibi kategorizasyonları ortadan kaldırmıştır. Bu da merkez-çevre meselesinin bir parçasıydı zaten. Dolayısıyla bütün sanatçılar sanatçı olarak dünyanın belli yerlerinde işlerini gösteri hale geldi. Bu gerçekleştiğinde de daha geniş bir vizyon oluşmaya başladı.

Bieanallerin, artık iletişim olanaklarının bu kadar geliştiği ve bu kadar anlık temasların sağlanabildiği ortamda fonksiyonlarının yavaş yavaş ortadan kalkacağını düşünüyorum. Çünkü bienaller, birbiri ile temas edemeyen sanatçıları bir büyük alanda ve dünyanın belirli bölgelerinde birlikte gösterilmesine yarayan bir sergi biçimiydi. Ama bugün sergiye ihtiyaç duymadan da sanatçılar gelişmiş iletişim olanakları içinde bir araya gelebiliyorlar, temas edebiliyorlar etkinlik oluşturabiliyor ve yepyeni ürünler ortaya koyabiliyorlar.

Bienalleri biraz arkada bıraktık gibi geliyor bana.

13. İstanbul Bienali’ne yönelik gerçekleştirilen protestoları ve eleştirileri takip etme olanağınız oldu mu?
Evet, başlangıçtan beri eleştirileri izledim. Hep bir uzlaşma noktasının bulunabileceğine inanarak izledim. Bütün bu etki ve tepkiler bir noktada tartışmalara dönüşebilir ve meseleyi zenginleştirebilirdi.

Bienalin açılışıyla ilgili ilk izlenimim olumlu. Bir buluşma noktası bulundu ki olumlu bir biçimde yürüyor. Bu durum devam ederse ya da herhangi bir uzlaşamama noktasında yine bir tartışma ortamı açılırsa ve sonuç karşılıklı yeni açılımlar sağlarsa bir işe yarar. Yeter ki bu tartışmalar özgürce devam etsin.

Son olarak, sergide yer alan “Meydanın Belleği” videonuzda Taksim Meydanı’nın tarihe tanıklığını ele almaktasınız. Buradan hareketle Gezi Direnişi ilgili düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
Bu video projemi ilk başta sergilemeyi düşünmüyorduk, çünkü zaten İstanbul Modern’in sürekli sergi kısmında gösterilmekte. Fakat Gezi olaylarına bir gönderme olarak sergide yer verdik.

Gezi olayları devam ederken kronik astımım nedeniyle gaz benim için ölümcül olduğundan doğrudan yer alamadım. Ama 1968’li biri olarak kendimi Taksim olaylarının dışında tutmama imkan yok tabii. 68 dönemi ile benzerliklerini ve farklılıklarını daha çok düşünmemiz gerekmekte. 68 olaylarını günü gününe anlatan elimdeki eski dergilere baktım ve inanılmaz benzerlikler olduğunu gördüm. O dönemde biz müthiş bir yalnızlık içerisindeydik. Birçok şehirde olaylar olabiliyordu ama birbirimiz ile iletişimimiz yoktu. Ama 2013 yılında Brezilya bizimle haberleşebiliyordu, Mısır’dan sesler gelebiliyordu, öbür taraftan dünyanın başka şehrinde Gezi için pankart kalkabiliyordu. Anlık iletişim bugünün şansıdır.

Evden çıkamadığım için her şeyi el kameramla televizyondan kaydettim. Olaylarla ilgili neredeyse 8 saatlik bir çeşitli televizyon kanallarından topladığım kayıt var. Ama bu malzemeyi hemen, telaşla kullanmak istemiyorum. Benim için dinlenmiş, üzerinde düşünülmüş malzeme daha önemli.