Nâzım Hikmet Kültür Merkezi tarafından düzenlenen “Çürüme Edebiyatının Anatomisi” başlıklı etkinliğin üçüncü günü, soL portal yazarı Nevzat Evrim Önal’ın “Edebiyatta Lümpenleşme” sunumuyla başladı.
Önal, lümpenleşmeden ne anlaşıldığı sorusunu ortaya attı ve lümpenliğin bir bilinçsizlik hali olduğuna ve tek göstergesinin küfürbazlık olmadığına dikkat çekti.
Önal, edebiyatta lümpenleşmenin maddi zemini olmayan karakterler yaratma çabasıyla ilişkili olarak ortaya çıktığını, bu maddi zeminin en kritik ögesinin “ilişkiler” olduğunu vurguladı. Lümpenleşen edebiyatın karakterleri başka insanlarla değil daha çok kendileriyle ilişkilendirerek inşa ettiğine, bunun da oldukça paradoksal karakterler üretmekle sonuçlandığına dikkat çekti.
Önal, lümpenleşmenin kaynağının edebiyatta değil maddi hayatın kendisinde ve gelişiminin son aşamasına çoktan dayanmış bulunan kapitalist düzenin bireyi her geçen gün ilkelleştirmesinde yattığını söyledi.
İNTİHAR EDEBİYATI OLARAK ‘TUTUNAMAYANLAR’
12 Eylül’ün Türkiye’de lümpenleşme konusunda önemli bir milat olduğunu ifade eden Önal, Oğuz Atay’ın ”Tutunamayanlar” adlı romanından örnekler verdi. Romanın en önemli sorununun, karakterlerin derinleşmek yerine çeşitlenmek olduğunu ve bu tür bir edebiyatın bir intihar edebiyatına denk düştüğünü söyledi. Oğuz Atay’ı bu dönemde topluma pazarlayan liberallere değinen Önal, bu kesimlerin ciddi bir suça ortak olduklarını kaydettikten sonra, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”nin de, öz itibarıyle Hitchcock’un “Sapık” filminden hiçbir farkı olmadığını söyledi.
KÜÇÜK BURJUVA LÜMPENLİĞİ: ORHAN PAMUK
Edebiyatı iki tip lümpenliğin doldurduğunu kaydeden Önal, bunların küçük burjuva lümpenliği ve sefil lümpenlik olarak kategorize edilebileceğini söyledi. İlki için Orhan Pamuk’u örnek vererek Pamuk’un romanlarındaki sorunun kaynağının, yazarın toplumsallıkla kurduğu ilişkilerde olduğunu dile getirerek, topluma baktığında kendi deyişiyle “egzotik” bir malzeme gördüğünü söyledi. Önal, Pamuk’ta cisimleşen küçük burjuva lümpenliğinin temel karakteristiğinin “örgüt kaçkınlığı” ve “kendi kendini yemek” olduğunu belirtti.
SEFİL LÜMPENLİK: EMRAH SERBES
İkinci tip lümpenliğin görece daha yeni bir olgu olduğunu belirten Önal, bu tip lümpenliğin AKP iktidarında “tamamına erdiğini”, sefaletin, ortadan kalkması durumu ve olanakları dışında ele alındığı bir durumda yalnızca gericiliğin önünü açabileceğini vurguladı. Önal, bu tip edebiyata Emrah Serbes’in yazınını örnek verdi. Serbes’in romanlarında, sefaletin eğitimli emekçilere vicdan kamçılatmak için sunulan bir tema olduğunu kaydeden Önal, sefaletin sorumluluğunun sefil olmayan herkeste olduğunu ima etmenin de sınıfsallığı ıskaladığını ve gericilik olduğunu belirtti. Devamında bu edebiyattan çıkan aydın düşmanlığının sonuçta sol ve sosyalizm düşmanlığı anlamına da geldiğinin altını çizdi.
Önal, lümpenleşmenin “karaktersizleşme, bilinçsizleşme ve insanlıktan çıkma hali” olduğunu yeniden vurguladı ve bununla kavga edilmesi gerektiğini söyledi. Konuşmacı, bu saldırının pedagojik biçimde değil ancak düzenle mücadele edilerek püskürtülebileceğinin altını çizdi.
‘YENİ DERGİCİLİK VE YENİ EDEBİYATIN SOYKÜTÜĞÜ’
Günün ikinci oturumunda soL Portal yazarı Taylan Kara’nın sunumunun başlığı “Yeni Dergicilik ve Yeni Edebiyatın Soykütüğü”ydü. Söze, yeni edebiyat dergilerinin ortak niteliklerinden söz ederek başlayan Kara, bu tür dergilerin bir açıdan “ünlüler geçidini” andırdığını söyledi. Tanınmış isim olduğu sürece dergilerin kapısının “yandaşından liberaline” herkese açık olduğuna dikkat çeken Kara, “bir tutam magazin” ve “birkaç ölçek şiir” eşliğinde bu dergilerin bir tür Taraf veya Radikal gazetesi gibi işlev gördüklerini kaydetti.
Kara, kapitalizmin nimetlerinden normal hayatlarında faydalanan holding yazarlarının bu dergilerde “solculuk” yaptıklarını, bu kisve altında prestij elde ederek, ne yazıldığından bağımsız olarak iktidara meşruiyet kazandırma misyonu üstlendiklerini vurguladı. Bu tür dergileri karakterize eden en önemli özeliklerden birinin yazar profilinin bir “karnavalı” andırıyor olması ve yazıların mücadele kültürü içermektense “ağlak” bir tarz benimsemesi olduğunu söyleyen Kara, bu dergilerin sık sık hayatta olmayan kişileri kapak yapmasına da dikkat çekti. Ayrıca en muhafazakâr derginin bile “solcu” bir imaj benimsemesinin dikkat çekici olduğunu kaydetti. Böylece okurun dikkatinin çekildiğini ve bir rezonans sağlandığını aktardı. Bu dergilerin benimsediği ‘solcu’ imajın, nötralize edilmiş bir solculukla, solun farklı renkleriyle değil açıkça anti-komünist bir sol anlayışla ilgili olduğunu söyledi.
YENİ DERGİLERİN FELSEFİ ARKA PLANI
Taylan Kara, sunumunun ikinci bölümünde yeni edebi dergilerin felsefi arka planını deşifre etti. Postmodern felsefenin bu tür dergilerin düşünsel temeli olduğu saptamasını temellendirdi.
Aydınlanma düşüncesinin omurgasının insanın merkeze konması, doğa karşısında özne olarak düşünülmesi, tarihin öngörülebilir ve müdahale edilebilirliğine inanç olduğunu kaydeden Kara, buna karşın postmodern düşüncenin aklın üstünlüğünü ve bilimsel düşünceyi reddettiğini, yeni dergiciliğin felsefesinin buradan beslendiğini söyledi. Postmodern düşüncenin akıl ve aydınlanma karşıtı olduğunu, nedenselliği reddettiğini, bilimsel düşüncenin otoriter olduğunu düşündüğünü ve bilimsel sistematik düşünceyi cepheden karşıya aldığını ifade ederek, postmodern felsefenin mikro kimlikleri fetişleştirdiğine, böylece birleştirici öğelerin silikleştirildiğine ve olguların atomize edildiğine dikkat çekti.
Postmodern düşüncenin saldırdığı kazanım ve değerlerin sosyalistler tarafından savunulmasının bir zorunluluk olduğunu belirten Kara, aydınlanma ve cumhuriyet düşmanlarının aynı zamanda sosyalizmin de düşmanı olduğunu ve bunun şaşırtıcı olmadığını söyledi. Tarihteki sistematik düşünce karşıtı felsefeler arasında postmodernizmin ayırt edici yanının yıkıcılığını “sol” bir kılıfla sunması olduğunu, bunun aslında solu iktidar karşısında fikirsel ve ideolojik olarak silahsızlandırdığını vurgulayan Kara, bu felsefenin toplumda entelektüel karşıtlığını da beslediğini söyledi.
‘POLİSİYE VE FANTASTİK: NEDEN ŞİMDİ?’
Günün son oturumunda, polisiye yazarı Suphi Varım, “Polisiye ve Edebiyat: Neden Şimdi?” başlıklı sunumuna, ele aldığı türlerin popüler birer tür olduğunu hatırlatarak başladı. Bu nedenle bu türlerin burjuva ideolojisiyle bağlantılı olduğuna dikkat çekerek, bu türlerin bazı özelliklerini ve alt türlerini sıralayarak devam etti.
Varım, ilk akla gelen özelliğin bu tür romanların basit ve anlaşılır okunurlukta olmaları ve toplumun tüm kesimlerine hitap etmeleri olduğunu söyledi. İkinci özelliğin “düşündürmek yerine düş kurdurmak” olduğunu, bu tür romanların çok kitlesel ve çeşitli satış ağlarına sahip olduklarını ve çok kolay erişilebilir olduklarını vurguladı.
NEOLİBERALİZMİN ZAFERİ VE YENİ POPÜLER EDEBİYAT
Suphi Varım, fantastik ve polisiye türünün hangi toplumsal bağlamda bir kırılma yaşadığına değindi. Neoliberalizmin “zaferinin” tartışmasız ilanının kabul gördüğü 90’lı yıllarda gerçekleşen bu kırılmanın kültürel öğelerini sıralayarak, bu dönemde “Kişisel Gelişim” ve “Olumlu Düşünce” yapıtlarının yaygınlaştığını, spiritüalizmin canlandığını, bilgisayar oyunlarının ve FRP oyunlarının bir yaşam tarzı haline geldiğini, sosyal medyanın atomize ve pasif bireyler yarattığını, postmodern düşüncenin hegemon hale geldiğini anımsattı.
Varım, polisiye romanın kara romanda cisimleşen toplumsallığın sona ermesiyle birlikte türsel özelliklerin de bir kırılma yaşadığını, yeni polisiyenin toplumsal içerikten kopuk, bireysel sorunlara ağırlık veren, akılcılıktan kopuk, grup içi çatışmaları öne çıkaran bir prototipe dönüştüğünü, toplumsal eleştiriyi kenara koyduğunu ifade etti. Yeni polisiyede analitik düşüncenin yerini şiddet ve teknolojinin aldığını ve okurun daha pasif bir katılımcı haline getirildiğini, ürkütücü öğelerin daha ön plana çıkarıldığını, cinselliğin yoğunlaştığını, metafizik temaların yerleşiklik kazandığını, seri katillerin ve şeytani tarikatların ortaya çıkmaya başladığını söyledi.
‘FANTASTİK EDEBİYAT, OKURU TOPLUMSAL OLGULARDAN KOPARIP PASİFLEŞTİRİYOR’
Konuşmasının ikinci bölümünde, fantastik edebiyat türüne değinen Varım, 50’li yılların fantastik yazınının 90’lı yıllarda popülerleştiğine ve birçok postmodern fantastik yapıtın yine 90’lı yıllarda üretildiğine dikkat çekti. Fantastik kurgu türünün genellikle gerçek dünya içinde gerçek dışı bir dünya olduğu temasına yaslandığına değindi. Kahramanın gerçek dünyadan düşsel dünyaya geçtiğinde bu dünyaya özgü tehlikelerle karşılaştığına, okurun da kahramanla birlikte bu dünyada yolculuk yaptığına ve çok kaba bir “aydınlık-karanlık” savaşımına tanık olduğunu aktardı. Varım, böylece okurun gerçek ve tarihsel karşıtlık ve karmaşık savaşımlardan koparak sanal dünyadaki indirgenmiş bir “iyi-kötü” savaşına davet edildiğini, kendi kendisiyle savaşmaya zorlandığını belirtti. Suphi Varım, fantastik türünde kral, taht, kölelik, tebaa gibi insanlık tarihinin modern öncesi döneminden süzülüp gelen pek çok öğe bulunduğuna dikkat çekerek antik çağ kökenli maceralarla sonuçta hikâyelerin bir dinginliğe ulaştığını ve bu nedenle egemen ideolojiyle uyumlu olduğunu saptadı.
Bu iki türün düzen açısından diğer elzem işlevinin çok yönlü metalaşmaya hizmet etmelerini örnek veren Varım, yeni polisiye ve fantastik edebiyatının apolitik bir dünya sunduğunu, okuru bireysel ve içsel mücadele sarmalına soktuğunu, toplumsal olgulardan ve sorunlardan kopardığını ve pasifleştirdiğini, düşsel ve ideal bir modelle baş başa bırakılan okurun bu dünyaya kendisini kaptırmasının son derece kolay olduğunu vurguladı
Oturumlar, dinleyicilerin soru ve katkılarıyla sürdü.
NHKM EDEBİYAT GÜNLERİ İZMİR’DE DÖRDÜNCÜ GÜN PROGRAMI
“Çürüme Edebiyatının Anatomisi” etkinlik dizisinin İzmir’deki dördüncü ve son gününde, yarın (26 Şubat Pazar) iki oturum yer alıyor.
Saat: 14.00 – 15.30
#şiirsokakta MI TÜKENİYOR?
Konuşmacı: Onur Akyıl
Saat: 16.00 – 17.30
ŞİŞİRİLMİŞ BENLİK ÇAĞINDA SANAL ÂLEM VE EDEBİYAT
Konuşmacılar: Tolga Binbay – Endam Köybaşı