Kamusal Sanat Laboratuvarı: 'Nasıl olmaz' yerine 'nasıl olmalı' diyerek üretiyoruz

İlk olarak geçen yıl İstanbul Bienali’ndeki “mektup eylemiyle seslerini duyuran Kamusal Sanat Laboratuvarı ile sanata ve politikaya dair konuştuk.

Kamusal Sanat Laboratuvarı, geçen yıl 11. İstanbul Bienali açılışında, sponsor Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un 1980’de Kenan Evren’e gönderdiği mektubu katılımcılara dağıtarak sanat çevresinde önemli yankı uyandırmıştı.

Bir yıl içinde bir çok anlamlı eyleme imza atan “Laboratuvar”dan Niyazi Selçuk ve Ezgi Bakçay Çolak ile günümüz sanatı ve eylemleri hakkında bir söyleşi yaptık.

Öncelikle, Kamusal Sanat Laboratuvarı nedir, kimlerden oluşur?

Ezgi Bakçay Çolak: Kamusal Sanat Laboratuvarı geçen yıl bu zamanlarda kuruldu. 14 Eylül 2011’de ilk eylemini gerçekleştirdi, 11. İstanbul Bienali’nde... Çok farklı alanlardan bir çok sanatçıdan oluşan bir çekirdek ekip. Sanat alanının kendi iç problemlerinden yola çıkarak başladık aslında. Sanatçıların sansüre karşı savunmasızlığı, iktidarın müdahalelerine karşı örgütsüzlükten kaynaklanan savunmasızlığı bizi harekete geçirdi. Bununla birlikte sanat ve politika arasındaki mesafenin açılması ve toplumsal olaylara sanatçıların müdahale araçlarının kalmaması da bir araya gelmemize sebep oldu. Ayrıca sanat kurumlarında yapılan muhalif sanatında da yine “sanat” çevresinde kalması ve toplumsal alanla ilişki kuramaması da ilk önemli bir sorun olarak öne çıkıyor bizim için.

Niyazi Selçuk: Yani sanatı ticari alandan çıkarıp, başka bir işlevi olduğunu anlatmak istedik insanlara. Günümüzde sanatçı imgesi bencil ve bireyci tiplerden oluşuyor. Bu bizce böyle değil ve bunu göstermek için sanatçılara bazı kaynaklar açmak istedik.

Nasıl bir çalışma tarzı benimsiyorsunuz? “Laborantlar” kimlerden oluşuyor?

E.B.Ç.: 20-30 kişilik değişken bir ekibiz. Farklı eylemlerde farklı gruplarla birlikte çalışıyoruz. Haftalık düzenli toplantılarımızla herkes karar sürecine katılabiliyor.

N.S.: Sanatçıların dışında farklı mesleklerden de destekçilerimiz var. Avukatlar ve gazeteciler gibi. İsteyen herkesin katılabildiği açık bir yapıya sahibiz.

E.B.Ç.: Burda “sanatçı” kavramını değerlendirmek gerekiyor. 19. yüzyıldan beri kullanılan sanatçı kavramı günümüzde anlam değiştiriyor. Biz sanatı yaratıcılıkla anlamlandırıyoruz ve buradan bakarsak sanatçılık kimsenin tekelinde olamaz. Yani “sanatçı” diye ayrı bir zümrenin varlığına inanmıyoruz. Yaratıcılığın tüm insanların elinde olması gerektiğini düşünüyoruz. Bizim yaptığımız sanat alanıyla siyaset alanı arasında köprüler kurmak, kanallar açmak.

Yola çıkarken hazırladığınız manifestoda kapitalizm-sanat ilişkisine bir çok vurgu var. Dünyada ve Türkiye’de bu ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

E.B.Ç.: Günümüz sanatı kapitalizmin çocuklarından biri konumunda. Kapitalizm nasıl başka sektörlerde işçiler yarattıysa kendine sanat işçileri de yaratmıştır. Toplumsal rolleri, karakterleri belirlenmiş sanatçı figürleri kapitalizme geçiş süreciyle yaratılmıştır. Bu hem kapitalizmin getirdiği işbölümünün sonucu hem de sanat işçisi olmayan kesimleri yaratıcı düşünceden uzaklaştırmak için yapılmıştır. Bizce bu bir kuşatmadır. Bizim bugün en çok mücadele ettiğimiz şey de bu uzaklaşma. Sanatçı kapitalizmin istediği gibi toplumsal hayatta rolü olmayan bir figür değil, bütün özgürlük ve gelişme süreçlerinde rol oynayan bir figür olmalıdır.

N.S.: Türkiye’ye baktığımızda ise tarihsel olarak sanatın çok yerleşmiş bir konumda olmadığını görüyoruz. Cumhuriyet tarihinde de devletin hiçbir zaman düzenli bir sanat politikası olmadı. Buna rağmen gelişen kısımlar ise 1980 darbesi sonrası tamamen özel sektörün emrine terk edildi. Sanatçılar da holdinglerin ağzının içine bakar oldu. Biz sanatçıların özgürlüklerini en çok kaybettikleri alanın bu olduğunu düşünüyoruz. Bu da bir çeşit otosansür gibi çalışıyor.

Devletin sanat politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Mesela “muhafazakar sanat” gibi bir kavram gündeme gelmişti.

N.S.: Tabi ki böyle bir çaba söz konusu. Çok yakın zamanda sansürlenenen bir çok sanat eseri de bunu doğruluyor. Bunun yanında devlet ve şehir tiyatroları tartışmaları da aynı anlamda. Sermayenin el değiştirmesiyle gelişen “yeşil sermaye” sanatı keşfetti ve bu alanı bir yatırım enstrümanı olarak kullanmak istiyor.

E.B.Ç.: İktidarın sanat alanı üzerinde birçok projesi olduğunu görmek zor değil. Kendilerine ayrı bir sanat alanı yaratmak istiyorlar. Geleneksel sanatları öne çıkarırken, modern sanatların ikinci planda kaldığını görüyoruz. Örneğin fakültelerde çıplak modellerin temizlik işçisi statüsünde çalıştırıldığını görüyoruz. Belki bir süre sonra bu da ortadan kaldırılacak ve böyle bir eğitim olmayacak. Kaybedilen o kadar çok mevzi var ki... 70’lerde kurulmuş olan meslek örgütleri bile faaliyet gösteremiyor.

Peki İKSV?

E.B.Ç.: İKSV bugün Kültür Bakanlığı gibi çalışıyor. Türkiye’ye dışarıdan bakan bir göz ilk olarak “İKSV de ne güzel çalışıyor, bir boşluğu dolduruyor” diyebilir. Bu bir yöne ile doğru olabilir gerçek bir kültür politikası üzerine düşünen bir yapı İKSV... Hatta beni bile toplantılarına davet edip tezimle ilgili konuşmamı istediler. Açık alanlardaki heykellerle ilgiliydi. Ya da İKSV kültürün özelleştirilmesi meselesini tartışıyor. O camianın içine girince Türkiye’deki en ilerici kurum gibi görünebilir. Fakat holding bağlantılarını, sermaye ile ilişkilerini görmezsek...

Örneğin bir İKSV toplantısında Norveç’ten gelen konuğa sponsorluk hakkında bir soru soruldu. Konuk sponsorluk gibi bir kavramın ülkelerinde olmadığını anlatınca İKSV yönetimi buna oldukça şaşırmıştı. Sanatın üzerinde baskı olmaması bu demek, sosyal devlet bu demek. Sanatın bir işletme olduğu o kadar benimsendi ki artık üniversitelerde “sanat yönetimi” bölümleri var.

Bu noktada Bienal eyleminizi sorayım o zaman...

N.S.: Bütün dünyada sanat sponsorluk yasası vardır. Silah ve tütün üreticisi şirketler sponsor olamaz. Fakat bizde böyle değil. Koç Holding Bienal’in sponsoru. Biz de ilk eylemimizde böyle bir saçmalığı deşifre etmek istedik. Ana akım medyada çok dile getirilmese de tüm dünyada duyuldu bu işimiz.

Bu eylem güzel bir noktaya değindi bence. Son zamanlarda sıkça kullanılan bir tabir var: “Darbeyle hesaplaşmak”. Sizin eyleminiz buna dair de bir anlam içeriyor muydu?

N.S.: Evet, keşke bienalin açılışını 12 Eylül’de yapsalardı da tam olarak anlaşılsaydı daha iyi olurdu. Ama 14 Eylül’de yaptılar.

E.B.Ç.: Darbeyle hesaplaşmak o güne dönüp intikam almak değildir. Darbeyle hesaplaşmak bugün hâlâ içimizde yaşattığımız bu darbeyi bugün çözmek demek. Nostaljik ve duygusal bir durum değil, politik olarak yapılması gereken bir durum. Sembolik bir yargılama değil, bugün darbeyi sürdürenlerle hesaplaşılması gerekiyor. Darbenin bugün bize bıraktığı en büyük sorun korkudur. Hesaplaşma, insanları politik olmaktan uzak tutan bu korku ile hesaplaşarak olmalıdır.

İstanbul’ a gelirsek...

E.B.Ç.: İstanbul’a sanat geliyor, İstanbul’da etkinlikler artıyor demeden önce "neden ve kimin için geliyor" dememiz gerekiyor. Bugün gündemde olan kentsel dönüşüm tartışmaları, üçüncü köprü tartışmaları sanattan ayrı düşünülecek şeyler değildir. Bütün bu dönüşümleri meşrulaştırmak için kullanılan yöntemle İstanbul bir “kültür başkenti” değil bir “finans merkezi” olacaktır.

Kimin için ve hangi kültürün başkenti? İstanbullulardan arındırılmış, işçilerinden , mahallelerinden arındırılmış kentin hangi kültüründen bahsedebileceğiz? Sanatçı içinde yaşadığı topraktan beslenir. Eğer o toprak TOKİ inşaatının zemini olmaktan başka bir anlam ifade etmiyorsa, burada ne üretilebilir ki?

Şekerbank eylemine gelelim. HES’ler nasıl gündeminize girdi?

N.S.: Biz “Karadeniz İsyandadır” platformuyla işbirliği halindeydik. Onların bir toplantısında bölgenin insanlarından birebir sıkıntıları dinleme fırsatımız oldu. Biz de İstanbul’da olduğumuzdan orada bir eylem yapmanın çok bir anlamı olmayacağını düşündük. Bir imza kampanyası başlattık. 200’ün üzerinde sanatçı destek verdi. Arkasından da o HES borusunu yaptık. Bizde mantık böyle işliyor. Onların olanı onlara geri verdik. Ali Akay’ın kuratörlüğünü yaptığı sergiye denk gelmesini de istedik. Tabi biz gitmeden kaldırmışlar, ama olsun.

Son olarak bundan sonrası için planlarınız?

E.B.Ç.: Biz bundan sonra sadece bazı şeylere karşı olarak duyulmak istemiyoruz. “Nasıl olmaz” yerine “nasıl olmalı” diyerek, yaratıcılıkla yeni bir şeyler örmek, dönüştürücü yeni bir biçim üretmek istiyoruz.

Bahadır Başer - soL