Kalbi delik çocuğun öyküsü

Türkiye sinema tarihinin önemli figürlerinden biri olan Lütfi Akad'ın ölümünün ardından, Nâzım Hikmet Akademisi Sinema Bölümü öğretim görevlilerinden sinema tarihçisi ve yazarı Bülent Görücü soL portal için bir veda yazısı kaleme aldı. Akad'ın ardından şunları yazıyor Görücü:

Bir göçmen işçi ailesinin çocuğu olarak Almanya'da geçen çocukluğum ile ilgili iki görüntü/film hâlâ belleğimde tazeliğini koruyor. Sanıyorum, 1970'lerin sonuydu. Alman televizyonunda seyrettiğim iki Türk filminden kareler ve bende bıraktıkları etkiden bahsediyorum. Bunlardan birisi, Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı, Zeki Ökten'in yönettiği Sürü filmiydi. Özellikle, Ankara'ya göç öncesi sahnelerin ve tren yolcuğunun bende bıraktıkları etkiyi hâlâ anımsıyorum. O güne kadar hiç bilmediğim ve görmediğim bir dünyadan karelerdi, çocuk zihnimde ilk görülen ve bugüne kalan.

Diğeri ise bir çocuğun öyküsüydü. Daha doğrusu, benim için öyleydi. Filmin ortalarında çocuğun kalbinin delik olduğu anlaşılacak, filmin sonuna kadar, o malum sonuç olmasın diye dua ederken, ne yazık ki dualarım kabul olmayacak, kalbi delik çocuk ölecek, ben de bir film karşısında ilk kez ağladığımı anımsayacaktım.

Yıllar sonra, “kalbi delik çocuğun” öyküsünü, bu sefer başka bir gözle ve bakışla, yeniden izlediğimde, çocukluğumda bıraktığı etkinin aynen devam ettiğini görmek keyifliydi, doğrusu.

Bugün Lütfi Akad’ın ölüm haberinin ardından, ilk aklıma gelen de “kalbi delik çocuğun” öyküsü oldu. Kahraman Kıral’ın oynadığı o çocuğun yüzü, kendi çocuk belleğimde kaldığı yerden, bugün yeniden canlandı. Sokakta, arkadaşlarıyla oynarken, birden bayılması, kalbinin delik olduğunun anlaşılması ve ölümü… Büyük şehre göç etmenin, bağnazlığın ve sınıf atlama sevdalarının geldiği noktada, bir çocuğun, filmdeki kurbanlık koyun misali, tüm bunlara kurban edilmesi… (Elbette bunu yıllar sonra adlandıracaktım.)

Lütfi Akad, dün sabaha karşı aramızdan ayrıldı. Onun için çok şey söylenebilir. Türkiye sinemasının dönemeçlerinden ilkinde onun adı ve filmi var, örneğin bundan bahsedilebilir. Ya da 1960’larda Yılmaz Güney ile işbirliği sonucu ortaya çıkan yeniden doğuşundan bahsedilebilir. Mutlaka anılması gereken bir “göç üçlemesi” vardır. Belki de sinemamızda çok az olan bir üçleme örneğidir bu, ki atlanamaz. Çok az anımsanacaktır, ama 1970’lerin sonlarında TRT için çektiği belgeseller ve öykü uyarlamaları, pek bilinmez ama bu şekilde geçiştirilebilir. Dedim ya, onun için çok şey söylenebilir. Söylenmelidir de…

2004 yılında çıkan anı kitabına “Işıkla Karanlık Arasında” adını vermişti. “İşte elli yıllık sinema serüvenimin, yaşamımda ışıkla karanlık arasında bıraktığı izlenimler bunlar.” diyecekti, anıları için. Kitabının başına şu cümleleri koymuştu: “Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim… Kaldım da…” Bu sözler, benim için “kalbi delik çocuğun” öyküsünü bir kez daha hatırlatıyor. Hep çocuk kalmak isteyen Akad, kendi çocukluğumdaki bir imge ve öykü ile varlığını korudu hep.

Akad’ın filmleri ve sinema üzerine ne zaman konuşmaya başlasam, düşünsem, konuşmaları ve düşüncelerimi hep ve her zaman “kalbi delik çocuk” bir yerlere götürdü, götürecek.

Bugün, artık büyüdük Lütfi Akad’ın “göç üçlemesinin” bir parçası olan Gelin filminden bahsederken, başka şeyler ve belki de sadece onları söylüyoruz.
Bugün, o “başka şeyleri” söylemek istemiyorum. “Kalbi delik çocuğun” öyküsünü anlatan Akad, bu dünyadan göçtü. Giderken, sorulacaktır. Onun buna ihtiyacı yok ama, biz onu hep iyi bilirdik.

Bülent Görücü