İzmir’de entelektüel ortam ne ola ki?

İzmir’de entelektüel ortam deyince, kirası ucuz olduğu için bir pavyonun üst katında kalan iki işçiyle, sağanak yağmur sayesinde başka bir müziğe ihtiyaç duyulmayan, köpekleri öldürdüğü söylenen şarabın bize sabaha kadar hiç dokunmadığı uzun bir sohbet geliyor artık aklıma. Lenin’den konuşmuştuk.

Ali Cenk Gedik - soL Bakış

Paris’te Montparnasse’de olmalı, dumanlı bir kafede Sartre, Boris Vian, Simone De Beauvoir ve Michelle Vian’ın çekilmiş bir fotografı var. Az sonra Boris Vian sahnedeki Miles Davis’e trompetiyle eşlik etmek için masadan kalkacak veya Miles Davis şarkıcı ve oyuncu sevgilisi Juliette Gréco ile sarmaş dolaş kafenin önünden geçip gidecek diye hayal ederdim aynı Sartre’ın Akıl Çağı romanını okuyunca bu fotografın romanın baş kahramanlarını gösterdiğini düşünmüş olduğum gibi. Entelektüel ortam denince uzun yıllar, duvarımda asılı duran bu fotograf geldi aklıma.

En azından böyle bir fotoğraf karesine hiç girmediğim için olsa gerek, herhangi bir entelektüel ortamda bulunduğumu hiç düşünmedim.

Ancak entelektüel ortamı, periyodik buluşmalarda düşünsel paylaşımların, tartışmaların ve üretimlerin yapıldığı ve bu somut üretimlerin ortaya çıktığı mekanı da aşan bir kolektivite olarak tahayyül edecek olursak, bu tür ortamlarda bulunmuş olduğumu söyleyebilirim.

’90’larda Hacettepe Üniversite-si’nin Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’ndeki öğrenci odası kesinlikle böyle bir ortamdı. Tarih, müzik, edebiyat, fotograf ve sinema gibi çalışma gruplarımız vardı. Diğer bölümlerden gelen öğrencilerle oluşan bu çalışma gruplarının ürünü daha sonra ilk ve son sayısıyla, çok sevdiğimiz türkünün adından esinlendiğimiz Çökertme isimli bir dergide somutlandı. Bir ara Paris Komünü’ne atfen 871P isimli bir dergi için tartıştığımızı da hatırlıyorum. Son deneyim ikinci sayıya bile ulaşan Ankara’daki başka üniversitelerden arkadaşlarla birlikte çıkardığımız, şu an aynı isimle çıkan dergiyle bir ilgisi olmayan Praksis dergisi oldu.

Ankara’dan bakınca İzmir
Benzer ortamlar, belki çok daha iyileri Ankara’nın çoğu üniversitesinde mevcuttu. Kahvelere, barlara, yayınevlerine, meslek odası lokalllerine, meyhanelere sinmiş bir entelektüel ortam. İçkili mekanlara dair vurgumun gerekçesini şöyle açıklayabilirim: Adorno’nun negatif diyalektiğini de, kuantum fiziğinin temel ilkelerini de ilk kez Sakarya Caddesi’ndeki izbe bir yeraltı birahanesinde duymuştum. Politik toplantıların finali ya x mühendisleri odası veya Mülkiyeliler Birliği lokalinde yapılırdı ve genç bir öğrenci Lunaçarski veya Jdanov’un adını ilk kez olasılıkla o politik toplantılarda değil ama bu lokallerdeki finallerinde duyabilirdi.

Üstelik tüm bunlar Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çok değil birkaç yıl sonra oluyordu.

Peki, ya yazının konusu olan İzmir? Ankara ile karşılaştırarak İzmir’i anlamak mümkün müdür? Yaklaşık 4 yıl önce soL portal’da bu konuda şöyle yazmıştım:

‘‘Kentlere dair kişisel bir karşılaştırmanın başka bir handikapı zaman sorunuyla ilişkili. 10 yıl A şehrinde yaşamışsınız sonra B şehrine geçip bir 10 yıldır da orada yaşamaktasınız. A şehrine dair 10-20 yıl öncesine dayanan ‘eski’ deneyimle B şehrine dair daha güncel 10 yıllık deneyim nasıl ‘nesnel’ bir karşılaştırmanın konusu olabilir ki?’’

[1]

Ancak böyle bir öznelliği itiraf ederek devam edebilirim. Evet, Ankara’dan sonra asla İzmir’de o tür bir entelektüel ortamda bulunamadım.

Evet, İzmir’de popüler kültür ve müzik üzerine en önemli isim olan Ayhan Erol’la uzun yürüyüşler ve mola verdiğimiz çay ocaklarında sadece kültür ve müziğe dair değil insanlığın geniş birikimine dair de bulunmaz sohbetler yapmak mümkün oldu.

İzmir’de düşünsel hayat
Bir müzik filozofu olduğunu düşündüğüm caz müzisyeni kontrabasçı Mahmut Yalay’la sohbet etme şansına da eriştim. İzmir’de olduğu dönemde sosyolog Orhan Tekelioğlu’nun Kadifekale’yi Harlem’le karşılaştırdığı sohbetlere eşlik edebilmek, elektronik mühendisi akademisyen Acar Savacı ile kaos teorisini konuşabilmek, şair Muzaffer Kale’den asla 3-5 biraya sığmayacak hikayeler duyabilmek, Türkiye edebiyat tarihinin canlı tanığı yazar, şair ve eleştirmen Ömer Ateş’ten bu tarihi bizzat dinleyebilmek, Adnan Saygun’un öğrencisi Ömer Er’le müzik ve her şey üzerine konuşabilmek, sayılı Marksist aydınlardan Erkin Özalp’le her seferinde mutlaka kahkahaların etrafı çınlattığı bir Marksizm tartışmasına katılabilmek, Türkiye’deki akademik onurun ve devrimciliğin sayılı simgelerinden İzge Günal’la üniversite ve ülke üzerine sohbet edebilmek... Tüm bunlar İzmir’de mümkün oldu.

Bir dönemin ses getiren dergisi Edebiyat/Eleştiri dergisinin editörü Hüsamettin Çetinkaya ile ise Etki Matbaası’nda karşılaştık bir kez. O ve ben yeni dergilerimizi bastırırken denk gelmiştik. Para batırmanın daha iyi bir yolu olmadığına hükmetmiştik.

Sahnede caz müziği çaldığım yıllarda bu kalabalık listeden sadece iki kişinin Nâzım’ın şiirlerini kendi sesinden dinleyebildiğimiz yazar ve ressam Cevdet Yüceer (kendisi de bir zamanlar trompet çalarmış) ve şair/yazar Yaşar Aksoy’un bizi periyodik olarak dinlemeye geldiğini hatırlıyorum.

Aynı dönemde İzmir’de olmamıza karşın felsefenin Türkiye’deki en önemli isimlerinden Ahmet Arslan ve Doğan Özlem’le karşılaşma şansım hiç olmadı. İhsan Oktay Anar’ın İzmir’de yaşadığını ise daha yeni öğrendim sayılır. Ne gençliğimizin sarsıcı BROY şiir dergisini çıkaran Veysel Çolak’la ne de sosyal psikolojinin yaşayan efsanesi Nuri Bilgin’le de hiç tanışma olanağı olmadı.

Edebiyatın yaşayan efsanesi Muzaffer İzgü’nün bürosunun önünden ise sık sık geçtiğimi hatırlıyorum, henüz çocuktum, büro okul yolundaydı. Semt durağında Tarık Dursun K.’ya benzettiğim birisiyle defalarca karşılaştım ama gidip konuşma cesaretini hiç bulamadım. Devrimci marşlarımızın bestecisi başka bir efsanevi isim Tahsin İncirci ile İzmir’de olup da tanışmamış olmak ise tamamen benim ayıbım.

Bir de İzmir’e yeni gelmiş olan ve kendi alanlarında ülkedeki önemli Marksistlerden üç kişi var: İktisatçı Erinç Yeldan, sosyolog Tülin Öngen ve felsefeci Doğan Göçmen.

Yine de İzmir’de Ankara’daki gibi bir entelektüel ortama rastlamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Oysa bir zamanlar Evrensel Kültür Merkezi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve Nâzım Kültür Evi de vardı bu şehirde. Toplumsal Araştırmalar Vakfı (TAKSAV) ise hâlâ çalışmalarına devam ediyor.

Yine de müdavimleri arasında pipo içenler olduğu için olsa gerek İzmir’de entelektüel ortamın mekansal karşılığı zihnimde hep Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki Refik Amca’nın tabureli küçük çay ocağı oldu.

Hüç şüphesiz İzmir’de çıkan dergilerde, siyasal oluşumlarda, örneğin Kapital okumalarında vs… bu tür ortamları teneffüs etmiş ve etmekte olanlar vardır. Benim şanssızlığım diyebilirim.

Entelektüel dediğin...
Bu duruma hayıflanmak yerine, yukarıda yaptığım entelektüel ortam tarifini aslında her insanın bir aydın olduğunu ileri süren Gramsci’den yola çıkarak değiştirmeyi seçtim uzun zaman önce:

“Kültürü ansiklopedik bilgi ve insanları da ampirik veri ve birbiriyle ilintisiz ham verilerin tıkıştırılacağı kaplar olarak görmekten vazgeçmeliyiz. (…) Böylesi bir kültür algısı, özellikle de proletarya için çok zararlıdır, çünkü bu çevresine uyum gösteremeyen insanlar yaratmaktan başka bir işe yaramaz. (…) Aslında kültür çok farklı bir şeydir. Kültür örgütlenme (…) kişinin kendi tarihsel önemini idrakının yardımıyla yüksek bir bilince erişmesi, hayattaki görevinin bilincine varması ve kendi haklarının ve zorunluluklarının farkında olmasıdır.’’

[2]

Yukarıdaki isimleri tenzih ederek söylüyorum, İzmir’de karşılaştığım çoğu aydının politik konulardaki körlüğü, beni bir de Engels’e başvurmaya götürdü entelektüel ortam konusunda. Yazmak bir yana okumayı bile zorlukla başaran ortalama bir İngiliz işçinin politik ve toplumsal problemlerle ilgilenmeye başladığı zaman hiç de aptal olmadığını yazar Engels. [3]

Bu nedenle, İzmir’de entelektüel ortam deyince, kirası ucuz olduğu için bir pavyonun üst katında kalan iki işçiyle, sağanak yağmur sayesinde başka bir müziğe ihtiyaç duyulmayan, köpekleri öldürdüğü söylenen şarabın bize sabaha kadar hiç dokunmadığı uzun bir sohbet geliyor artık aklıma. Lenin’den konuşmuştuk. Ne caz müziği ne de derin felsefi problemler vardı.

[1] Gedik, A. C., İki Şehrin Hikayesi, soL portal, 14 Mayıs 2009

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-cenk-gedik/iki-sehrin-hikayesi-2540

[2] Gramsci, A. , aktaran Crehan K., Gramsci, Kültür, Antropoloji, (çev. Ümit Aydoğmuş), Kalkedon Yay., 2006, İstanbul,

[3] Engels, F., İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, (çev. Oktay Emre), Ayrıntı Yay., 2013, İstanbul.