"İtibarsızlaştırma basıncına karşı solun direncini arttırmalıyız"

soL yazarı Aydemir Güler'le Yazılama Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı "Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar" üzerine söyleştik. Türkiye'de solun tarihine dair birtakım "tuhaflıkları" düzeltmek istediğini belirten Güler, "Ama asıl amacım 'solun tarihine nasıl bakmalı'nın yanıtını vermek" dedi.

Türkiye sol tarihinde yöntem ve tartışmalar... Nedir sorun, solun tarihine bakışta?
Ortada tuhaf bir durum var gerçekten. Beni böyle bir çalışmaya sevk eden de bu tuhaflık oldu. Saygısızlık etmek istemem, ama Türkiye'de Sol Akımlar'ı yazalı beri sol tarihçiliğin duayeni konumundaki Mete Tunçay'a göre Mustafa Suphi, Mustafa Kemal hükümetinde bakanlık koltuğuna gözünü dikmiş bir maceracı ve milliyetçidir.

Bir başka uçtan Yalçın Küçük, yine aynı örnekten gidersek, Suphi'nin 1920'de o ölümle noktalanacak yolculuğa çıkma nedenini açıklarken aktarması hayli zor bir akıl yürütmüştü. Buna göre Ankara'daki şu sahte de denen resmi Türkiye Komünist Fırkası'nı duyar Suphi. Ve bu partiyi İttihatçıların Mustafa Kemal'e karşı kurduklarını sanır. Dönüp bu partiyi dağıtarak Mustafa Kemal'e yardım etmek ister.

Bu yorumlar veya tezler yazılmıştır, solun tarihine ilişkin olarak. İyi yazılsın... Ama o kadar az tartışılmıştır ki! Ortaya attıkları tamamen yanlış da olsa, ne Mete Tunçay ne de Yalçın hoca böyle bir şeyi hak etmiyorlar. Türkiye solunun tarihi hiç hak etmiyor.

Bu tür “tuhaflıkları” mı düzeltmek istedin?

Evet. Ama tek tek vakalar üstünden giderek değil. Ele almaya çalıştığım örnek olay ve yorumların sayısı az değil gerçi, ama asıl amacım solun tarihine nasıl bakmalı diye özetlenebilecek bir tartışmada tutarlı bir yanıtı ortaya koyabilmekti.

Bu tutarlılığın sadece geçmişle ilgili olduğunu düşünmemek lazım. Zaten tarih, geçmişte kalmış olayların bilgisinden ibaretse, bunların toplamıysa ne işimize yarar ki? Hoşlanabilirsiniz, öğrenmesi tad verebilir. Bu da bir işlevdir, elbette. Ama bence konu bu değil ve tarih daha yüksek, daha doğrudan bir işlevsellik barındırıyor. Bugün Türkiye'de sol bir siyasal hamle yapabilir mi? Bence evet. Bunun için solun mevcut birikiminin hangi yönlerden takviye edilmesi gerekiyor? Birçok açı var, ama bunlardan çok önemli bir tanesi de kadrolaşmadır, kadro nitelikleridir. Eninde sonunda bugün hayli geri düşmüş bir nesnelliği bizim tutup ileri çekmemiz gerekiyorsa, demek ki bizim, kadroların diri olmamız gerekiyor.

Peki, Mustafa Suphi'nin milliyetçi, hatta ırkçı, kemalist, maceracı, mason olduğu yolundaki seçeneklerden herhangi biri insanda dirilik mi bırakır! Doksan yıl önceki parti kurucusunun böyle bir adam olduğuna inanan kadroların işi zordur doğrusu.

Şefik Hüsnü'nün Komintern bürokrasisinin kişiliksiz bir dişlisi, negatif anlamda bir şef, bir şefçik olduğu düşüncesinin de etkisi aynı olur. Tarihi böyle olan kadro bugün nasıl ayağa kalksın?

Bir başka örnek, Tarih Vakfı kurucusu Orhan Silier, ikinci TİP'i değerlendirirken bir yerde TİP'in bir takım yan örgütler kurarak memlekette sivil toplumun gelişimine ket vurduğunu, bunun da 12 Eylül'e giden zemini hazırladığını yazmış. Bu, mizah dergilerinde yer bulabilecek bir tez ama, Orhan bey de bir araştırmacı!

Türkiye'de sivil toplumun gelişmemiş olmasını büyük bir sorun olarak görebilirsiniz, dünya görüşünüzde liberalizm bayağı bir yer tutabilir. Buna karışamam. Ama sivil toplumun yokluğunun suçunu, koskoca burjuvazi dururken, 1970'lerin etkisiz bir partisinin üstüne, kısmen de olsa yıkmak, başka bir şey. TİP açıktan, doğrudan, dolayımsız sosyalizm diyen, programında sosyalist devrim yazan bir partiydi. Orhan beye inandıktan sonra, sosyalizmin adını ağzınıza almak kolay olmaz herhalde.

Ya da daha popüler bir örnek vereyim. Son Ergenekon efsanesinin uydurulduğu yıllarda yetişen kuşağın kulağına Deniz Gezmiş'in bir darbeci olduğu fısıldanmıştır. Bunun etkisinin ne olacağı belli...

Özetle Türkiye'de bugünün, yakın geçmişin veya uzak geçmişin olguları, kişileri üstünden solu itibarsızlaştırmaya yönelik bir propaganda var. Yanlış yorum yaptığını düşündüğüm tarihçilerimizin tümü bu anlamda kötü niyetli propagandistler sayılamaz elbette. Ama direnç katsayımız düşük. Bu çalışma sol tarihçilik alanında bu saldırıya karşı belirli bir direnç oluşturmayı da amaçlıyor.


Kitap üç lider üstünde yoğunlaşıyor. Suphi, Hüsnü ve Boran. Bu tercih hakkında neler söylenebilir? Öne çıkanların olması, geriye itilenler de var, anlamına gelmez mi? İstersen bu soruyu “solun tarihine kapsayıcı” yaklaşımla birleştirelim.

Ya da tersinden başlayayım.
Bizim siyasi hareketimiz belirli bir geçmiş siyasi hareketin doğrudan, organik sürdürücüsü ya da devamı değildir. TİP çıkışlı kurucu yoldaşlarımız var, herkesin bildiği gibi. Ama biz TİP'in devamı değiliz. Geleneksel solcuyuz, ama başka bir geleneksel sol hareketi esas almıyoruz. Devrimci demokrasi kategorisini kullanıyoruz, solun geniş bir kesimini tanımlamak için. Ama bu tutumumuz devrimci demokrasinin özgün, yaratıcı, devrimci özelliklerine dışlayıcı bakmak anlamına gelmiyor. Velhasıl bizim Türkiye'de ve dünyada sol tarihin belirli bir kulvarını sahiplenmemiz, kendimizi dar bir koridora hapsetmek anlamına gelmedi hiçbir zaman. Geleneksel solun pek ender sosyalist devrimci olduğunu biliyoruz. Buna karşılık geleneksel solcuyuz ve sosyalist devrimciyiz!

Tarihe kapsayıcı yaklaşmak bu anlamıyla bizim sübjektif avantajımız. Bunu çok iyi kullanmamız gerektiğine inanıyorum. Bütün değerleri sahiplenmek, herhangi bir yanlış karşısında ise utangaç, kaçamak konum almaya gerek duymamak...

Ancak “kapsamak” kapıları her geçene açmak anlamına gelmez. Kapsamak için kendi teziniz olması gerekir. Yoksa geçmişle kavga eder durursunuz. Bana sorarsanız, solda Bilen'le Hüsnü'yü, Kıvılcımlı'yla Bilen'i veya Hüsnü'yü, veya başkalarını çarpıştıra çarpıştıra yol alacaklarını sananların temel sorunu tarihle değil bugünle ilgili. Bugüne ilişkin bir teze sahip olmamaları. Biz neden geçmişte yaşanmış ama bugüne pek de politik uzanımı olmayan başlıklarda taraf tutmak zorunda olalım? Neden derinlemesine kavrama olgunluğunu göstermeyelim? Bugünkü TKP solun tarihini sahiplenirken, kapsarken, bu tarihin bütününün bizi gitmek istediğimiz yere götürmeye yetecek enerji barındırmadığını da söylüyor. Sahipleniyoruz ve aşıyoruz. Kapsıyoruz ve eleştiriyoruz.

Bence kimse geri itilmiyor. Ama solun tarihinde en güçlü tezler ve/veya konumlanışlar da sadece üç kişiye denk geliyor.

Bu söylediğim, her bakanın çıplak gözle göreceği bir gerçek, bir mutlak doğru olmayabilir. Farklı açılardan farklı sonuçlara ulaşılabilir elbette. Ben, Metin Çulhaoğlu'nun kitapta çok göndermede bulunduğum bir tasnifine dayandırdım yaklaşımımı: Sol tarihte atılım ve restorasyon dönemleri. Uzatmayayım, okumak, tartışmak lazım. Yani üç ismi keyfi bir öznellikten hareketle değil, belirli bir teorik yaklaşımın çıktısı olarak öne çıkarttım.
Tabi yeri gelmişken bu kitap kişilerin daha ayrıntılı analiz edilebileceği türden bir çalışma değil. “Her yönüyle Suphi” diye bir şey yok onu da söyleyeyim.

Başkaları, örneğin Kıvılcımlı, evet görece olarak geridedir. İsmail Bilen, görece olarak geridedir. İki neden söyleyebilirim bu konuda.
Birincisi, tarihi anlamakta tarihçinin, öznenin rolü son derece kritiktir. Ancak tarihin bir objektivitesi de vardır. Solun en üretken ismi Kıvılcımlı'nın siyasal etkisi objektif olarak geri plandadır. Bunu kimse değiştiremez. Kıvılcımlı çok iyi yazmış olsa da bu değişmez.

İkincisi de, benim dayandığım teorik yaklaşıma göre solun atılımına değil de, restorasyonuna, yani durağanlaşmasına, aşmaya çabaladığı kimi özelliklerin yeniden ortalığı kaplamasına denk düşen isimler doğal olarak -benim kurmaya çalıştığım çerçevede- görece geri kalacaklardır. Bilen TKP'si Atılım demiştir çıkışına. Ama kanımca 1970'ler solun tutukluklarının, geriliklerinin adım adım restore edildiği, 1960'lar TİP atılımının törpülendiği yıllardır. Bu değerlendirme, Bilen'i küçültmez, 73 Atılımına gölge düşürmez...

Eklemek istediğin başka bir şey var mı?
Birkaç nokta var.
Bir kere atladım, bir daha olmasın. Kapaktaki görselin esasen bir resim olduğunu yazmamışız. Benim hatam. Ressam dostum Mustafa Okan'ın “Kargalar ve Tilkiler” resmi var kapakta.

İlk değindiğim “tartışmama hali'nin terk edilmesi lazım. Solu itibarsızlaştırmaya dönük veya bu kapıya çıkan değerlendirmelere de bizim “tartışarak” yanıt üretmemiz gerek. Sadece tutum deklare etmek yetmiyor. İyi, Mustafa Suphi koltuk meraklısı değildi, bu hakareti misliyle iade edebilirsiniz bir kalemde. Ama kimdi Suphi, neydi misyonu, amacı? İtibarsızlaştırma operasyonu, bunların konu çerçevesinde tartışılması yoluyla geri püskürtülür ancak.

Sonra solun tarihine ilişkin üretim artmalıdır. Kestirip atmayacaksak, “zaten...” diye başlayan cümleler kurup kısa yoldan her dilediğimizin defterini dürmeyeceksek, anlamaya çalışacağız. Ben solun tarihinde çoğunluk kişi ve olguların içerden, sevgiyle, anlayışla yorumlanmayı hak ettiğine inanıyorum. Eleştiri ve aşma bu tutumu dışlamaz. Bunu artık bugün yapabiliriz. O kadar olgunlaşmış olmalıyız.

İkincisi, bunu bireysel bir araştırmacı solun her sektörü için, istese de yapamaz. Örnek olsun, ben, ancak kitapta ele aldığım kişilere, hareketlere “sevgiyle”, anlayışla yaklaşabilirim. Başkaları da, bana uzak düşen deneyimleri yazacak ki, giderek bir bütünlüğe doğru yol alabilelim.

(soL-Haber Merkezi)