Hayatta tesadüf yoktu, o caz yapacaktı...

Caz müziğinin aslında üç kıtanın birleştiği Anadolu topraklarında doğmuş olduğunu, ancak teknolojik yetersizlikler nedeniyle Batı’da yayıldığını düşünen saksofonistin hayali, “cazı doğum yerine getirerek”, bir dünya müziği yaratmak...

Mehmet Bayraktar -soL

Dört yıl süren Türkiye’nin yeni bir ülke inşasını karalama çabalarının ardından, ABD’nin Lozan Antlaşması’nı reddettiği 1927 yılının 18’inci günü, Başkonsolos Celâl Bey’in, genç Cumhuriyet’in başkenti Ankara’ya tellediği tatsız haber, sıkıntılı saatlerin de başlaması demekti.
İstanbul ise dışarıda yağan karla birlikte eşsiz bir görüntüye bürünmekle meşgulken, aynı saatlerde Fatih’te doğan bir bebeğin, bir gün Amerika’ya ve tüm dünyaya müziğiyle ders vereceğini bilemezdi.

Tarihi Yarımada’nın o eşsiz şiirsel dokusu ve müziğiyle büyüyen, ilkokulu yine burada okumuş olan bir caz bilgesi... Saksofonist, flütist ve neyzen İsmet Sıral...

BİR CAZ ORKESTRASINA DOĞRU...
Babasının görev yeri olan Ankara’ya yerleştikten sonra ortaöğrenimine burada devam etti. İçindeki müzik aşkı onu okuldan kopararak hayallerinin peşinden gitmesini söylediğinde, daha 17 yaşındaydı. Okulu bırakarak Riyaset-i Cumhur Bandosu’nun saksofoncularından İlhami Hayri Bey’den almaya başladığı derslerle müzik hayatına ilk adımını atmış oldu. Önündeki yedi yıl boyunca çalışmalarına devam ederken, dönemin en değerli müzisyenleriyle de tanışmaya başlamıştı artık. Ahmet Muvaffak Falay (Maffy), Celal İnce, Müfit Kiper gibi dostları, onun bu yeteneğine ve bakışlarındaki derinliğe karşı koyamamıştı. Artık iyiden iyiye tanınmaya başlamış, bir yandan da orkestra kurma hazırlıklarına hız vermişti.

1953 yılında, kendisi gibi makine mühendisliğini müzik için bırakıp, kontrbas dehası olmayı tercih eden, yıllar sonra da Türkiye’nin en sivri dilli müzik eleştirmeni unvanını alacak olan müzisyen dostu Cüneyt Sermet ile birlikte “Sextet Caz Orkestrası”nı kurdu. Türkiye’nin gerçek anlamda ilk yerli caz orkestrası olan Sextet’in bir yıl sonra dağılmasının hemen ardından, 1954’te kendi adını taşıyan, dönemin en kalabalık ve yankı uyandıran “İsmet Sıral Caz Orkestrası”nı tarihin sayfalarına not düşürdü.

1950’lerin en büyük caz orkestralarından birinin kurucusu ve şefiydi artık.

Türkiye, emin adımlarla cazda ustalaşmaya, dünyaya müziğiyle meydan okuyacağını iyiden iyiye hissettirmeye başlıyordu…

AMERİKA’DAN GELEN DAVET MEKTUBU
Çalışmalarına yine Cüneyt Sermet’le devam eden ve yıllar sonra 1976-2004 yılları arasında on iki Grammy Ödülü alacak olan, genç Arif Mardin’in beste ve aranjmanlarını, dönemin en namlı mekanlarından biri olan Taksim Belediye Gazinosu’nda verdiği coşkulu konserlerde cazseverlerle buluşturdu. İstanbul Radyosu’nun vazgeçilmez gediklilerinden biri haline gelmesi de kuşkusuz bir tesadüf değildi.

Maffy ile birlikte Fransa ve Almanya’da çalarak başladığı Avrupa serüveninin aslında tam anlamıyla, arkadaşları ile birlikte 1955 yazının ilk aylarında, “No Key”, “No Name” ve “Longing For You” adlı üç caz parçasını radyo evinde, ses alma makinesine doldurup Amerika’ya yolladıklarında başlayacağını tahmin bile edemezdi. Amerika’dan gelen mektup çok açık ve netti. Plaklara bayıldıklarını, Türkiye’de caz anlayışının bu derecede modern bir seviyeye yükselmiş olmasına hayret ettiklerini yazıyorlardı. Türkçe karşılıklarıyla “Anahtarsız”, “Adsız” ve “Seni Özlüyorum” manasına gelen bu parçalardan, bestesi Arif Mardin’e ait olan “Anahtarsız”ın telifini istiyorlar, plakların Amerikan radyosunda çalınması için gerekli yazılı izni talep ettiklerini ekliyorlardı. Hatta, gelmek isterlerse, her zaman kapılarının İsmet Sıral ve orkestrasına açık olduğunu da not düşüyorlardı.

Şaşkına dönen ve heyecanlarını nasıl gizleyeceklerini bilemeyen orkestra üyelerinin usta şefi, “arkadaşlarım gelemese de ben bütün varımı yoğumu ortaya koyup geleceğim oraya” diyerek cevaben yazdığı mektubu yolladı.

Dante gibi yolun ortasına geldiği gün, Oya Nayman ile evlenerek, doğumgünü ile evliliğini birlikte kutlamış oldu İsmet Sıral. Hayatta tesadüf diye bir şey yoktu. Onun için tarih tekerrürden ibaretti. Yedi ay süren evliliğini yine tek aşkı müzik için bitirecek, Ayten Alpman’la güçlendirdiği orkestrası ile birlikte İsveç yollarına düşecekti.

İSVEÇ’İN KULÜBÜNDE ‘AMAN ADANALI’
İsveç’te bulundukları süre içinde Metin Ersoy, Özdemir Erdoğan ve Lamia Doyran gibi isimlerin dahil olduğu, artık dünya çapında tanınan bu orkestranın gelişiyle, ne Oscar Petersson Triosu, ne Svend Asmussen Beşlisi ne de Bob Azzam Orkestrası cazseverleri coşturamayacak, bu şöhretli gruplar “burada fiyaskoya uğramadan çekip gidelim” diye enstrümanlarını toplayıp sessizce başka ülkelere yollanacaklardı. Türkiye’den ayağının tozuyla gelen İsmet Sıral Orkestrası, İsveç’in en ünlü caz kulüplerinde, gediklileri “Aman Adanalı” ile coşturup, kapanışta da “Dağ Başını Duman Almış”la kendilerine hayran bırakacaklardı.

Yedi yıl boyunca dünya çapında büyük başarılara imza atıp, dönemin en değerli müzisyenlerinin de yetişmesine vesile olan orkestranın 1968’de dağılmasının ardından, Türkiye’ye döndü Sıral. 1978’de sağlık problemlerinden ötürü hava değişikliği için gittiği New York’ta, İsveç’te tanıştığı, döneminin en büyük cazcılarından biri olan, onun için İstanbul’a defalarca gelmiş yakın dostu Don Cherry ile karşılaştı. Don Cherry onu, New York Woodstock’daki efsanevi Creative Music Studio’ya götürdü. Burada eğitim vermeye başlar, ilklerin adamı bir ilke daha imza attı, okulun en sevilen hocalarından biri oldu.

Anadolu ezgileriyle, aksak Türk ritimlerini kullanacak, Anadolu müziğiyle cazı harmanlayıp gönüllere girmeyi başaracaktı Sıral. Flütüyle kurbağa sesi çıkarıp, saksofonunu baykuş sesiyle akort edecek, yalnızca caz çevresine değil, rock’tan arabeske, poptan sanat müziğine kadar geniş bilgisi ve naif kişiliğiyle de herkese örnek olacaktı.

Yıllarca aklını ve kalbini meşgul eden tek bir hayali vardı: Marmaris Turunç’ta dünyanın en büyük caz okulunu kuracak, burayı cazın merkezi yapacaktı.

CAZI DOĞDUĞU YERE GETİRMEK
Caz müziğinin aslında üç kıtanın birleştiği Anadolu topraklarında doğmuş olduğunu ancak teknolojik yetersizlikler nedeniyle Batı’da yayıldığını düşünen saksofonistin hayali, “cazı doğum yerine getirerek”, bir dünya müziği yaratmak, cennet olarak gördüğü Marmaris’te bütün dünya ulusları ile yeni bir caz müziği yaparak Türkiye’yi tanıtmaktı. Yaşamının tamamını yalnızca müziğe adadı. Yaşasa ve en büyük hayalini gerçekleştirebilse, dünyanın en cevval cazcıları bu topraklarda yetişecek, en büyük caz kulüpleri Beyoğlu’nda, bütün dünya cazcıları da İstanbul’da fink atıyor olacaktı belki de. Caz okulunda dünyanın dört bir yanından gelecek caz ustaları ders verecek, her yıl, seksen kadar yerli yabancı öğrenci eğitim görecekti.

Marmaris’in Turunç beldesi, dünyanın en büyük cazcılarını yetiştiren dünya çapında bir merkez haline gelemediyse eğer, bunda onun hiç ama hiç suçu yoktu. O sadece büyükçe bir arazide kuracağı sanat okulunu, öğrencilerini ve pek tabii birlikte çalıştığı dünyaca ünlü müzisyen arkadaşlarını hep bir arada görmeyi, dünyanın müziğini Marmaris’ten bütün dünyaya duyurmayı hayal ediyordu.

HAYALLERİN YENİK DÜŞTÜĞÜ AN...
İstediği yalnızca biraz saygıydı, saygınlığa ihtiyacı yoktu. Dünya çapındaki müzisyenlerle birlikte çalışmış, müzik konusunda, komplekssiz, önyargısız, alt kültür-üst kültür ayrımı yapmadan, geniş bir bakış açısına sahip olması, dünya cazcılarının kalbindeki yerini de belirlemişti…

Daha önce intihar girişimlerinde bulunduğu dedikodusunu yayanlara verdiği cevap, ders niteliğinde okutulacaktı belki de bu okulda: “Benim intihar ettiğimi söylüyorlar, yalan… İntihar etmeyi düşünsem bunun binbir yolunu bulurum ama müziği bırakarak intihar etmeyi, aklımın en uzak taşrasından bile geçiremem” diyerek hayatının merkezine aldığı müziğe ne kadar karşılıksız bir tutkuyla bağlı olduğunu göstermişti. Turunç’tan aldığı arazi maddi imkansızlıklar sonucu elinden yitip gidecek, sağlığı iyice bozulacaktı yeni bastığı 60’ıncı yaşında…

Yıllar önce İsveç’te geçirdiği böbrek ameliyatında, içinde unutulan iğne bile bu kadar canını yakmamıştı. Saksofon üflemekten morarmış, sigara içmekten sararmış dudakları çok dertliydi. Konuşmaya çabalamak anlamsız, hayalsiz yaşamak katlanılmaz bir hal almıştı. Yalnızca hayalinden değil, hayatından da vazgeçti, kendi deyimiyle müziği değil profesyonelliği bırakan, büyük usta...

Dostları, İsmet Sıral’ı, kimilerine göre İsmet Abi’lerini, birçoklarına göre de İsmet Baba’larını bir halıya sarılı, yanmış halde buldular, Marmaris İçmeler’deki yalnız yaşadığı evde. İşini şansa bırakmak istememişti. Kati surette gidecekti, hem de çok denenmemiş bir yolla...