Hristiyan kültürünün en katı şekliyle egemen olduğu Rusya’da 1917 öncesi kadın ve erkeklerin cinsel rolleri ve alanları katı bir şekilde çizilmiştir. Rus toplumu aşırı derecede gelenekseldir. Çarlık yasaları örneğin erkeğin karısını dövmesine açıkça izin vermektedir. Kadın ve erkek arasında katı bir toplumsal hiyerarşinin egemen olduğu Rus toplumunda nüfusun %80’i kırsal kesimde yaşamaktadır. Toprak köleliğinden kurtuluş 50 seneyi geçmemiştir. Okuma yazma oranı çok düşük olan Rusya’da (Avrupa’daki en düşük orandır) büyük bir sosyal adaletsizlik söz konusudur. İşçilerin yaşam koşulları çok kötüyken, baskıcı geleneğin altında iki büklüm olmuş kadın işçilerin durumu daha da kötüdür. Kırsal kesimde ise kadın –“batratça”– sadece işgücü olarak görülmektedir; nitekim dönemsel evliliklerin yaygın olduğu bir gerçektir. Kadın “ev”e alınıp çalıştırılır, hamilelik durumunda ise kadının evden kovulması yaygın bir durumdur.
1914’te emperyalist savaşın patlak vermesiyle, kırsal kesimden yaklaşık 10 milyon erkek askere çağrılır. Böylelikle köylerdeki tarım sanayisi boş kalırken, kentlerdeki erkek nüfusundan boşalan ağır sanayiye kadınlar getirilir. Kadınların üçte biri ağır sanayide çalıştırılır. Bolşevikler parti programlarında bu kadınların ihtiyaçlarına 1914’te çözüm bulmaya çalışmıştır: Talepleri arasında eşit iş için eşit ücret, ücretli annelik izni ve fabrikalarda çocuk bakımının sağlanması için yuvaların açılması yer almaktadır. Fabrikada çalışan kadınların bebeklerinin üçte ikisinin bir yaşına basmadan ölmesi ciddi bir sorundur. Bu sorunların çözümü için yüzlerce kadın devrimden önce Bolşevik Partiye üye olmuştur.
Rusya’da işçi sınıfının sorunlarıyla birlikte emekçi kadın sorunlarıyla ilgilenenler arasında Lenin, Krupskaya, Kollontay olmak üzere Bolşevikler gelmektedir. Krupskaya’nın 1900’de basılan 28 sayfalık kitapçığı, “İşçi Kadın” Rusya’da kadınlarla ilgili basılan ilk çalışmadır. Çarlık Rusya’sında işçi kadınların hayat ve iş koşullarını anlatan Krupskaya, kadınların kurtuluşu için işçi sınıfının kapitalizmi yıkmasının ön koşul olduğunu belirtir. Bolşevik kadınlardan bir diğeri ve Lenin’in yakın arkadaşı ve yoldaşı –Inessa Armand– aynı sorunlara değinmiştir. Ayrıca Armand 1919’da kurulacak olan “jenotdel”in (Bolşevik Parti Kadın Seksiyonu) ilk yöneticisidir.
Ekim Devrimi’nin kadınları deyince ilk akla gelen kuşkusuz Krupskaya, Inessa Armand, Aleksandra Kollontay (1872-1952) gibi isimlerdir. Emekçi kadınlar konusunda Bebel ve yakın arkadaşı Zetkin’in çalışmasından etkilenen Kollontay 1909’da “Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” isimli kitabını yayımlar (yayımlanan diğer siyasi kitapları “Kadın ve Komünist Devlet” ve “Yeni Moral ve İşçi Sınıfı”dır). Bu çalışmasında Kollontay burjuva kadın hareketini eleştirir. Eğitim hakkı vb. taleplerin dışına çıkamayan burjuva kadın hareketi, kapitalist düzen eleştirisi yapmamıştır. Kollontay, kadınları ev içi işlerden kurtarmak için komünal kurumların gerekli olduğunu belirtir. Nitekim Kollontay, mutfağın evlilikten ayrılmasının bir kadının yaşamındaki önemini, kilisenin devletten ayrılmasıyla eş olduğuyla açıklamıştır. Kollontay 1917’de ilk ve tek kadın olarak Merkez Komitesinde yer alıyordu. Sovyetlerin ilk sağlık komiseri olan Kollontay, 1918’de aile yasalarının hazırlanmasında etkin bir rol oynamıştı. Kollontay aynı zamanda dünyanın ilk kadın elçisi olarak 1922 yılında tarihe geçmiştir.
Kollontay’ın pek bilinmeyen bir yanı ise öykücülüğüdür. Farklı kuşaktan ve farklı toplumsal konumdan kadınların bakışıyla anlatılan “Sevgi Yolları” [1] üç öyküden oluşur: “Vassilissa Malygina”, “Kızkardeşler” ve “Üç Kuşakta Aşk.” Gorkiy devrime giden süreci anlatırken, Kollontay devrimin gerçekleşmesinin ardından yeni toplumun ve yeni insanın oluşumundaki sürece ışık tutar. Öykünün ana karakterleri Bolşevik/komünist kadınların, “yeni bir toplumsal düzenin moral anlayışı nasıl olmalıdır?” sorusunu sormasına yol açar. Bundan da anlaşılacağı gibi öykülerin ana teması kadının çalışma hayatı ve özel alanda toplumsal konumuyla ilgilidir.
Hiç şüphe yok ki, Ekim Devrimi’ne giden süreçte kadınların çok büyük bir payı vardı [2]. Ancak kadınların ortak gücünü bir araya getiren ve kadınları sosyalist mücadeleye kazandıran Bolşevik Partinin varlığı da kadınlar için yine hiç şüphesiz büyük bir olanaktı. 1913’ten başlayarak Bolşeviklerin günlük yayın organı Pravda, “Emek ve İşçi Kadının Yaşamı” başlığıyla bir ek yayımlamıştır. Daha sonra kadınlardan gelen yoğun ilgi nedeniyle Bolşevik Parti, kadınlara yönelik ayrı bir yayın organı çıkarmaya başlamıştır. 8 Mart 1914’te, 12.000 adet olarak çıkmaya başlayan Rabotnitsa (İşçi Kadınlar) kadınlara yönelik ilk Marksist gazete olarak tarihe geçmiştir. Yayın kurulunda Krupskaya, Armand, Ulyanovna (Lenin’in kız kardeşi) gibi önde gelen Bolşevik kadınlar yer alır. Rabotnitsa’nın hedefi, kadınların sosyalist mücadeleye kazandırılmasıydı. Nitekim savaşa karşı Petrograd’da miting ve yürüyüşlere çağrıda bulunan Rabotnitsa Rus emekçi kadınlarını mobilize etmeyi başarmıştır.
1914’ten sonra kadınlar barış ve ekmek için sokaklara dökülüp savaşın yol açtığı yüksek fiyatları, düşük ücretleri, ekmek ve un kıtlığını protesto ederler. Ekonomik krizler, sosyal adaletsizlik ve savaş ilk olarak kadınların Rusya’da devrim için harekete geçmelerini sağlamıştır. Bu süreci en iyi şekilde gözler önüne seren edebî kaynak Maksim Gorkiy’nin “Ana” romanıdır. Gorkiy devrim öncesi yazdığı “Ana” romanında Rusya’da kadının devrim öncesi konumunu Pelegaya karakteri üzerinden anlatırken gerçek olaylardan yola çıkar. Milyonlarca işçi, yoksulluklarını ve can sıkıntısını, içki âlemleriyle, vahşet patlamalarıyla ve dalaşmalarla bastırmaya çalışır. Yoksullar, kadınlı erkekli amaçsız ve anlamsız bir yaşam sürdürürler. Kaldı ki bu hayatı bir “yazgı” olarak da algılarlar. Bu anlayış onları edilgen kıldığı gibi, her şeyi olduğu gibi kabul etmeye iter. Romanın başında da insanlar bilinçsizlik, bezginlik ve aldırmazlık içinde yaşar. Yaşamları bir bataklıktır, büyük çoğunluk okuma yazma bilmez. Ancak zamanla dilsizlerin nasıl dillerini bulduklarını, körlerin nasıl gözlerini açmaya başladıklarını, bilinçlendiklerini görürüz. Örneğin ana karakter, devrimci oğlu Pavel’in izinde bilinçlendikten sonra kaybettiği belleğine geri kavuşur.
“Gerçeklerinizi ben de anlıyorum. Zenginler var oldukça halk hiçbir şeye sahip olamaz, ne adalete, ne mutluluğa, hiçbir şeye! Bakın, sizin aranızda yaşıyorum, bazen geceleri, geçmişimi, ayaklar altında çiğnenen güçlerimi, ezilen genç yüreğimi hatırlıyorum da kendime acıyorum! Ama, yine de hayatım giderek güzelleşiyor, kendimi buldum artık…” (Gorkiy, Ana, s. 129).
Gorkiy, devrime giden yolu bu cümlelerle ifade eder. Nitekim Rus kadınları kaderlerine boyun eğmekten vazgeçmiştir; umutsuzluğun yerini bilinçlilik almıştır. Ve devrimci eylemler artmaya başlar, ancak körü körüne bir başkaldırı değildir bu. Nitekim Gorkiy, Rus halkının yoksulluğunun sorumlusu olarak kapitalizmi görür, ancak yazar kör bir başkaldırıyı idealize etmez: Okuru bütün ideolojik ve ekonomik etmenlerle karşı karşıya getirdikten sonra, işçi sınıfının öncülerinin verdiği savaşı ayrıntısıyla anlatır.
Kasım 1917’de Bolşevik Parti burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarını devirip devrimi gerçekleştirir. İşçi ve köylü Sovyetlerin hükümetinin yaptığı ilk iş Barış Kararnamesi’ni ilan etmek olur. Devrim bu doğrultuda emperyalist I. Dünya Savaşı’nın sona ermesini sağlamıştır. Ekim Devrimi’nin kazanımlarından ilki kuşkusuz savaşın sona erdirilmesiyle beraber yüz milyonlarca kadın ve erkeğin savaştan dolayı çektikleri felaketlere ve acılara son vermek oldu. Kadınlar, en doğal gereksinimleri olan barış ve ekmeğe kavuştular.
Devrimden hemen sonra çıkarılan ikinci kararname Toprak Kararnamesi olur. Büyük toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması anlamına gelen bu kararnameyle köylüler ve özellikle köylü kadınlar toprağı serbestçe kullanabildiler. Sömürüden ve yoksulluktan kurtarıldılar.
Bolşevik devrimin önderi Lenin, kadınların kapitalist sistemdeki yaşamlarını kölelik olarak değerlendirmiştir. Bu bağlamda üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve sosyalizmin kurulması hiç şüphesiz en çok kadınlara kazanımlar sağlamıştır. Kadının kurtuluşu için bir ön koşul oluşturan “bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesi” (Engels) gerçekleştirilmiştir. 1979 senesine ait bir istatistik Sovyetler Birliği’nde çalışan kadınların oranını %88,4 olarak vermektedir. Bu oran Avrupa ülkelerinde %15 civarında seyretmektedir. Kadınların çalışma hayatındaki istihdamı hiçbir Avrupa ülkesinde Sovyetler Birliği’nde olduğu kadar gelişmiş değildi. Elbette bunun için kadınlara devlet tarafından bütün kolaylıklar sağlanmaktaydı: parasız çocuk yuvaları, yemekhaneler, çamaşırhaneler gibi komünal kurumlar bu önlemlerden bazılarıdır.
Devrimden sonra eski yasalar kaldırılıp, 1918’de çıkarılan Medeni Kanun’la kadınlar iş, eğitim, evlilik, kürtaj gibi alanlarda daha önce hiçbir kapitalist ülkede görülmemiş haklara sahip olurlar. 1926’da çıkarılan yasayla resmî nikâhlı ve nikâhsız birliktelikler yasal olarak eşitlenir. Lenin’in ön ayak olduğu bu uygulamalardan en önemlisi ailede erkek egemenliğine son verip, kadınların ekonomik, toplumsal ve cinsel alanlarda sınırsız ve koşulsuz karar yetkisine ulaşmasını sağlamaktı. Yasal uygulamalar kadınlara vatandaşlık ve soyadı çerçevesindeki haklarına kadar tam ve sınırsız bir eşitlik öngörür. Elbette Lenin cinsel eşitliğin sırf yasalarla gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olup, kadınların ekonomik bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için devlet tarafından gerçekleştirilebilecek her türlü kolaylığın hayata geçirilmesini sağlar: Çocuk yuvaları açılır, ev işleri ve eğitim kolektif hale getirilir. Gebe kadınlara gebelik izni, doğumdan sonra hiçbir güçlükle karşılaşmadan işlerine dönmeleri gibi uygulamalarla her tür kolaylık sağlanır. Aile içinde kadın ve erkek eşit konuma sahiptir, soyadı konusunda kadına hiçbir baskı yapılmaz. Kürtajın yasallaştığı ilk ülke Sovyetler Birliği olur.
Kadınların elde ettikleri ekonomik ve sosyal hakları pratikte uygulamaya geçirmek üzere 1919’da Merkez Komitesine bağlı olarak kurulan ve kadınlardan oluşan “jenotdel” kadınlara danışmanlık yapmaya başlar. Çoğunlukla köylü ve işçi kökenli kadınlardan oluşan “jenotdel” aracılığıyla açılan okullarda on milyona yakın kadın eğitim görmüştür. Özellikle Orta Asya cumhuriyetlerindeki kadınların yaşam koşullarını değiştirmek için “jenotdel” önemli çalışmalar yürütür.
Ayrıca işçilerin yaşamlarını sanatsal anlamda da zenginleştirmek için fabrikalarda tiyatro oyunları, şiir okuma geceleri ve konserler düzenleyen Eğitim Komisyonları kurulur. İşçiler akın akın –daha önce ayrıcalıklı sınıfın gittiği– tiyatro salonlarını doldurmaya başlar.
1920’ler ve 1930’larda işçi kadınlara regl dönemlerinde genelde birkaç gün ücretli izin verilir. Çocuk emziren kadınlar için her üç buçuk saatte bir en azından otuz dakika ücretli emzirme molası uygulanır. Bütün bu uygulamalarla Sovyetler Birliği, dünya çapında işçi kadının korunması konusunda biriciktir [3]. Bu gelişmeler karşısında işçi kadınlar, Pravda’ya gönderdikleri mektuplarda “Ekim Devrimi’nden sonra ancak biz işçi kadınlar güneşi gördük,” diye yazmıştır.
Bu yazının amacı, Sovyetler Birliği’ndeki deneyimleri aktarıp, kadınların toplumsal mücadeleye kazandırılmalarının ne kadar önemli olduğunu gösterip hatırlamaktı. Günümüz toplumlarında ve Türkiye’de kadına yönelik ayrımcı ve düşmanca söylem ve uygulamalar karşısında, Sovyetler Birliği’ndeki deneyim ve kazanımları hatırlamanın önemi, başka bir yaşam biçiminin mümkün olduğunu görüp anlamaktır. Bugün içinde yaşadığımız cehenneme inat, emekçi kadınlar sosyalist mücadele tarihi boyunca erkek yoldaşlarıyla omuz omuza hep en önde yer almıştır. Kadınlar, grev ve direnişlerde, emeğine ve geleceğine sahip çıkması gereken her yerde, bugün mücadeleye daha da sıkı sarılmak zorundalar. Tarih boyunca kan dökerek elde ettiğimiz pek çok hakkımız (8 saatlik iş günü, süt parası, sigorta, kreş, doğum izni…) elimizden teker teker alınıyor. “Kadının yeri evidir” zihniyeti bizlere dayatılırken mücadele etmeyip de ne yapacağız? Biz kadınlar insanca bir yaşam için, ücretsiz ve bütünlüklü bir sağlık hizmeti alabileceğimiz, erkeklerle eşit şartlarda ekonomik faaliyetlerde bulunabileceğimiz, dilediğimizce eğitim alabileceğimiz bir dünyayı kurmak zorundayız.
[1] Aleksandra Kollontay, Sevgi Yolları, Almancadan çev. Gülay Türkyılmaz, Alan Yayıncılık, İstanbul 1987. (Kitabın Almanca çevirisi 1925’te yazarın kendisi tarafından gözden geçirilmiştir).
[2] Devrimden hemen sonra Pravda’nın kadınları şu sözlerle selamlaması, devrim sürecinde kadınların işlevini ve devrime katkılarını kanıtlar niteliktedir: “Kadınlara selam! Enternasyonal’e selam! Kadınlar Günü’nde Petrograd sokaklarına ilk çıkanlar kadınlardı… Kadınlara selam!” (aktaran, Chanie Rosenberg, Kadınlar ve Perestroyka, Çev. Osman Akınhay, Pencere Yay., 1990, s. 95).
[3] Melanie Ilic, Women Workers in the Soviet Interwar Economy: From ‘Protection’ to ‘Equality’, St. Martin’s Press, New York 1999.