Eda Yiğit'le direniş ve kitap üzerine: 'Direniş, politik düzeye taşınmalı'

“Gezi Direnişi” adlı derleme çalışması Bellek Yayınları etiketiyle yayımlanan Eda Yiğit'le direniş ve çalışması üzerine konuştuk. Yiğit, “Gezi, bağışıklık sisteminin zayıfladığı anda uçuğun patlaması gibiydi. Bu bulaşıcı virüs umuyorum DNA’mıza kökten yerleşmiştir” diyor.

Çağrı Kınıkoğlu - soL

Türkiye tarihinin en önemli toplumsal-politik olaylarından Gezi ya da Haziran Direnişi üzerinden altı aya yakın bir zaman geçti. Bu sürecin ardından bugün enteresan bir noktadayız: İster yaklaşan yerel seçimler, ister AKP-cemaat gerilimi, ister “çözüm süreci” veya genel siyasi gündem ekseninde yaklaşalım, medya üzerinden oluşturulan algıda, Türkiye'deki toplumsal yaşam sanki Gezi süreci hiç yaşanmamış gibi sürüyor. CHP'nin merkezi yönelimleri, hükümet üyelerinin beyanat ve icraatları, mahalle forumlarının yönelimleri, sanki Türkiye'nin beşte biri sokağa çıkmamış, "hükümet istifa" sloganlarıyla ortalığı inletmemiş gibi, geri, zayıf, etkisiz bir doğrultuda akıyor adeta.

Görüntü olarak, böyle... Gerçek böyle değil elbette: İktidar koalisyonunun içinde yürüyen kavga ve karşılıklı operasyonlar, sıklıkla yükselen siyasi tansiyon düşünülünce, Gezi Direnişi’nde hareketlenen kitleler hareketlenmemiş olsa da, toplumsal ölçekte içten içe bir kaynamanın sürdüğü hissedilebiliyor. Bu manzaraya rağmen, toplumsal muhalefetin geri, zayıf, etkisiz seyri ise, bu meseleler üzerine akıl yürütmeye çalışanları düşündürüyor.

Böyle bir toplumsal-politik ortamda, Gezi Direnişi üzerine yapılmış önemli bir derleme çalışması yayımlandı. Yaşananların bir rüya ya da illüzyon değil “somut gerçeklik” olduğunu göstermesi ve hatırlatması açısından önemli bir katkı olan ve ciddi bir emek ürünü kitabın yazarı, şehir plancısı ve sözlü tarih alanında çalışan Eda Yiğit ile, hem kitabı, hem de bu süreçte yaşananları konuştuk.

Şunu da ekleyelim: Yazarı açısından bu bir “ilk kitap” ve yolunun açık olmasını diliyoruz…

Gezi Direnişi süreci, gibi hem tarihsel, hem toplumsal anlamda çok dinamik ve çarpıcı bir süreci kitaplaştırmak zorlu bir iş olsa gerek. İki sorum var bununla ilgili: Nasıl bir yöntem izlediniz? "Objektiflik" gibi bir kaygınız oldu mu, kendinizin de taraf olduğu bir konuya nasıl yaklaşacağınızı nasıl belirlediniz?
Gezi Direnişi'yle ilgili bir kitap çıkarmayı hedefleyerek çalışmaya başlasaydım, muhtemelen gerçekleştiremeyebilirdim. Öncesinde bazı yayınlarda görev almıştım ama tek başına böyle bir çalışma yapmak ve somut ürüne dönüştürmek gibi bir deneyimim olmadı. Sözlü tarih uzmanı olduğum için kitap çalışmasından bağımsız olarak tanıklık biriktirmekle başladım. Ona paralel olarak da “alternatif” medyada yer alan (ki ana akım medyadan takip etme olanağımız yoktu) malzemeyi kaynağını, tarihini kaydederek arşivledim. Diğer taraftan bazı bilgi kirliliği olma ihtimali bulunan haberlerin doğru kaynağına ulaşmak için araştırmam gerekti. Orada olduğunu bildiğim, çevremde tanıdığım ve onların yönlendirdiği insanlardan paylaşmak istedikleri malzemeyi topladım. Çalışmaya başladıktan sonra kocaman bir havuz oluştu, kitap baskıya girene kadar bu havuz dolmaya devam etti.

Öncelikle süreci takip edebilmek için bir kronoloji, günün atmosferini ve yaşanan olayların metinlerle takip edilebildiği, fotoğraflı bir çalışma oldu. Her gün siyasilerin ve ünlülerin yaptığı açıklamaların gündemi belirlemesi, kronolojiye bunların da dâhil olmasını gerektirdi. Medyadaki ayrışma, hem sosyal medyanın başat bir biçimde yer almasına, hem de yurtdışı basının konuya olan ilgisini belgelemeyi gerektirdi. Bunun dışında “sokağa çıkanların” tepkilerini ve değerlendirmelerini içeren anket bölümü afiş, karikatür, web, film, dergi, animasyon, oyun, moda, okullarda geziyle ilgili sorulan sınav soru ve yanıtları çalışmaya başladıktan sonra çalışmaya dâhil oldu. Gezi Parkı’nda varlık gösteren pek çok gruba yer vermeye çalışırken, alternatif medyadan ulaştığım haberleri, medyada paylaşılma ve takip edilme oranlarını düşünerek, eğilimleri anlamaya çalışarak malzemeyi belirledim.

“Objektiflik” kaygısına gelince, ürettiğim her şeye dair bu kaygıyı taşıyorum. Özünde bir “ denge” kurmaya çalıştım ama benim dışımdaki koşullar da belirledi bu dengeyi. Çeşitli sebeplerden ulaşamadıklarımız, dolayısıyla kitapta yer veremediklerimiz oldu.

“İçinde olurken, dışarıdan bakılabilir mi?” sorusunun yanıtı için şunu söyleyebilirim ki, direnişin içinde olmadan böyle bir çalışmayı üretmek mümkün olmadığı gibi, dışarıdan bakmak bağ kurmaya ve içselleştirmeye de engel. Taraf olduğum şey orada varlık gösteren herkesin, çalışmanın içinde yer almasıydı. Kitaba bunun yansıdığını sanıyorum.

BİR BULAŞICI VİRÜSTÜ GEZİ
Bugünden baktığında geride kalan yaklaşık altı aylık süreci en özet haliyle nasıl değerlendiriyorsun? Ne yaşadı sokağa çıkan halk?
Bir algı açılması olduğunu düşünüyorum. Jung “Birçok insanın kısmen bilinçli olduğu, çok ‘uygar’ Avrupalılar arasında bile, yaşamlarının büyük bir bölümünü farkına varmadan geçiren anormal derecede bilinçsiz hastalara geniş ölçüde rastlanır. Olup bitenin farkındadırlar ama ne yaptıklarını, ne dediklerini tam olarak bilmezler. Hareketlerini açıklamayı beceremezler. Bu gibileri neler bilinçli kılabilir? Beklenmedik bir olayın belirivermesi, kök salmış alışkanlıklarla yüz yüze gelivermek gibi çarpıcı bir neden kaçınılmaz sonuçlar doğurur, kafalarında bir ışık yanar hareketlerin nedenini aydınlatan bir ışık. Sıçrarlar ve bilinçli duruma geçerler” diyor. Sokağa çıkanlar, uyanan, artık tepkisini içinde tutamayan insanlardı: Medyanın güvenilmezliğine, polis şiddetine, güvencesizliğe, gerici-otoriter politikalara karşı, kentsel-kamusal talepleri olanlardı. Çok olmak için çok neden vardı. Meslek insanları, Müslümanlar, evsizler, LGBT bireyleri, feministler, beyaz yakalılar, işçiler, örgütlü ve örgütsüz olanlar, Gezi Parkı’nda on beş gün boyunca yaşamsal bir var olma biçimini hayata geçirdiler. Aralarında tanımlanmış hiyerarşik bir konum yoktu. Birbirlerini gerçekten tanıma deneyimini tattılar. Dolayısıyla toplumsal bir hareket, yaşamsal örgütlenme, saldırmadan savunma yöntemiyle mücadele pratiği bakımından yaşanmamış, tarihsel bir olaya tanıklık ettik.

Benim değerlendirmem, Gezi Direnişi'ndeki kuvvetli kıpırdanmanın gündelik yaşamın bir parçası haline gelmesi yönünde. Çalışma hayatında, sendikada, meslek odasında, mahallede yaşam koşullarını iyileştirme, emeğinin karşılığını alma konusunda mücadele vermeden ve bu yönde bir ortak dili inşa etmeden imkânlı olabilecek bir durum değil. Mevcut örgütlenmelerin de eskiye oranla karmaşıklaşmış emek-sermaye çelişkisine karşı toplumsal hareketlerle bağını kurabilen, kendini çağın koşullarına göre güncellemesini ve özeleştiri yapabilme yetisini kazanması gerekiyor. Bununla birlikte sınıfsal bir bilinç kavrayışının gelişmesi mühim. Korkut Boratav, Gezi’ye destek verenlerin emeğiyle geçinen insanlar olduğu, dolayısıyla emekçi olduğu tespitini yaptı. Sınıfsal talepleriyle orada var olmamış olmaları emekçi oldukları gerçeğini değiştirmez. Sadece şu anda direnişin daha parçacıl ve dağınık olarak devam etmesini açıklayabilir. Herkesin ortaklaştığı talepleri vardı. Dolayısıyla sınıf temelli memnuniyetsizlikleri de kapsayan toplumsal bir hareket olduğu söylenebilir.

Taksim’de Gezi direnişinin patlak vermesini ise tarihsel arka planıyla birlikte analiz ederek anlayabiliriz. Taksim 1928’den bu yana kamusal niteliğe sahip olan, 1960’lı yıllardan itibaren kalabalık ve olaylı mitinglerin yaşandığı, 1977 1 Mayıs’ında 34 kişinin yaşamını yitirdiği sembolik bir alan ve toplumsal bir anlama sahip. 2009 yılında 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesiyle kutlamalara açılıyor. Dolayısıyla 2012 yılında Taksim “Yayalaştırma” Projesi ve Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası'nı imar izni olmadan yeniden inşa edilme projesine karşı mücadele, bu tarihsel anlamın üzerine kuruluyor. Keza Beyoğlu’nda gerçekleşen Tarlabaşı Projesi, Emek Sineması’nın yıkılması, AVM’leşme ve tarihi pastanelerin ve kitapçıların kapanarak yerine otel yapılması parçalardan biri. Kamusal ve kültürel olarak tarih boyunca önemini koruyan Taksim’i, Beyoğlu’nu kaybetmek büyük bir yenilgi ve diğer taraftan Topçu Kışlası, tarihin manipülatif olarak yeniden inşası demekti. Ama olmadı. Gezi Parkı’nda üç beş ağacı kesemediler ama üçüncü köprü için 2,3 milyon ağacı kesiyorlar!

Dolayısıyla Gezi, bir insanın uçuk virüsünü kapması ve bağışıklık sisteminin zayıfladığı anda uçuğun patlaması gibiydi. Bu bulaşıcı virüs umuyorum DNA’mıza, sinir hücrelerimize kökten yerleşmiştir.

Kurumlar, siyasi yapılar ve kimi yayınların dışında, kitapta kişisel gözlemlere ve değerlendirmelere de alan açmışsınız. Bu kişisel değerlendirmeler ile genel manzara, sürecin genel seyri nasıl buluşuyor, çakışma/örtüşme ne düzeyde?
Kitabın içinde özellikle kronoloji bölümünde ünlülerin ve siyasilerin değerlendirmeleri bulunuyor. Bu süreçte aktörlerin, süreci nasıl değerlendirdiği, tercihini neyden yana yaptığı, sürecin nasıl anlaşıldığını göstermek, etkilediği toplumsal kesimin gözünde önem arz ettiğinden, belgelemenin bir parçasıydı. Bu değerlendirmeleri eylemlerde, görsel üretimlerde, mizahta takdir görenler de, eleştirilenler de oldu. Görüşünü ifade eden herkes, sokakta olanlardan cevap aldı. “Alternatif” medyada görünür olduğu için bununla ilgili pek çok diyalog yaşandı. O yüzden direnişe dair kişisel değerlendirmelerin toplumsal bir işlevi oldu. Fakat kitapta direnişten yana olan ve olmayan ayrıştırması yapılmadı. Okuyucuların yorumlamaları önemli, kitap içinde bunun değerlendirmesini yapmadık. Bir yandan herkesin “özgür” tercihleriyle var olamadığını da bilmek lazım. Ana akım medyada çalışan basın emekçilerini düşünürsek, patronlarının temsil ettiği iktidar yanlısı tutuma karşı mücadele etmek için işlerini kaybetmeyi göze almaları gerekiyor. Bunu sanatın farklı alanlarında emek verenler içinde söyleyebiliriz. Bence değerlendirmelere böyle de bakılmalı.

PARÇALI MÜCADELEYİ POLİTİK DÜZEYE TAŞIMAK
Direniş sürecinin belirli bir evresini derleyip toplayan bu çalışma çerçevesinde, direnişin ne devrettiğini düşünüyorsunuz? Kültürel olarak, politik olarak ne kaldı elimizde? Bunu şu nedenle de soruyorum: Görünen o ki, bu direnişten geriye kalan en önemli başlıklardan biri, toplumsal yaşamın bütünselliği. Bu süreçte çevresel meselelerden gericileşmeye, özgürlüklerin tırpanlanmasından kentsel dönüşüme, savaş kışkırtıcılığından adaletsizliğe ve kıyıcılığa, tüm toplumsal meselelerin bir odağı ve eleştirme ve dönüştürme zemini olduğu ortaya çıktı. Benim kanaatim bu doğrultuda. Şu anda bu bütünsellik dağılıp, yerini yine noktasal ve küçük ölçekli mevzilere odaklanma çabasına bıraktı sanki.

Toplumsal bir uyanıklık devretti bana göre ama örgütlenme, mücadeleyi gündelik yaşama yayma konusunda daha organize, daha bilinçli, daha yayılmacı ve anlatıcı bir konuma evrilmek gerekiyor. Biriktirdiğimiz toplumsal deneyimi değerlendirmek, aktarmak, özeleştirisini üretmek ve yeni mücadele alanlarında bu deneyimin donanımıyla hareket etmek önemli. Bu sadece Gezi direnişinin deneyimi de değil zaten İstanbul’da parçalı, kendi içinde süregiden, kimi yerde mülkiyet kimi yerde hak ve hukuk odaklı birikmiş olan mücadele pratiklerinin politik düzeyde ve sınıfsal bir düzleme taşınabilmesi lazım. Aksi halde parçacıl olmaya ve kazanımların sadece maruz kalanı ve mağdur olanı ilgilendirdiği bir durum olarak kalmaya mahkûm. Kültürel olarak kalan dayanışma, farklı etnik köken, inanç ve kültürden insanın bir arada durabilmesi ama bu noktadan ilerlemek ve mücadeleyi geliştirmek imkânlı değil. Reflekslerle verilmiş tepkiler, mesela AVM’lere gitmemek, ana akım medya seyretmemek, boykotlar artık hararetle sürdürülmüyor. Eski gündelik alışkanlıklara kısmen geri dönüldü. Politik ifadede karşılığını nasıl bulacağıyla ilgili benim de kafam karışık…

Bir "ikinci kitap" hazırlığınızın olduğunu da biliyorum. Bu kitabın kapsamı ne olacak? İlk kitaptakine benzer bir şekilde, 18 Haziran'dan bugüne bir kronolojik-ansiklopedik çalışma mı olacak, yoksa başka bir çalışma mı?
İkinci kitap benim sürecin başından beri biriktirmeye başladığım tanıklıklardan oluşuyor. Ansiklopedik-kronolojik bir çalışma değil. Farklı yaş, cinsiyet ve etnik kökenden Gezi’de şahit oldukları olaylar, gözlemleri, yaşadıkları diyaloglar, şiddeti kavrama biçimleri, geliştirdikleri mücadele biçimleri, kendileriyle ilgili farkındalıkları, politik ve örgütsel düzeyde değerlendirmelerini içeren bir tanıklık havuzundan çekilecek alıntılardan oluşacak. Büyük ihtimalle fotoğraf kullanılmayacak. Alıntılara, imgesel olarak tasarlanan soyutlamalar eşlik edecek. Deneysel bir kitap tasarım dili kullanılacak. Görsel olarak bir nevi yetişkin-çocuk kitabı kıvamında hatta mümkün olursa, engellilere ve okumakla ilgili sıkıntısı olanlar için sesli-soyutlamalı kaydını da kitapla birlikte paylaşacağız. Gezi üzerinden, birbiriyle teması, iletişimi olmayanların arasında özdeşlik kurmaya yarayan bir işlevi olmasını umuyorum.

KAPİTALİZM MİADINI DOLDURUYOR
"Devrim göz kırptı" sloganından hareketle sorayım, hem hissiyatınızı, hem de düşüncenizi: Devrim mümkün mü sizce?
Şu yaşadığımız güncel toplumsal yaşam, devrimin olanaklılığına dair kaygılar yaşatıyor ama bu devrimi arzu etmemek, hayalini kurmamak anlamına gelmiyor. Hele bu kadar emek yoğun bir ortamda en uzun çalışma saatleri konusunda sınırlarımızı zorlayan bir dünyada, güvencesizliği ve geleceğe dair belirsizliği hâd safhada yaşarken, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu istemek kadar doğal bir durum olamaz. İş ki aynı koşulları paylaştığımız, aynı emekle geçinmeye ve hayatta var olmaya çalıştığımız herkes kendi ve çocuklarının geleceği için böyle bir umudu besleyebilse… Kapitalizm de miadını dolduruyor, dünya kaynakları tükeniyor. Yani, çok vaktimiz olmadığından, bana mümkün görünüyor…