Bir Zamanlar Anadolu’da veya 'Bir Ülkenin Otopsisi'

Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi "Bir Zamanlar Anadolu'da" hakkında yönetmen Semir Aslanyürek'in yazdığı “Bir Ülkenin Otopsisi veya NBC’nin Anatomi Dersi” isimli yazıyı soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

Kalk peygamber!
Görerek, anlayarak,
İrademle doldur bedenini,
Ve denizleri ve dağları aşarak
Sözle dağla insan yüreklerini!
A. Puşkin

Nuri Bilge Ceylan’ın bu yıl Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” nihayet vizyona girdi ve bu muhteşem filmi görme mutluluğuna eriştik…

Uzun zamandır izlediğim filmler hakkında bir şeyler yazma gereği duymadım. Bazen yazmayı düşündüğüm oldu ama bir işe yaramayacak diye de vazgeçtim. Ancak dün filmi izledikten sonra Çağrı Kınıkoğlu ile film hakkında konuşurken, Çağrı’nın “Şu söylediklerini yazsan keşke, çürümenin daniskasını yaşayan bu ülkede yönetmenler birbirinin filmleri üzerine kamusal alanda konuşamayacaklar mı?” demesi üzerine, film hakkında düşündüklerimi paylaşmaya karar verdim.

“Bir Zamanlar Anadolu’da” benim kült filmim olan “Stalker” gibi, DVD’sini hep elimin altında tutacağım ve izledikçe seveceğim, sevdikçe de izlemek isteyeceğim bir film… NBC bir senfoni besteler gibi yapmış filmini… Filmde çok şey var. İsteyen filmin her sahnesinden, hatta her çekim planından istediği anlamı çıkarabilir. Her çekim planı başlı başına bir dünya… İşin estetik boyutu budur işte…

NBC daha önce lirik yapıda çektiği filmlerinden farklı olarak, bundan önceki filmi “Üç Maymun”da dramatik yapıyı denemiş, son filmini de aynı yapıda çekmiştir. Son iki filme dramatik yapı egemen olsa da NBC lirizmi yine ihmal etmemiş ve özellikle son filminde çok çarpıcı şiirsel unsurları filmine öyle yedirmiş ki, insan kendinden geçiyor… Ayrıca “Bir Zamanlar Anadolu’da” NBC’nin diğer filmlerinden felsefi ve estetik boyutuyla da bir hayli farklı. Ülkemizde sinemanın tam bir sefalet yaşadığı, dizilerin, reklam bantlarının ve kliplerin “estetiğinin” sinemaya bir yenilikmiş gibi yutturulduğu ve sinema “eğitimi” veren yüzlerce sinema kursu hariç, yetmiş sinema okulunun bulunduğu ve sapla samanın birbiriyle karıştırıldığı şu son zamanlarda “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini ülkemiz sinemasının bir “Rönesans’ı” olarak nitelemek abartılı bir şey olmasa gerek…

Bir kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan eksantrik ve de egosantrik modernist sanatçılar gibi davranmıyor NBC… “Aman izleyicileri şurada gıdıklayayım, şunu yapsam izleyiciler hoşlanır filme daha çok giderler” derdinde de değil… İzleyicinin hoşuna gitmek için dansözlük, soytarılık, şaklabanlık, madrabazlık, cambazlık ve bilmem ne bazlık yapmıyor. (Ne yazık ki ben dahil, çogumuz ister istemez bunları yapıyoruz) NBC sanatçının dansöz, soytarı, şaklaban ve herkesin zevkine göre şerbet ezen biri olmadığını biliyor. Yani, izleyiciyi bir gram düşündüğü yok! Tarkovski’nin deyimiyle NBC insanoğlunun gerçeklerini arıyor... Hem de birçok boyutuyla… En önemlisi görüntüsüyle insanların yüreklerini dağlayarak… Bu filmiyle NBC bu toprağın bir vicdanı gibi hareket ederek ülkenin otopsisini yapıyor…

“Bir Zamanlar Anadolu’da” dramatik yapısıyla bana bir yandan Dostoyevski’yi, diğer yandan Çehov’u, hatta Gogol’u çağrıştırdı. Lirik yapısıyla da Tarkovski’yi, Zvyagintsev’i… Ama üzerinde biraz daha düşününce bu filmin dünya sanat tarihinin perspektifinden doğduğu izlenimine kapılmaya başladım.

Ortada bir cinayet var. Cinayetin faili cesedi gömdüğü yeri göstermesi için uçsuz bucaksız ve bakir Anadolu toprağı üstünde köşe bucak dolaştırılıyor. Burada filmin olay örgüsünü anlatmak gibi beyhude bir çabaya girişmeyeceğim. Fakat filmin temasını irdeleyebilmek için bazı olaylara değineceğim. Burada filmin iki teması var. İkisi de “cinayet” ile ilgili… Cinayeti tırnak içine aldım, çünkü kanaatime göre burada cinayet çok göreceli. Evet deyim yerindeyse iki cinayet var. Biri ciğerlerinde toprak çikan ve diri diri gömülen şahıs, diğeri de savcının intihar eden eşi. Bu iki “cinayetin” paralel bir şekilde anlatılması olağanüstü… Aslında filmin ana temasının diri diri gömülen adam mı, yoksa savcının karısının intiharı mı, hangisi olduğu tartışılır. Benim kanaatime göre savcının karısı. Çünkü diri diri gömülen adam ile ilgili çok az bilgi veriliyor. Kimdir, nedir, neden öldürüldü, gerçekten öldürüldü mü? Katil ölenin oğlunun babası mı? Cinayetin bununla alakası var mı, yok mu? Hepsi şüpheli durumlar… Hatta cinayetin nasıl işlendiği, niye işlendiği hiç önemli değil, önemli olsaydı filmde bu soruların üzerine gidilirdi. Ayrıca filmin sonuna doğru katilin, öldürülen adamın oğlunun gerçek babası olduğu söylentisi bile filmin dramaturjisi için çok gerekli değil ve bunun için de çok basit bir şekilde geçiştiriliyor. Daha doğrusu diri diri gömülen adamın hikâyesi, sanki geçiştirilmiş bir “cinayeti” (savcının karısının intiharı) anlatmak için bir motiften ibaret… Filmin insanı sarsan tarafı da burası…

Filmi izlemeden onu izleyenlerin bazı yorumlarına tanık oldum. Herkes kendisi için önemli bulduğu sahneyi ve o sahnenin neler çağrıştırdığını anlatıyordu. Dediğim gibi filmde herkes için çok şey var… Aslında filmi izleyeceğim zaman sürpriz durumları yok etmesin diye kimseden bir şey işitmek istemiyordum. Ama işitmiş olmam pek bir şeyi değiştirmedi. Filmi izlediğim zaman ise, bir kez izlemekle sürprizlerin yok olmayacağı tarzda bir film olduğunu anladım. Tıpkı bir senfoni gibi… Dinledikçe seviyor, sevdikçe dinliyorsunuz…

Bu yazının başlığına “bir ülkenin otopsisi veya NBC’nin anatomi dersi” dedik. Nuri Bilge ceylan insanoğlunun gerçeklerini ararken ilginç bir anatomi dersi veriyor. Ülkemizin otopsisini yapıyor ve bizim ülkenin öldürülmeden diri diri gömüldüğünü keşfediyor. Bu filmi çekerken yönetmenin bunu kastedip kastetmediğini bilmiyorum. Zaten önemli de değil bence. Önemli olan insanların filmi nasıl okuduğu ve ne anladığıdır. Ben kendi payıma öyle bir anlam çikardim. Başka biri başka anlamlar çikarabilir, buna da itirazım olmaz. Zaten filmi felsefi yapısını güçlendiren de budur. Filmin estetik boyutu, cinayete sırf bir cinayet gözüyle bakılmamasını sağlaması ve çift yapılılığında yatmaktadır. Ayrıca kendi payıma, belki kimsenin aklına gelmediği bir noktaya işaret etmek istiyorum. Öldürülen veya diri diri gömülen şahsın giysisi, boyu, kilosu, uzun tıraşlı sakalı ve kalın kaşlarıyla son zamanların en popüler sinema şahsiyetiyle yani Recep İvedik ile benzerliği… Kasıtlı olduğunu hiç zannetmesem de bu benzerlik benim için olağanüstü ilginç ve anlamlı geldi…

Filmin dramaturjisi mükemmel. Tam bir senfoni kompozisyonu sanki… Bir nota düşmeye kalkışırsanız geriye bir şey kalmaz. Filmde oyuncu seçimine diyecek yok! Oyuncuların karakterleri icra etmelerindeki başarıları takdire şayan… Yılmaz Erdoğan su götürmez bir taşra polisi... Taner Birsel “savcı” ile hayatının en iyi rolünü oynamış… Ercan Kesal’ın canlandırdığı Muhtar ise başlı başina bir kompozisyon… Fırat Tanış o kadar iyi ki, cinayeti işlediğini itiraf ettiği halde hep masum olduğunu düşündürdü. Özellikle katilin kardeşinin kola istemesi bu masumiyeti çok ciddi biçimde destekliyor. Yani kola isteyecek kadar vicdanı rahat. Cinayete tekrar dönecek olursak tam bir muamma. Ortada bir cinayet var ama herkes kendi derdinde… Sanki katil gerçekten Kenan (Fırat Tanış) değil! Yani burada bir cinayet varsa herkes katildir ve herkesin bu cinayette parmağı vardır ve maktul olan içinde yaşadığımız bu ülkedir, gibi bir önerme çikaramadan edemiyor insan…

Ama filmin estetiğinin doruk noktasını şüphesiz yuvarlanan elma oluşturuyor. Elmanın büyüsünü bozmamak için onunla ilgili bir şey söylemek istemiyorum…

Sağ ol Nuri Bilge! Böyle bir film yapmak bana ve birçok arkadaşimıza kısmet olur umarım…