Bilim ve edebiyatın buluşması: Bizim Kuşlar

Esen Kitap’ın Doğadayım serisinin ilk kitabı olan, Zelal Özgür Durmuş’un kaleminden Bizim Kuşlar, Seda Mit’in çizimleriyle renklenmiş. Kitap, kuş çeşitlerini, yaşantılarını ve özelliklerini tatlı bir dille anlatıyor.

Elif Korkut

Çocuklara doğayı, bilimi anlatmayı sevdirmeyi amaç edinen yazar ve eğitimci Zelal Özgür Durmuş, tam bir bilimsever. Marmara Üniversitesi’nde biyoloji öğretmenliği okumuş, ardından Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde “öğretim programlarında bilim felsefesi” üzerine yüksek lisansını tamamlamış. 

Kitabınızın önsözünde, çocukları doğaya yöneltmek istediğinizden bahsetmişsiniz. Siz doğanın önemini kaç yaşlarında fark ettiniz?
Aslında ben İstanbul çocuğuyum, ama benim bir avantajım vardı, anneannem İstanbul’un sınırında oturuyordu ve onun bahçesinde çok oynamışlığım, düşmüşlüğüm, ağaca tırmanmışlığım, meyve toplamışlığım, -onun keçisi, ineği vardı- onlara bakmışlığım vardır ve bu sanırım doğayla içli dışlı olmamı sağlayan şey oldu. Çünkü hep kentte oturdum, orada doğa dediğin şey parklardan ibaret. Parklarda da biliyoruz ki ağaç varsa ne ala, beton zeminde betondan kaydıraklar veya salıncaklar vardır. Aile özel önem göstermiyorsa ya da okul bir gezi düzenlenmiyorsa, çok kolay fark edemiyorsun kentin içerisindeyken doğayı. Ben özellikle sokak kedisini-köpeğini kuşu seven, ilgilenen birisi değildim, kentin içinde görmüyordum. Kuşları keşfetmem, kent dışında yaz tatilinde oldu. Arkadaşımla denizin üzerine uzanmışız yatıyoruz sırtüstü, üzerimizden leylek sürüsü geçti. Çok büyükler, görkemli ve güzeller, siyah kanatlar, uzun ayaklar, kırmızı beyaz tüyler... Bunları fark edince çok heyecanlanmıştım. Kuşlara da öyle yöneldim. 

Çocuğa bilme isteğini, merak duygusunu ne kadar aşılayabiliriz?
Zaten kitabı yazmaktaki, çocuk atölyelerindeki derdim de bu. Soru sordurmak ve bildiği gibi, alışılageldiği gibi olmadığını göstermek ya da düşünmediği bir şeyi düşünmesini sağlamak. Tek başına “bu bilimsel bilgidir” diyeceğimiz şeyler illa ki oluyor, bu temel bilgiler illa ki yerleşiyor ama bunun ötesindeki şeyleri çocuğun kendi davranışlarına bırakmaya, ona ufak göz kırpmalar şeklinde vermeye çalışıyorum her zaman. “Bu budur”dan çok başka bir noktadır bu. O temel bilgilerin üzerine bambaşka bir zenginliği resmetmeye ve onun içinden kendi algısına uygun olana yönelmesini sağlamaya çalışıyorum.
Bir çocuk düşünün, sobalı, tek göz bir evde yaşıyor, evin bilmem kaçıncı çocuğu. Bu kitabı alacak, sobanın ışığında gece okuyacak. Çocukta sorgulama kabiliyeti yok ama bu suçlanamaz çünkü hiç açılmamış o kapı. Ama hiç imkânı olmayan çocuklar için de bunu sağlayabilmek çok önemli.

Ben özellikle bir kitabın bunu daha mümkün kıldığını düşünüyorum. Koca bir sınıfta enteraksiyon başka bir şey ama, çocuk kitapla baş başa kalıyor. Oradaki resimlerle ya da oradaki kelimelerle kendisi uğraşıyor, onları zihninde evirip çeviriyor, geri dönüp bir daha bakıyor. Bu kitapta bunu biraz da olsa sağlamak istediğimi söyleyebilirim. Kitabın son cümlesini okuyacağım: “Ve artık yalnız bilimcilerin bildiği bir sır değil, bugünün kuşları, geçmişte yaşamış dinozorların torunları.” Çok şiirsel olsun diye söylemedim bunu. Doğrudan, kuşlar buradan evrildi diye söylenmiyor, o bilgiyi ters çeviren bir cümle var orada. Ben bunu birkaç çocukta denedim, “bu çok karmaşık bir cümle, sen ne yazdın, ne yani şimdi kuşların dedesinin dedesinin dedesi dinozor mu diyorsun” dedi. Bunu düşünmesini sağlamak önemli. Gerçekten içine çektiyse kitap, bunu sağlayabildiğini düşünüyorum. Çocuklarda yeni şeyleri düşünmeye, yeni bilgilere ulaşmaya sevk edecek bir yol açtığını düşünüyorum. Bunun için de eğlenceli bir dil kullanmaya çalıştım.

Sizi bilimsever birisi olarak tanıtacak olursak, neden yetişkinler için değil de çocuklar için bilimsel bir kitap yazdınız?
Birincisi, çocuklara yönelik bilimsel kitaplar artık ansiklopedik kitaplar olmamalı. Hikâyelendirilmiş kitaplar ile bilim, eğlenceli bir noktaya gelmeli. İkincisi, ben zaten eğitmenlik kökeninden geliyorum. Çocuklara yönelik atölyeler vs. yaparken, çocukların kitaplarını da incelemeye başladığımda, biraz hevesim kırılmıştı. TÜBİTAK’ın evrim kapağını yasaklaması, kimi çocuk kitaplarını incelediğinde ereksel düşünceyi uyandıracak ifadelerin bulunması ve bazı yayınevlerinin bilim kitabı diye, mesela içinde evrimin olmadığı biyoloji kitabı çıkarması bilimi daha fazla sevdirecek, daha fazla çocukla ilişkiye geçebilecek bir şeyler yapabileceğimi düşündürdü bana. Atölyeler bir ayağıydı, kitap fikri de buradan gelişti biraz.

Çocuk için görsellik önemli diyebiliriz, siz bu kitaptaki çizimlerden ne ölçüde memnunsunuz?
Seda Mit’le birlikte güzel bir iş çıkardığımızı düşünüyorum. Seda, özgün bir çizer. Yabancılaştırma efekti diyebileceğim faktörler var çizimlerinde. Ayın içerisinde bir yazı akıyor mesela, bu çok sık rastlanan bir şey değil. Ortamın da mümkün olduğunca gerçek olmasını sağlamaya çalıştık. Seda’nın kendi özgünlüğü dışında, ortam ve kuşlar mümkün olduğunca gerçeğe yakın oldu ama çizim özelliğini koruması da Seda’nın kendi katkısı.

Bu kitapta kuşların tanıtıldığını görüyoruz. Neden kuşları tercih ettiniz? Doğadaki başka hayvanlar ya da canlılar için de kitap çıkarmayı düşünüyor musunuz?
“Doğadayım” serisi, hayvanlar odaklı, ama bitkileri de anlatmayı düşünüyorum. Temelde canlılardan bahsedeceğim. Primatlar, kediler, böcekler vs. bizim ilgi duyduğumuz ya da duymadığımız, korktuğumuz ya da çeşitliliğini hiç fark etmediğimiz doğa hakkında birazcık hoş duygular uyandırmak kaygısıyla yapılmış bir seri bu. 

Kitaba Cemal Süreya ile giriş yapmışsınız. Seri, İkinci Yeni akımından yazarlarla mı ilerleyecek? Kitabın dilini de şairane bir üslupla yazmışsınız. Kuşlarla ilgili bir kitabın, şairlerle nasıl bir bağı olabilir? 
Şiirsel bir dil yerine daha çok tekerlemeler diyebilirim. Birbirini kovalayan cümleler, birbirine devrilen kelimeler, bir sonrakini çağrıştıran bir akış, bir ahenk yaratmak istedim, amaç İkinci Yeni akımını devam ettirmek ya da onu burada uyarlamak değil. Diğer kitaplar da belli şairlerle ilişkilenecek.  “Doğadayım” serisi bu yolla oluştu. Primatlar da mesela Nâzım’la akacak.  “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” derken, ben Cemal Süreya üzerinden kuşları hatırlıyorum, bu bana başka bir alanın kapılarını açıyor. Ben kendimce onu akıcı ve keyifli bir dille anlatmak istiyorum. Dildeki ahenk de oradan başlıyor, okuması kolay olsun, hisleri daha çok yansıtsın, sadece kuru bir ansiklopedik bilgi olmasın diye. O bilgiyi çevirmek ve çocuğun oyununun içine katmak gibi bir fikirle oluştu bu. Bunu başarabildiğim ölçüde mutlu olurum.

Sanat herkese başka bir şey çağrıştırıyor, orası kesin, ama bunu bilimle özdeşleştirmek çok enteresan. Cemal Süreya’nın o dizeleri olmasa, onu yine kuşlarla mı bağdaştırırdınız?
Cemal Süreya’nın “Aritmetik iyi, kuşlar pekiyi” isimli bir köşesi vardı bir dergide, sonra o yazılar derlenip kitap olarak basıldı. O köşesinde çocuklara yazılar yazıyordu, benim ilk kıvılcımımı yakan odur. “Çocuklara, istediğiniz her şeyi söyleyin, içinde bir ufak bilgi de olsun, ama onu ufak bir hayalle süsleyin” derdi. Yani bu dizeler olmasa, o köşe yazısından yola çıkardım.

Peki sanatın içinde, bilimi görmeniz sadece edebiyat alanında mı oluyor, yoksa resimde, müzikte de bunu yakalayabiliyor musunuz?
Vivaldi’nin “Dört Mevsim”inde doğa geliyor insanın aklına. Doğa gerçek bir büyüdür, mistik anlamda değil, etkileyicidir, bilim bize bilmediğimiz görmediğimiz bir sürü kapı açıyor. Gerçeği öğrendiğimizdeki heyecan, onda çelişki gördüğümüzde de duyduğumuz heyecan... Bilim soğuktur, gridir derler, ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Doğanın bir şarkısı, bir şiiri var, gerçeğin bir güzelliği var, yeter ki ona o hisle bak. Carl Sagan, uzayda ilerlerken etrafına bakıyor, bulutlar ve ışık oyunlarını görüyor: “Buraya beni değil, bir şairi göndermeliymişler” diyor. Bilim, öğrenmek, anlamak beni güzel duygulara yönlendirir. Kuşsever insanlara bakın, kuşlar onlara her zaman büyüleyici güzellikte gelir.