Barış Uygur ile yeni kitabı ve mizah üzerine...

Uykusuz yazarlarından Barış Uygur ile yeni çıkan kitabı ve mizah üzerine konuştuk.

Uykusuz dergisindeki mizah yazılarından tanıdığımız Barış Uygur ile yeni çıkan kitabı "Feriköy Mezarlığı'nda randevu", Türkiye'de polisiye romanın durumu ve mizah üstüne bir sohbet gerçekleştirdik.

Biz sizi hep mizah yazılarınızla tanıdık. Bir roman yazma fikri ne zaman düştü aklınıza?

Herhalde çocukken yazı yazmak isteyen herkesin ilk yazmak istediği şey romandır. Lise, hatta ortaokuldayken roman yazmayı denerdim. Tabii çocukça şeylerdi. Okuma yazmaya başladığımdan beri mizah dergilerini takip ederdim ama o zamanlar mizah yazarı olmak gibi bir düşüncem yoktu. Mizah yazarlığına başlamam biraz tesadüfi. Lisedeyken Pişmiş Kelle’ye gidip geliyordum. Günün birinde, bu söylediklerini yazsana dediler, ben de yazdım ve mizah yazarlığı öyle başladı.

Peki ya polisiye?

Polisiyeye yönelmem Lawrence Block’la tanıştıktan sonra oldu. Elime geçen ilk kitabını okuduktan kısa bir süre sonra yayınlanmış bütün kitaplarını bitirmiştim.

Lawrence Block’da sizi cezbeden ne fark vardı?

Block’un son derece sade, çok fazla detaya girmeden çok şey anlatan soğukkanlı bir dili vardır. Tıpkı Hemingway gibi birçok duyguyu o duygulardan hiç bahsetmeden verebilir. Aslında bu eski Arap edebiyatında da vardır, “haber” diye geçer. Onların aktarımı tamamen dümdüzdür. Hiçbir yorum katılmaz. Anlatılan, karakterlerin iç dünyaları, çelişkileri falan değil sadece aksiyondur. Ama o aksiyondan uzun uzun anlatılacak bir sürü şey de çıkar. Haber dili ile bu tip polisiye dili arasındaki ilişkiye dair bir iki makale de var zaten. Benim Block’da gördüğüm oydu. Buna ek olarak, son derece mizahi bir dili vardı, o da bana güzel geldi. Oturdum, hepsini okudum. Polisiyenin dışında, polisiye edebiyat üzerine ya da yazı yazmak üzerine yazdıklarını da okuyunca, ufkumu açan bir adam oldu. Onun vasıtasıyla Hammett, Chandler ve Donald Westlake gibi isimlerle tanıştım. Westlake mesela, bence kıymeti bilinmemiş bir adam.

Sonuç olarak sizi cezbeden durum olayın gerçekçi oluşu, bunun sade ve derinlikli bir dille anlatılması ve işin içinde mizahın oluşu diyebilir miyiz?

Mizahın olması kaçınılmaz zaten. Her insanın sıradan bir günü içersinde gülümsediği birçok olay olur. Bu nedenle Lawrence Block, sadece biraz daha altını çizmiştir diyebiliriz.

Behzat Ç. ile beraber Türkiye’de polisiyeye olan ilginin arttığını düşünüyor musunuz,bunun polisiye okumalarına yansıdığını söyleyebilir miyiz?

Bunu daha önce de sorunlar oldu. Arttığını düşünmüyorum. Tabii, hangi tarihi kerteriz aldığınıza göre değişir. Örneğin 1950’lileri kerteriz alırsak, arttığı yok. O yıllarda polisiye son derece karlı da bir işti üstelik. Büyük sermayedarlar bile bu işe giriyordu. Örneğin Kemal Tahir’in yazdığı Mayk Hammer’ların satışları altı haneli sayılara ulaşmıştır.

Anlıyorum ama yine de, toplumsal meseleleri kaşıyan böyle bir romanın öyle ya da böyle yarattığı bir ilgi olmadı mı?

Memnuniyet duymamız gereken bir şey var. Bugün nicelik olarak bir sıkıntı var, evet. Polisiyemiz, gerek satış rakamları gerek piyasaya çıkan eser miktarını düşünürsek nicelik olarak hayli düşük. Ama şöyle önemli bir nokta var: nitelik olarak çok ciddi bir potansiyel barındırıyoruz. Bizim ucuz ve pespaye polisiyemiz yok. Kemal Tahir’in Mayk Hammer’ları da son derece niteliklidir. Kemal Tahir meseleleri sınıfsal olarak gayet ciddi ele alıyor. Kemal Tahir ve Aziz Nesin cezaevindeyken, Aziz Nesin’le aralarında bir tartışma oluyor. Aziz Nesin “tecimsel kaygılarla yazmak zorunda kaldınız bu kitapları” deyince Kemal Tahir bunu reddederek yazdıklarıyla batı toplumunun çürümüşlüğünü yansıttığını iddia ediyor. Kesinlikle haklı. Polisiyenin böyle bir olanağı var. Dashiell Hammett’ın yaptığına bakalım mesela. Bütün kitaplarında bir takım olaylar olur, çözülmesi gereken karışık problemler vs. ama okuduğunuzda aklınızda kalan toplumsal düzenin ne kadar kokuşmuş olduğudur. Raymond Chandler da aynı şekilde. Hatta bir anı vardır. Raymond Chandler’ın “Büyük Uyku” kitabı filme çekilecektir, senaryo yazılırken, senaristler bir noktada takılırlar. Asıl cinayetin dışında bir de şoför öldürülmüştür ama onu kimin öldürdüğü belirsizdir. Senaristler bir türlü olayı çözemez ve yazarı ararlar, Chandler “Ben de bilmiyorum” der kapatır. Yani önemli olan onu kimin öldürdüğü değil, olayın çevresinde olup bitenlerdir.

Genelde polisiyelerde karmakarışık, okuru sürekli ters köşeye yatırmaya çalışan bir kurgu olur. Siz ise kitabınızda bundan çok, olayın çevresindeki karakterlere doğru itiyorsunuz bizi.

Aslında bütün bir yazı yazmada zaten vardır bu ama polisiye buna başlangıçtan itibaren çok rahat olanaklar sağlıyor. Sherlock Holmes’a bakarsanız, onda da bir pozitivizm güzellemesi vardır. Arthur Doyle, dünyadaki her şeyin açıklanabilir olduğunu anlatır. Olayların arkasında gizem vs. yoktur. Doyle, her şeyin bilimle açıklanabileceğini savunan bir düşünceyle hareket eder. Hatta filmini izlerken bir an şüphelenmiş, “Yoksa işi büyüye, gizeme mi bağlayacaklar?” diye düşünmüştüm ama filmin sonunda gördüm ki, orada bile çözüm pozitivisttir.

Elimizde bir Süreyya Sami polisiyesi var. Kitabın kapak tasarımı, polisiye serisi algısı uyandırıyor. Devamı gelecek mi?

Devamı var. Zaten bitti, ikinci kitap da şu an yayınevinde. Zaten ben, seri düşündüğüm için ikinciyi bitirdikten sonra birincinin basılmasını istedim. İkinci kitabın ilk okuması henüz yapıldı. Eğer yetiştirebilirsek Kasım ayında da o piyasada olacak.

Kitaba ilgi nasıl?

Beklediğimizden çok kısa sürede ikinci baskıyı yaptı. Ben memnunum, sanırım İletişim Yayınları da memnundur.

“Süreyya Sami” ismi Ebüssüreyya Sami’den geliyor sanırım, nedir hikayesi?

- Ebusüreyya Sami, polisiye alanında önemli bir araştırmacı olan Erol Üyepazarcı vasıtasıyla tanıma fırsatı bulduğum, Türk edebiyatının ilk polisiye serisi Amanvermez Avni’nin yazarı ve bence son derece iyi bir dili var. Ebüssüreyya, kıymeti çok bilinmemiş yazarlardan biri.

Aslında, Türkiye’de böyle bir külliyat hiç yokmuş gibi bir algı var ama olduğuna dair çok güzel bir hatırlatma da olmuş denebilir, ne dersiniz?

Doğru. Sanki Türkiye'de polisiye yazılmıyor sanılıyordu. Ancak çok ilgili bir çevre biliyordu.

Gündelik hayat çelişkileri olan biri Süreyya Sami. Bu anlamda, polisiyelerde görmeye alışık olduğumuz, kurnaz, olayları bir çırpıda çözen biri değil. Hatta kandırılabilir biri. Neden özellikle böyle bir karakter?

Ben, romanın dört bir ayağının da gerçeklik zeminine oturmasını istedim. Çok ince eleyip sık dokuyan bir okur, Süreyya Sami’nin kitapta geçen herhangi bir gün okuduğu bir haberi, gerçekten o günün gazetelerinde bulabilir. Artık bıktırıcı denebilecek kadar detaylara özen gösterdim. Süreyya Sami, kendisine itiraf edebildiği her şeyi, bize itiraf ediyor. Süreyya Sami’yi özel kılan bir şey yok. Normal bir adam ama elbette sıra dışı bir takım özellikleri var. Bir romanın kahramanın olabileceği kadar farklı ama olması gerektiği kadar da gerçek biri olmasını istedim. O dengeyi umarım kurabilmişimdir.

Türkiye için uzun sürecek bir sürecin başı: 2002 yılı seçimlerinin hemen öncesi, trajik bir karakter, “güzel ve kirli” bir kent ve her şeyin ortasında olaylara kayıtsız gibi görünen bir dedektif. Neden kayıtsız görünmeyi seçiyor Süreyya Sami?

Kayıtsız, doğru. Farkında ve kayıtsız. Zaten kayıtsızlık böyle bir şeydir. İdeolojik angajmanı yok. Herhangi bir okuldan, herhangi bir perspektiften beslenmiyor. O yönde bir eğitimi ya da eğilimi yok. Sinik bir karakter, daha çok “bıkkın” birisi.

İkinci romanda neler bekliyor bizi?

İkinci roman 2009 yılında geçiyor. Daha ileri bir tarih ama Süreyya Sami’nin geçmişine dair anlamlı ve net ipuçları veren bir kitap olacak. Süreyya Sami’nin polis teşkilatındaki yıllarına bakacağız. Bugünkü karakterin nasıl oluştuğuna dair fikirlerimiz olacak ve gerektiğinde ne kadar sertleşebileceğini göreceğiz.

Biraz da mizahtan konuşalım. Türkiye’de mizah yayıncılığının, toplumsal muhalefetin bir parçası olarak dikkate değer bir geçmişi var. Siz de uzun yıllar mizah dergilerinde çalıştınız. Halen Uykusuz’da her hafta iki köşeniz çıkıyor. Sizce toplumsal muhalefet ve mizah yayıncılığı arasında nasıl bir ilişki var?

Dünyada da Türkiye’de de mizahın muhalif olmadan yapılması çok güç, o biraz eşyanın tabiatı gibi bir şey. Almanya’da, Amerika’da da iktidarın karşısında oluyor genelde mizahçılar. Tersi de olabiliyor tabii ama ağırlıklı olarak muhalif, iktidarda kim varsa, kim güçlüyse onu eleştiren bir tavır hakimdir. Amerika’da mesela şu an Obama’nın rakibi olan adayla ilgili Letterman’ın şovunda bir bölüm var Mitt Romney ve yalanları diye. O iktidardan yana görünüyor ama bunu Obama’ya karşı da yapabiliyorlar. Neticede orada iki parti birden iktidarı temsil ediyor mizahçılar için. Biri %51 oy alıyorsa diğeri de 49 alıyor, güçleri arasında çok az fark var. Ama iktidarda olmayan, elinde güç bulunmayan bir kurumla dalga geçmek de zor zaten. Evet, sarsaklıklarıyla espri konusu olabilirler ama mesela ben şimdi CHP’yi neden ikide bir eleştireyim ki? Adamlara oy vermemişim, üyeleri değilim, bir şey değilim. Üyesi olsam, CHP iktidara gelsin istesem, sabah akşam eleştiririm, “öyle değil, böyle yapın” diye ama öyle bir durum da yok. E iktidarda olmadığı için hayatıma da fazla dokunmuyor.

Bugün Türkiye’de, çok önemli bir dönüşüm sürecinden geçiyoruz. İktidar partisinin bu süreçte en çok uğraştığı işlerden biri yeni bir toplumsal kültür inşa etmek oldu. Bunun önemli bir parçası olarak, AKP hükümetinin mizah alanına müdahalesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok büyütmeyelim bence. Mizahın iktidarla çok daha sert karışı karşıya gelişleri oldu. Geçenlerde Turgut Özal’la ilgili bir yazı okudum. Kendi hakkında çizilen karikatürlerin orijinallerini istermiş, çok hoşgörülüymüş falan. Bu kadar açık yalan söylenmez. Leman dergisi yıllarca Turgut Özal’ın adını yazmadı. T.Ö. yazdılar, tahammül ötesi… Özal döneminde mizahçılar sanılanın aksine bugünden daha çok dava edildiler.

Ama mesela, Bahadır Baruter’in karikatürü üzerinden oluşan infial, bence 10 yıl önce olmazdı. Hükümetin doğrudan müdahaleleri dışında, toplumsal kültür nezdinde bir tahammülsüzlük söz konusu değil mi?

Olayı değerlendirirken bazı parametreleri dışarıda tutmamaya çalışalım bence. Evet, Bahadır Baruter’in karikatürü bundan 15 yıl önce böyle bir infial yaratmazdı. Çünkü 15 yıl önce o karikatürü sadece o derginin okurları bilirdi. Ama şimdi bir karikatürü milyonlarca kişi okuyabiliyor. İnternet üzerinden, şuradan buradan çok hızlı yayılabiliyor. Yani o bilginin ulaşılabilir ve dağıtabilir olması çok önemli bir değişim. Ama tabi tarihsel olarak Türkiye toplumunda mizahçılara yönelik sempatide bir azalma var. Mesela, zamanında Cemal Nadir’in cenazesine onbinlerce insan katılmış. Kapalıçarşı’da dükkânlar kapanmış. Halkın kendi iradesiyle yaptığı bir şey bu. Evet, o saygıda bir azalma var ama sanırım Oğuz Aral da dile getirirdi bunun başlangıcı 1960 darbesinden sonra. Onun dışında 1990’lardan beri mizah dergilerinin satışında bir gerileme var. Ama buradaki düşüşü belirleyen parametre bence Türkiye’de özel televizyonlarının sonra da internetin yükselişi ile bağlantılı. Eskiden Kemal Sunal filmi yılda 2 kez yayınlanırdı. Yılbaşı gecesi yayınlanacak beşer dakikalık skeçleri beklerdik. Şimdi, insanlar mizaha çok daha kolay ulaşabiliyor.

Söyleşi için çok teşekkür ederiz. Yeni kitabınızı merakla bekliyoruz.

Ben teşekkür ederim.

Murat Akgöz (soL)