Aydınlanma Dosyası | Beethoven bizim için neden değerlidir?

soL Kültür'ün Aydınlanma Dosyası devam ediyor... 1929 yılında Lunaçarskiy’nin "Iskustvo i molodyoş" (Sanat ve Gençlik) derlemesinde yayımlanan bu makalesi, 27 Şubat 1927'de Beethoven’ın ölümünün yüzüncü yıl dönümü dolasıyla düzenlenen konserin açış konuşmasının gözden geçirilmiş steno tutanağıdır.

Anatoli Lunaçarskiy | Çeviren: M. Ali İnci - İsmail Yarkın

soL Kültür'ün Notu: 1929 yılında Lunaçarskiy’nin ‘Iskustvo i molodyoş’ (Sanat ve Gençlik) derlemesinde yayımlanan makalesi, 27 Şubat 1927'de Beethoven’ın ölümünün yüzüncü yıl dönümü dolasıyla düzenlenen konserin açış konuşmasının gözden geçirilmiş steno tutanağıdır. Makalenin kısaltılmış bir metni, “Beethoven” başlığıyla, 20 Mart 1927’de, “Komsomolskaya Pravda”nın 64. sayısında yayımlanmıştır. Türkçeye M. Ali İnci ve İsmail Yarkın işbirliğiyle çevrilip İnter Yayınları'nın "Miras" başlıklı Lunaçarskiy derlemesi aracılığıyla kazandırılmıştır. 


Beethoven için resmi yüzüncü yıl kutlamaları yaklaşıyor.[1] Bütün uygar insanlık, herkesin de kabul ettiği gibi, insanlığın şimdiye kadar tanıdığı bu en büyük müzisyene saygısını gösterecektir. Ama bu, kesinlikle bu uygar insanlığın bütün kesimlerinin Beethoven’ı aynı ölçüde algılayacakları ve aynı şekilde onurlandıracakları anlamına gelmez.

Yalnızca Batı’da değil, aynı zamanda bizde de var olan bazı makalelere baktığımda ve kimi yargıları duyduğumda, sözde Beethoven anmasının farklı, kimi zaman birbirinden çok kuvvetli bir şekilde ayrılan akımlarını fark ediyorum. Kendilerini modernist, yani ilerici gören insanlar, geleceğe bakan modern insanlar, devrimciler vardır; ama bunlar, her zaman bizim bildiğimiz, bütün toplumsal yaşamı dönüştürme anlamında devrimciler değildir; burada genellikle söz konusu olan, şu ya da bu alanda çok çarpıcı biçimsel yenilemelerdir. Bu bakış açısıyla, insan, matematikte bir devrimci, fizyolojide bir devrimci olabilir; müzik de, doğal olarak, onların nağmelerinin, müzik eserlerinin kendilerine göre yaratıldığı yasalarının bakış açısı altında iç bunalımlar, canlanmalar geçirebilir. O insanlar, Beethoven’ın büyük bir müzisyen, ama artık bir müze olduğunu söylüyorlar. Onlara göre, Beethoven artık, ihtiyar bir anacıktır. Elbette onun incelenmesi gerekir – geçmişi tanımadan ilerlemek çok zordur; yetenekli bir orkestra aracılığıyla eski şarkıcığını dinleten bir ihtiyara ara sıra kulak vermek, elbette hoştur. Ama böyle şarkıcıkların buna rağmen zamanı geçmiştir, insan, şimdi artık yeni şarkılar dinlemelidir. Müziğin yapısı açısından, ses bileşimleri, biçim yeniliği, algı duyarlılığı, ritimlerin özellikleri ve çeşitliliği vs. açısından oldukça ilerledik. Beethoven’dan bu yana, içinde yeni, dev bir sanayi kültürünün büyüdüğü ve insan yaşamının tümüyle yeni ilişkilerinin oluştuğu yüz yıl geçti. Müzik bütün bunları yansıtamadı. Böylesi modernlik açısından, on yıl önce yaratılan müzik, diyelim ki Fransız Altıların (Milhaud, Poulenc, Wiener ve diğerleri)[2] müziği, Beethoven’ın yüzyıllık müziğinden daha yüksekte duruyor.

Bizde de, Beethoven’a belli ölçülerde kuşkuyla yaklaşan yoldaşlar, gerçek devrimciler var: Beethoven, bir klasik mi? Evet, elbette. Ama belli anlamda biz de klasiğiz. Öncellerin bize ne gereği var? Biz kendimiz, torunlarının kendilerinden gurur duyacağı öncelleriz. Biz iktidarı ele geçirdik ve böylelikle yeni tarihin başlangıcını belirledik. En iyileri de olsalar, eski kültür paçavralarını boynumuza asmamız gerektiği nerede yazılı? Kültürün, ekonominin üzerinde bir üstyapı olduğunu Marx söylemedi mi? Biz, burjuva ekonomisini parçaladık, bunun sonucu olarak, burjuva kültürü de parçalandı. Biz, yeni bir ekonomi inşa ediyoruz ve onun üzerinde yeni kültürümüzü yaratıyoruz.

Bizzat Vladimir İlyiç’in buna ilişkin söylediklerine kulak verelim. Vladimir İlyiç, Beethoven’ın bir piyano sonatını dinledikten sonra, insan ruhunun neler yaratabileceğini algılayınca, insanın insan olmaktan gurur duyduğunu söylüyordu.[3] Bu gerçekten de en dâhi politikacının, Vladimir İlyiç’in, en dâhi müzisyen için, Beethoven için yaptığı muazzam, diyebilirim ki, şiirsel bir değerlendirmedir. Yani İlyiç, onun eserini dinlerken ondan insan çehresi taşıma gururunun yeni bir duygusunu duyduğundan, Beethoven, İlyiç’in büyük yüreğine ve büyük zekâsına yeni ve önemli bir şey söyleyebilmiştir.

Nedir burada söz konusu olan? Açık ki, her iki “devrimci” bakış açısı da yanlıştır. Öncelikle ve gayet kısa bir şekilde biçim devrimcisini yanıtlayalım.

İnsanlığın müzikal geleceğinin büyük olduğundan ve onun yeni bir kültür inşa edeceğinden kuşkumuz yoktur. Ama bütün bunlardan çıkan sonuç, bizim, şimdi Batı’da faaliyet gösteren müzisyenler dahil, en yakın dönemin müzisyenlerini kendimize Beethoven’dan daha yakın gördüğümüz değildir. Ve bunun nedenleri şunlardır. Bir sınıfın ve onun kültürünün, embriyon durumundan çocukluk ve gençlik dönemi vs. yoluyla gelişip, sürekli olarak daha büyük bir olgunluğa doğru ilerleyen tarihsel bir organizma oluşturduğu, böylece, diğer şeylerin yanı sıra, her yeni on yılın müziğinin on yıl önce var olan müzikten daha yüksekte olduğu düşüncesi, tümüyle yanlıştır. Siz Komsomolcularda da durum böyledir; içinizden bozulmayıp da normal gelişen biri, her hafta daha akıllı olacak ve son konuştuğu her şey, daha önce söylediklerine göre daha yüksek ve daha incelikli olacaktır. Ama bu, siz genç olduğunuz için böyle ve her kültür, genç olmaktan çok uzak. Bizzat burjuva filozofları, Marksist olmayanlar bile, bunlar bile, çok iyi biliyorlar ki, kültür, kesintisiz yükselen bir çizgide ilerlemiyor. Bir dizi uygarlık, bir doruk noktasına ulaştı ve sonra da parçalandı. Ve bu çöküşlerin çağdaşları, özellikle de egemen sınıfa mensup olduklarında, bunu çoğu zaman kavramadılar. Altın çağ artık onların gerisinde kalmıştı, ustalık artık kaybolmuştu, içsel içerik can çekişiyordu, biçimler dağılmıştı, ama onlar, bütün bunların yalnızca karmaşıklaştığını ve yetkinleştiğini düşünüyorlardı. Ve ancak birçok yüzyıl sonra, örneğin, biz şimdi Roma ve Yunan uygarlığının tarihini incelediğimizde, yükselmenin ne büyük ve çöküşün, her türlü biçimsel kaostan geçerek, ne derin, eski ustalığın yozlaşmasının ve tümüyle yitmesinin, her türlü inceltmeden geçerek, ne kadar yavaş bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz.

Biz Marksistler “organik” kültür teorisini reddediyoruz. Bizim bakış açımız, sınıf bakış açısıdır.

Yeni iktisadi biçimler, eski iktisadi biçimlere uyan belirli toplum ve devlet düzeninin artık işe yaramadığı yeni ilişkiler getirir beraberinde. Örneğin, zanaatın ve manüfaktürün gelişmesiyle birlikte, kent ve kentsel üretim, artık kırdaki serf emeği temelinde yetişmiş olan feodal toplumun çerçevesine sığmaz. Kentsel burjuvazi sınıfı, yeni çalışma biçimlerinin bu örgütçüsü ortaya çıkar. Eski egemen sınıfa karşı mücadeleye girişir. Büyür, özsuları emerek doyar, her on yıl ona yeni zenginlikler, daha fazla etki sağlar, halk güçlerini kendi etrafına toplamaya başlar, hem işçileri ve köylüleri hem de diğer sınıflardan en ileri insanları kendine çekmeye çalışır ve bunun için de kendisini, olabildiğince kapsamlı bir ideoloji yaratmak zorunda görür: Akılcı insan toplumu düzeni teorisi, insanları mutlu kılan kurtarıcı reformlar teorisi. Ve ilerlediği, umutlar beslediği ve belki de, örneğin, burjuvazide söz konusu olduğu gibi, yeni, sağlıklı, bilimsel temellere oturtulmuş bir toplum düzeni yaratacağına bizzat kendisi gerçekten inandığı için, bunu yapabilir. Bu arada onda, yeni bir kültür de gelişir. Yeni sınıf iktidarı ele geçirir geçirmez ve toplumu yeni ilkelere göre örgütler örgütlemez, onun kalkınması devam ettiği sürece, kendi klasik, en yetkin, en olgun kültür biçimlerini geliştirir. Ama bu arada, taşıyıcılarının verili sınıf olduğu toplumsal örgütlenmenin üretici güçleri, onun boyunu aşar ve o, çöküşe doğru gitmeye başlar. Aynı süreç tekrarlanır. Tüm geçmiş tarih boyunca, egemen sınıf, her zaman sömürücü bir sınıftı. Her zaman kendisine karşı mücadele eden sömürülen bir sınıf vardı. Egemen sınıfın gelişmesi, belirli bir aşamada kesintiye uğrar, bir durgunluk ortaya çıkar. Ama toplumsal ekonomik yapı, toplumun üretici güçleri, büyümeye devam eder ve onu tarihin dışına atar. Aynı süreç, aynı zamanda diğer, yeni bir sınıfın zaferinin zeminini yaratır. Egemen sınıf, geleceğin kendisi için ne kadar umutsuz göründüğünü hissetmeye başlar, kendi geçmişinde, eski aralık kalmış delikleri yamayabilecek unsurlar aramaya başlar. Bilimin en yeni kazanımlarını, toplumun ilerlemesine çağıran her şeyi yadsır, gittikçe gericileşir ve aynı zamanda zamanını doldurmuş hale gelir, artık ülküleri, inançları yoktur, ele geçirdiği politik iktidarı yalnızca fiziksel zor aracılığıyla elinde tutar. Elbette kültürü de buna uygun olarak şirin gösterir. Ama çökmekte olan sınıf, basitçe çökmez, bir vuruşta değerden düşmez. Hayır, o, gücünü, canlı özünü yitirir, yaşamdan yitirir ve bunu, biçimsel kazanımlarla, dış görkemle, büyüklükle, dev büyüklükle, yeni modalarla, giderek yeni müstehcen biçimlerle vs. gidermeye çabalar.

Kitabı şimdiye kadar Rusçaya çevrilmemiş önemli bir yazar, bir İtalyan müzik filozofu ve kendisi de iyi bir müzisyen olan Bastianelli, müzik tarihine ilişkin kitabında şu yasayı ortaya koyar: Müzik, Beethoven’dan sonra, muazzam bir hızla, biçimsel karmaşıklaşma çizgisi üzerinde ilerlemeye başladı, etik, moral ve vital içeriğini yitirdi; müzik, Beethoven döneminde olduğu haliyle, bir günah çıkarma ve vaaz olmaktan çıkıp, yalnızca neşelendiren bir seslendirmeye ve tınılandırmaya dönüştü.

Bu belki biraz kaba oldu; Beethoven’dan sonra çok sayıda iyi müzisyen [4] var oldu, şimdi de iyi müzisyenler var. Ama Beethoven’ın müziği, kendisini izleyen bütün müzik akımlarıyla boy ölçüşür.

Beethoven, tam olarak, müziğin alışılmamış ölçüde yüksek dorukları aştığı bir dönemin temsilcisidir. Bunun için, bize zaman olarak daha yakın düşen müzisyenler, gerçekte ona göre bize daha uzak kalmaktadırlar. Biz de bir doruğuz. Biz, insan enerjisinin devasa canlılığına sahip yaratıcılarız, biz, proleter ilkbaharın, proleter devrimin ilkbaharının çocuklarıyız. Ve biz bu doruktan etrafa baktığımızda, önümüzde tarihin en yüksek doruğunu görüyoruz: Burjuvazinin devrimci canlanmasını. Ve bunun için de, Lenin’in saptadığı gibi, 18. yüzyılın materyalistleriyle, örneğin Marat gibi, ilk komünist Gracchus Babeuf ve okulu vs. gibi devrimcilerin tırmandığı en aşırı, en büyük doruklarıyla çok ortak noktamızın bulunduğunu düşünüyoruz. Keza genç burjuvazinin en yüksek kazanımlarını yansıtan sanat alanındaki yaratıcıları da, genç geçinmeye çalışsa da, zamanını doldurmuş bir ideolojinin taşıyıcılarından daha yakın durmaktadır. Tam da bu, bizim önceliğimiz değil, tersine, gömmek zorunda olduğumuz, ölüm vakti gelmiş bir ihtiyardır. Proleter gençlik dönemi, burjuva zamanını doldurmuşluğa göre, burjuva gençlik dönemine daha yakındır. Burjuva gençlik dönemini dile getiren Beethoven, bunun için bize yakındır. Genç burjuvazi, tipik burjuvazi değildi. Onun özgül karakter özellikleri, onun kendisinden çok onun büyük umutlarla ilerleyen ve bayrağının üzerinde “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yazan, hatta kimi zaman, ütopyacı bir biçimde de olsa, özel mülkiyet yok edilmedikçe bu hedefe ulaşılamayacağı (küçükburjuvazi, en radikal burjuvazi böyle konuşuyordu) bilgisine varan devrimci bir sınıf olmasında dile gelmektedir. Burjuvazi, onun devriminin ayak izlerinde harekete geçen geniş kitlelerin önderi olarak ortaya çıktı. Bunun için de, bizi genç burjuvaziyle bağlayan momentler bulunmaktadır.

Beethoven’ın, bir bütün olarak bir müzisyen için düşünülebilecek en şanslı koşullar altında dünyaya geldiğini ve yaşadığını söylemek isterim. Beethoven’ın yaşantısını bilen biri, belki de bu sözcüklerle alay edecektir. Beethoven, yoksul bir ailede doğdu, babası ayyaş ve işe yaramazın biriydi. Kendisi, ona katlanamayan ve onun yeteneğini küçümseyici dostluk nişaneleriyle ödüllendiren çeşitli saray kodamanlarının yanında müzik uşağıydı. Bir bütün olarak o dönemin kodamanları, kendilerine eğlence sağlayan oyunculara, şairlere, müzisyenlere, bir tür soytarı gibi davranıyorlardı. Ömrünün sonuna doğru, Beethoven sağırlaştı, bu, bir müzisyen için özellikle korkunç bir şeydir. Aşkta hiçbir zaman şansı olmadı, kadınlara olan romantik sevgisi, hep bir engelle karşılaştı; önemsiz bir insan ve neredeyse işe yaramaz biri olan ve ona tasası için düş kırıklığından ve ağır melankoliden başka bir şey getirmeyen yeğenini şiddetle sevdi. Beethoven’ın yaşantısı karanlıklarla örtülüydü. Ferahlatıcı anları çok seyrek oldu. Ama onun bir müzisyen için çok şanslı koşullar altında yaşadığını söylüyorum ve bunu yineliyorum. Bu koşulların belirli bir sosyolojik çözümlemesini verdikten sonra, bazı bahtsızlıkların onun için avantaj oluşturduğunu kavrayacaksınız: İnsan için değil, yaratıcı için, yeryüzünde yaşayan ve ölen Beethoven için değil, ölümsüz Beethoven için.

Feodal düzen, tüm toplumsal yaşamı kısıtlamalara bağlayarak düzenledi, zümre hücrelerine böldü. Belirli bir çevre içinde doğan herkes, bu çevre için belirlenen yolda yürümeye devam etti. Herkesin yeri belirlenmişti ve çok seyrek durumlarda birileri bu çerçevenin dışına çıkabildi. Bir soylu, yaşamını bir soyluya yaraşır şekilde geçirdi. Belirli bir lonca içinde doğan zanaatçı, tüm loncasının ürettiğini üretmek zorundaydı: belki de biraz daha karmaşık, ama genel olarak, toplumsal hayatta bütün zamanlar için saptanmış bir biçimde. Bir birey, bir kişi, en büyüğü bile olsa, çok az ileri gidebilirdi.

Buna karşılık 18. yüzyılın ortalarından itibaren, Büyük Fransız Devrimi’ni hazırlamış olan büyük süreçler başlıyor. Feodalizm parçalanıyor. Küçükburjuvazi ve köylülük alanından gençlik, deyim yerindeyse denize düşüyor, yurtlarını terk ediyor, gözün erişebildiği ölçüde, kentten kente, ülkeden ülkeye yayılıyor, uşak, sekreter olarak iş arıyor, içinden eserlerini çeşitli efendilere adayan gazeteci, yazar, müzisyenler çıkarıyor. Napolyon’un, bir keresinde yeni yetenekler çıkaran kariyer olduğunu söylediği demokrasi, kendini hissettiriyor. Kimi yeni yükselenler, şan, para, yüksek toplumsal konum elde ediyorlar (bu, eskiden yalnızca Katolik kilisesi içinde olanaklıydı). Ama elbette çok daha büyük sayıda genç insan telef oldu, bu rekabet mücadelesi içinde ayaklar altında kaldı, düş kırıklığına uğratıldı, öldü ya da az para karşılığında herhangi bir yergi uydurabilen ya da başka bir hukuksal namussuzluğa girişebilen alçaklara ve haydutlara dönüştü. Kısaca, çoğu alçaldı ve insanlığın çöpü haline geldi. Bütün bir yaşama, bir yığın acı, hırs, heyecan ve en çeşitli maceralar eşlik etti. Aşk tümüyle değişti: Aşk, artık ortaçağın, deyim yerindeyse ortaçağ kilisesi tarafından ve devlet tarafından genelevlerde izin verilen ve meşrulaştırılan dingin, uyumlu sefahati değildi, babanın seçtiği “uygun gelin” ile dingin, uyumlu evlilik de değildi. Bu macera yaşamı içinde, gençlik gözünü her kadına yöneltti. Sürekli olarak, bir öğretmeninin, ekmeğini veren kadına, yükseklerde duran hanımefendiye âşık olduğuna tanık oluyoruz. Bu, karmaşık, çok hastalıklı maceralara yol açıyordu. Ya da tersi: Bir hırsız çetesine mensup bir fahişeye duyulan hayranlık ve bundan doğan en çeşitli tartışmalar. Kısaca, aşk da eski kıyıları terk etti ve bu temelde, o zamanki aydınlar tabakasının bilincini, iç yaşamını dolduran bir yığın yaşam engeli, bir yığın felaket, bir yığın acı ortaya çıktı.

Ve işte bu yeni yaşam, içinde o kadar çok gelecek dürtüsü, o kadar çok istek, acı ve ahlar barındıran çok katmanlı, uyumsuz, tutkulu yaşam, şimdi ifadesini yeni müzikte buluyordu. Bağımsız meta üreticileri toplumu olan burjuva toplum, toplumsal bağlarını, feodal zümre toplumundan daha gizli bir şekilde ilan eder. Birçok sanat (örneğin, resmi sanat olarak mimari), feodal toplumun dağılmasına uygun olarak düşmeye başlarken, müzik olağanüstü bir yükseklik kazanıyordu. Ama Gluck ve Mozart’tan, bu yeni demokrat aydın tabakasının ortaya çıkardığı ilk büyük müzisyenlerden düz bir çizgi çektiğimizde, müziğin bireyciliğinin sürekli güçlendiğini görürüz. Müzik, derin bir kişisellik kazanır, iç yaşamın huyları, ruh halleri, beklenmedik değişimleri halinde yağar. Bu çizgi, kimi zaman, örneğin Schumann’ın müziğinde olduğu gibi, başkaları tarafından zor anlaşılabilen neredeyse çılgınca psikolojik inceliklere götürebilir.

Fransız Devrimi, bilindiği gibi, Babeuf hariç, küçük komünist gruplar ve hareketler hariç, burjuva ve bunun sonucunda da bireyciydi. Fransız Devrimi, o dönemde, başdüşmanı, yani feodal düzeni yenmek ve kendisini zenginlerin tahrip edici etkisinden, yabancı gericiliğin hücumundan, geri bölgelerde devrime karşı isyan bayrağını yükselten köylü gericiliğinden korumak için, devlet iktidarını, orduyu örgütlemek zorundaydı. En katı disipline gereksinim vardı ve devrim, bu disiplini yalnızca kararnamelerle ve terörle değil, aynı zamanda eğitimle de sağladı. Sınıf eğitiminin yöntemlerinden birisi, şenliklerdi.

Fransız Devrimi, uzun olmayan ömrü boyunca bir dizi örnek kitle şenliği yarattı. Bizde Vladimir İlyiç’in cenaze töreninin olduğu gibi, dev  bir toplumsal hareket oluşturan sevilen önderlerin cenaze törenleri, törenlerle-şenliklerle kutlandı; devletin varlığı için duyulan tasa süresince her askere alınma –“haydi, silah taşıyabilen herkes sınıra!”– keza bir askerî şenlik gösterisi şeklinde kutlandı. Devrimin yıldönümü, bizdeki Bir Mayıs ve Ekim gibi kutlandı ve bunlar, halk şenlikleriydi.

Jakobenlerin saflarından devrimciler, bu yolla kitleleri örgütlemeye çalıştılar. Kitle şenliklerinin en iyi örgütleyici unsurunun müzik olduğunu biliyorlardı. Bunun için de Konvansiyon, buna özel bir dikkat sarf etti. Paris Konservatuvarı’nın, Paris müzik çevrelerinin yardımıyla tüm halk tarafından bir kerede öğrenilen ve on binler tarafından sunulan yapıtlar yaratıldı. Ve bu müziği, bu çağın en büyük Fransız müzisyenleri yazdılar: Méhul ve ihtiyar Gossec. Bunlar, tüm bir ulusun, tüm bir devrimci halkın ruh halini ifade ettiği şahane heybetli partisyonlar yarattılar.

Beethoven, Tiersot’nun kanıtladığı gibi, ruh itibariyle, hatta kısmen biçim itibariyle bu müzikten çıktı. Beethoven, müziğinde, Büyük Devrim’in müzik dünyasına getirdiği esas şeyi dâhiyane bir şekilde yansıttı.

Ama Fransız Devrimi’nin ideolojisinde, bizim için de güncel ve önemli kalan ne vardı? Şu. Her şeyden önce, bizzat sorunun ortaya konuşu: İnsan ve yazgı, insan ve doğa. İnsan, o zamanlar, Devrim sırasında şunu söylüyordu: “Ben, kendimi yalnızca insan toplumunun eski yasalarına tabi kılmak değil, aynı zamanda, bu doğa beni köleliğe mahkûm ediyorsa, doğa yasalarına bile tabi kılmak istemiyorum. Ve burada söz konusu olan, ham hayaller kurmam, temelde köleleştirici ve bağımlı kılıcı bir dünyayı şirin göstermem değil. Hayır, ben akıllı bir varlığım ve tüm çabalarımı diğer insanlarınkiyle kardeşçe birleştirip, dünyayı dönüştürmek istiyorum.” Aynı şeyi Marx da söyledi: İnsan, dünyayı, sadece onu bilmek için değil, onu dönüştürmek için bilmeli. Bu, ilk kez Fransız Devrimi sırasında dile getirildi.

Beethoven, yazgıya, topluma, kendi yaşamına pembe gözlükle bakan bir insan değildi. Gerçeğin tüm katılığını tanıyordu. İnsanların yolu dikenlerle dolu, fırtınalı bir denizde yüzüyoruz ve suyun altında her an bir kayaya çarpabiliriz. Üzerimizde, açık, gülümseyen bir gökyüzü yok, tersine şimşeklerle buruşturulmuş bulutlar var. Dünyaya, yazgıya, içinde yaşadığımız çevreye ilişkin bu görüşler, muazzam ölçüde dikkafalı karmaşaya ilişkin düşünce olarak, Beethoven’a özgüdür. O, insanlığın durumunu şirin göstermez, zaman zaman umutsuzluğa yakın bir cesaretle açıklar: Yeryüzünde yaşamak korkunç, yeryüzünde henüz yalan egemen. Ama Beethoven, teslim olmaz. Yazgı, taş gibi sert yumruğuyla kapısını çaldığında, ondan korkmaz. Yazgının ağır olduğunu, insanın birçok yaraya katlanması gerektiğini söyler – ama mücadelede geri adım atmaz. Mücadelenin ağır olduğunu, çoğunlukla en iyilerin yaşamlarını bıraktığını bilir, ama zaferin kesinliğine sonsuz derece derinden, sonsuz derece sağlam bir şekilde inanır.

Ve bu zaferden emin oluş, bütün bu uyumsuzlukların, bütün bu kulak tırmalamaların, bütün bu yetkinsizliklerin daha yüksek bir düzen içinde, mücadele tarafından çözülüşü – işte bu, Beethoven’ın iç dinidir. Buna inanır, içinde bunu taşır ve bu güven, en zor dönemlerinde ona yardım eder.

Beethoven’ın müziğinin asıl özü budur.

Buna; insanın acısını ve mücadeleyi tanıyan onun, üzerinde yürüdüğümüz pürüzlü yolun zaman zaman çiçeklerle süslü olduğunu bilmesi eklenmektedir. Bir çocuğun doğal neşesini tanıyordu, bir kadının işvesinin, zarafetinin neler verebileceğini biliyordu. İnsanın zorlanmadan gülebileceği neşeli saatleri bulmanın ne denli önemli olduğunu biliyordu. Yeni sağlıklı duygunun kaynağı olan bütün bu neşeleri, gelecek mutluluğun işaretleri olan bulutlar arasındaki bir parça mavi göğü, son derece yoğun bir şekilde kullanmayı becerdi ve onları korumasını bildi. Ve bir de onları muazzam bir şekilde biçimlendirmeyi. Bunlar, tüm insanlığın birlikte ilerlediği ve Beethoven’ın görüşüne göre, çetin yasaya uygun olarak, geleceğine, zaferine giden yolu açtığında, ilerlemek zorunda olduğu ortak mücadele yürüyüşünde mola anlarıdır.

Devrimin iç, bizim söylediğimiz gibi, duygusal, yani duyumsal yanının ne türden olduğu, devrimin dolaysız duygularımızda –onlar olmadan insanın ölü olduğu umut, öfke, sevgi, alay, intikam hırsı, zarafet vs. duygularında– yansımanın nelerden oluştuğu tanımlanmalıdır. Devrim, burada, bütün çok çeşitli arabesklerle çevrili olarak aşağıdaki merkezi durumu yansıtır: İnsan şimdi mutsuz, doğa onun için bir üvey anne, toplum temelden adaletsiz; ama insan, tüm güçlerini toplayarak ve çetin bir mücadeleyle, zafer kazanabilir ve dünyayı kendi keyfine göre kurabilir. Bu, bütün devrimlerin ve her şeyden önce bizimkilerin temel, duygusal renk tonunu ortaya çıkaran konusudur, çünkü burjuva devrim, bu kostümü yalnızca giyindi, bu yürüyüşü kendi yürüyüşü gibi gösterdi, gerçekte ise toplumu adalet ilkelerine göre yeniden yapılandırma sorununu çözmeyi başaramadı. Onun devrimi geçici ve bundan dolayı da aldatıcı bir devrimdi. Bizim devrimimiz, bizim müziğimiz bu melodiyi tekrar tekrar çaldığı, bu konuyu daha güçlü, daha çok yanlı yansıttığı için, gerçek bir devrimdir. Ve bunu elbette Beethoven’dan öğrenmek gerekir.

Beethoven’a bir öncel olarak, bizim proleter devrimimizin büyük olasılıkla geliştireceği müziğin bir öncüsü olarak bakmak zorundayız.

Ama bu yetmez. Devrim konusu, aslında derinden müzikseldir, yani müziğin kendisi, sanat olarak devrimci düşünceyi en kolay biçimde ifade eden bir dildir. Elbette müzik, huzur ve sessizliği resmeden ve enerjimizi uyuşturan bir ninni ya da bir idil yaratabilir. Ama müziğin ana içeriğini, güçlerin mücadelesi oluşturur. Mücadele olmazsa, müzik de olmaz. Müziğin kendisine göre inşa edildiği iç yasalar, adeta bir ses bileşiminin diğerleriyle mücadelesidir. Tüm müzik, tını dengelerinin zedelenmesini ve yeniden oluşturulmasını temsil eder. En küçük su birikintisinde bile, dengenin bozulmasını ve yeniden oluşturulmasını temsil eden dalgalar bulunur; bir okyanusun sularında bu görünüm tam ifadesini bulmak zorundadır. Çelişkiler, önünüzde hem tek tek tını gruplarında, hem de birbirine tezat oluşturan konuların belirli sonuçlara, finallere ulaşan, keza büyük yapıtlarda –sonatlarda, senfonilerde– gelişen mücadelesi içinde doruk noktasına, en yüksek ifade gücüne erişir. Müzik, hemen hemen bütün insan yaşanılmışlıklarını, olayları daha kısıtlı ölçüde ve gelişme süreçlerini daha yüksek şekilde ifade edebilir, çünkü, toplumda ve doğada gerçekleşen her şey, dengelerin bozulması ve bunların yeniden oluşturulmasıdır.

Ama her şeyden önce müzik, devrimin dili olmaya uygundur, çünkü devrim, derinliklerinde, Block’un söylediği gibi, müzikseldir, aslında dünya ses uyumsuzluğunun uyum içinde, insanlık için kabul edilebilir bir şey, olumlu bir şey içinde çözülmesi sürecidir. İnsanlık, şunu belki de hiç söylemeyecektir: ‘Son hedefe ulaşıldı’; ama mücadelenin her aşamasında, hangi anın bir kazanım olduğu bilinmektedir. Bu, bizim için sosyalist inşamızın yerine getirilmesi olarak komünizmin gerçekleştirilmesidir. Bunun için çaba gösteriyoruz, bu, sınıflı toplumun yaşamını dolduran acının, düş kırıklığının, meydan okumanın, düşmanlığın haykırışını kendisine dönüştüreceğimiz o harmonik tınının akordu olacaktır.

Elbette Beethoven’ı ortaya çıkaran nesnel koşullar üzerine söylediklerimden, herhangi bir İvan İvanoviç'i o dönemde onun yerine koyduğunuzda, onun da aynı şeyi besteleyeceği sonucu çıkmaz. Bu, tümüyle gayri-Marksist bir görüş olurdu. Dünyada yetenekler var. Beethoven’ın bir müzisyen olması, onun doğadan gelen, biyolojik yeteneklerinin sonucudur.

İnsan, beden olarak, fizyolojik organizma olarak, belirli yeteneklere ve eksikliklere sahiptir. Her çağda, bir milyon insana aşağı yukarı aynı sayıda yetenekli insan düşmek zorundadır. Eğer yeteneklerin doğumuna ilişkin bir istatistik yaparsak, bunun doğruluğunu görebiliriz. Ama yeteneklerin battığı çağlar vardır; örneğin, köylülük içinde oldukça çok sayıda yetenek vardı, ama bunlar kaybolup gitti, özellikle de serflerin içindekiler, çünkü bunların öğrenime, yaratıcı faaliyete katılma olanağı yoktu. Sanatçıların ve bilginlerin baştaki kliklerden değil de, tersine kitle içinden çıkmasını sağlayan bir toplum düzeni olduğunda, daha fazla yetenek ortaya çıkacaktır. Bu toplum düzeni sosyalizmdir.

Bir dönem, taze, yiğit bir yeteneğin kaybolup gittiği bir çöküş, yozlaşma dönemi olabilir. Örneğin Valerius Bryusov, çarpıtılmış erotik yapıtların revaçta olduğu bir dönemde dünyaya geldi. Zamanı için yaptığı her şey yanlıştı. O, yeteneğini monumental heroizm alanında geliştirebildi, ama zamanı ondan bunu talep etmiyordu. Beethoven’dan, söylendiği gibi, zaman tam da bunu talep ediyordu. Zamanı ona muazzam bir yaratı malzemesi sundu.

Tarih, 19. yüzyıl başında topluma, mücadele için örgütlenmiş demokrasinin bütün hücumlarını sanatta dile getirme muazzam görevini yüklemişti. Ve toplum yanıtladı: Bu duyguların dile getirilebildiği bir enstrüman var – Ludwig van Beethoven. Ve tarih, onda, Büyük Fransız Devrimi’nin yerini Büyük Rus ve böylelikle de Dünya Devrimi’nin alacağı geleceğin devrimci müziğine dev bir prelüt çalar. Beethoven bunun için bize yakındır.

Bu ağzına kadar dolmuş salonu görmek ve Beethoven’ın senfonik müziğine kulak verme çağrısına uyma duyarlılığınızı saptamak, son derece gönül açıcı. Ve –bunun böyle olacağından kuşku duymuyorum– bu müziği, zor olmasına rağmen, Komsomol yüreğinizin tüm ateşiyle hissettiğinizde, bu daha da gönül açıcı olacak. Gerçi Beethoven’dan sonra daha zor besteler yapılmaya başlandı; ama bu, daha çok harflerin süslü püslü olduğu bir kitaba benziyor: Okuması zor, içeriği az.

Bugün, Beethoven’ın küçük yapıtlarını değil, senfonilerini dinleyeceksiniz. Aranızdan müzik dinlemeye alışık olmayanlar, bu senfonilerden buna alışık olan dinleyicilerin aldığının tamamını almayacaklardır. İçinde çok sayıda çeşitli unsurun kaydedildiği ve akılda tutulması gereken öylesine çok biçimlendirilmiş bir müzik yapıtını algılamak için, büyük deneyime gereksinim vardır. Ama senfonilerin genel izlenimi, ayrıntıların ayırdına varamasanız bile, muazzamdır. Aynı şekilde, büyük bir mimarın muazzam bir yapısını gördüğünüzde de, bir bakışta ayrıntıların, bezeklerin tüm kitlesini göremezsiniz, ama buna rağmen çok büyük bir güzelliği algılarsınız. Ve bu son derece yeterli bir sonuçtur. Ama yineliyorum: Senfonik müzik son derece karmaşıktır, onun içinde aynı zamanda her türden birbirini tamamlayıcı, genel izlenim için zorunlu ses tonları vardır ve korkunç derecede etkileyici, sarsıcı olmasına ve müziğin gösterebileceği en yüksek sonuçları göstermesine rağmen, büyük, gerilimli bir dikkat talep eder. Müziksel olarak yeterli eğitimi almamışlar olanlar, varsın en genel olanı algılasın; diğerleri, daha çok ayrıntıyı özümseyecektir; ama hepiniz şunun söylenemeyeceğini düşünün: ‘Bunu anlamıyorum, Beethoven kim bilir neler zırvalamış.’ Biri, ‘hoşuma gitmiyor’ diyorsa, o zaman, bütün gücünü ortaya koyup bir daha dinlemeli, o zaman hoşuna gidecektir. Aksi durumda, Marx’ın ‘Kapital’inin kapağını açıp şunu söylersiniz: ‘Bunu anlamıyorum, hoşuma gitmiyor.’ Bu, onun sizin düzeyinizin altında olduğu anlamına gelmez.

Bugün iki senfoni sunulacak: Beşinci ve Yedinci. Beşinci, büyük heybetiyle, sözünü ettiğim devrimin temel müziğini yansıtıyor. Öyle görünüyor ki, bu, meydan okumaya, yazgının tehditlerine ve insanların kahramanca yanıtlarına adanmış. Bu, insanlığın üzerinde süzülen yazgının ve bu yazgıya karşı girişilen direnişin senfonisidir.

Yedinci Senfoni ise, hareketin ilahlaştırılması ve yüceltilmesidir. Neşenin doruklarını dile getirir. Beethoven, yalnızca keder ve mücadelenin temsil edilemeyeceğini çok iyi biliyordu; aynı zamanda neşe, elde edilmiş zaferin neşesi, peşinde koştuğumuz, arzulanan meyve de temsil edilebilmeli. Yiğitler, kendilerini, belki de yalnızca görece ve geçici zaferlerinin muzaffer, neşeli başarılarına adarlar ki, bundan sonra da söz konusu olan, mücadeleye katılmaktadır.

Bu konserden mümkün olan en fazla şeyi almanızı ve bunun, sizi Beethoven’a ve onun sayesinde tanımak zorunda olduğumuz, içinde yolumuzu bulmak zorunda olduğumuz büyük müzik dünyasına bağlanmasını tüm yüreğimle diliyorum.


[1] 26 Mart 1927’de ölümünün yüzüncü yıldönümü dolayısıyla. (Almancaya çevirenin notu.)

[2] Fransız “Altılar”: Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra biçimlenen bir besteciler grubu. Besteci ve piyanist Jean Wiener, bunların içinde değildi. (A. Lunaçarskiy’nin “Müzik Dünyasında” adlı derlemesinin, Moskova 1958, Rusça baskısının yayıncısının notu.)

[3] Gorkiy, Vladimir İlyiç Lenin’den anılarında şunları yazıyordu: “Bir akşam, Moskova’da J.P. Peşkova’nın evinde, İssai Dobroveyn’in Beethoven sonatlarını çalmasını dinledikten sonra, Lenin, şunu söyledi: ‘Appassionata’dan daha iyisini tanımıyorum, bunu her gün dinleyebilirim. Harika, insanüstü bir müzik. Sürekli olarak, belki de safdil bir gururla şunu düşünüyorum: İnsanlar, ne harikalar yaratabiliyorlar!” (Almancaya çevirenin notu.)

[4] Örneğin, Liszt, Chopin ya da bizim Devrimimizin önsezisinin damgasını taşıyan bir müzikte doruk noktası olarak Skryabin. (Lunaçarskiy’nin notu.)