13. Uluslararası İstanbul Bienali protestoları, Gezi Direnişi ve sinik metınler: Devrim bienallerde temsil edilmeyecek

Bienal protestolarında üç ana başlık sorunsallaştırılıyor: Kentsel dönüşüm, doğal kaynakların muktedirler/sermaye tarafından ele geçirilmesi ve sanatın bağımsız alanının sermaye tarafından fethedilmesi.

Fırat Arapoğlu - soL
On üçüncü Uluslararası İstanbul Bienali küratörü Fulya Erdemci, bienalin bu yılki başlığını Lale Müldür’ün aynı adlı kitabından alıntılayarak, “Anne Ben Barbar Mıyım?” olarak belirlemişti. Siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri üzerinden hareket eden bienal, “barbar” sözcüğünü toplumun “mutlak ötekilerini” işaret eden bir gösterge biçiminde ele alarak, buradan hareketle toplumun dışlanmışlarını kapsayacak bir dilin, sanat üzerinden nasıl görünür kılınabileceği amacıyla işe koyuldu. Böylece kamusal alan söylemi üzerinden siyasi bir forum yaratma olanağı, mekansal-ekonomik adalet, kamusal alanda sanat ve sanat-pazar ilişkileri gibi alt başlıklar üzerinde ve geniş bir şemsiye altında “kamusallık” kavramı üzerine düşünülmesi amaçlanıyor. Güzel bir haber, bienalin ücretsiz olması. Böylece etkili ve önemli bazı sanat işleri bir yana, izleyiciler sıkıcı bir sürü sanat işini izlemek için para vermeyecek.

Öte yandan, “antiistanbul2103bienal.blogspot.com” sayfası üzerinden aktüel bienale karşıt edimlerin, dokümanların birleştirildiği bir örgütlenmenin meydana geldiği uzun zamandır gözlemleniyor. “Bienal güzellemesi oyunlarının bozulması dileğiyle” örgütlenen çeşitli gruplar, Kamusal Direniş Platformu adı altında bir araya gelmişlerdi. Bu gruplar Kent Hareketleri, Açıkalan Sanat Kolektifi, Kamusal Sanat Laboratuarı, ArtHack, Homur Mizah ve Karikatür Grubu, Öğrenci Kolektifleri, Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu, Red Fotoğraf, Bağımsız Sanatçılar ve Bağımsız Üniversite Öğrencileri’nden oluşuyor.Bu tarihsellik ekseninde 22 Mart 2013 tarihinde 13. İstanbul Bienali’nin Kamusal Programı’nın Kamusal Simya oturumu protesto edilmişti. Protestoda bir deklarasyonla birlikte Konstantin Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiiri okunurken, arka planda da “Anne Ben İnsan Mıyım?” pankartı, o anda hazırlandı. 10 Mayıs 2013 tarihinde ise, bu kez The Marmara Oteli’ndeki Kamusal Sermaye başlıklı oturumda Vermeir & Heiremans’ın, “Sanat Evi Endeksi” performansları esnasında, protestocular sessiz bir performansla çeşitli şirket logolarının yazılı olduğu örtüleri üzerlerine örterek, yere sessizce yattılar. Eylemciler karga tulumba otel güvenliği tarafından dışarı çıkartıldı ve eylem sona erdi. Bu esnada Niyazi Selçuk’un küratör Fulya Erdemci’yi sürekli kamera kaydı altına alması nedeniyle Erdemci, Selçuk’u karakola şikayet etti ve tarafların birbirlerinden şikayetçi olmalarıyla sanat tarihimize karakolluk bir kamusal sanat sunumu hediye edilmiş oldu. Her ne olursa olsun, Fulya Erdemci bu konuda pratik ve olgun davranamamış, basitçe halledilebilecek bir olguyu, bir krize çevirmiştir.

Protestoların Yapısı
Bienal protestolarında üç ana başlığın sorunsallaştırıldığını görebilmek mümkün: Kentsel dönüşüm, doğal kaynakların muktedirler/sermaye tarafından ele geçirilmesi ve sanatın bağımsız alanının sermaye tarafından fethedilmesi. Kamusal Direniş Platformu kamuoyu demeçleriyle AKP iktidarı-yla fazlasıyla hız kazanan “kentsel dönüşüm”e dikkat çekmekte. Basın bildirileri ve deklerasyonlarında kentsel dönüşüm projeleriyle yoksulların sürülüp, onların yaşam alanlarına kurulan güvenlikli siteler ve rezidanslarla tam bir “soylulaştırma” projesinin yürütüldüğünün altı çiziliyor ve yine AVM’ler, lüks oteller ve plazaların dikilmesinin de aynı sürecin eşgüdümü olduğu belirtiliyor. Bu bağlamda 13. Uluslararası İstanbul Bienali’nin “Kamusal Simya” konseptinin ironisini belirten platform, Eczacıbaşı ve Koç gruplarının kentsel dönüşüm yatırımcıları arasında bulunmaları nedeniyle, “yeni direniş alanları” açma gibi bir söylemin, bu şemsiye altında ancak bir yanılsama olacağını belirtmekte.

Bu arada Fulya Erdemci bu süreçte sürekli sermayeden bağımsız bir küratör olduğunu ifade etmişti: “Ben bağımsız bir küratörüm.” Fakat kendisine görüşmemizde hatırlattığım gibi, şu an bağımsız bir küratör değil proje bazlı olarak İKSV ile geçici bir ortaklık zemininde ve aynı düzlemi temsil etmektedir. Emek ücretinin karşılığını almadan bienalde görev almadığını hatırlatmama gerek yok sanırım. Bununla birlikte, İKSV sponsorları arasında yer alan şirketlerin ve genel olarak kültür/sanat faaliyetlerine destek olan birçok kurumun da, bienaller ve geniş ölçekli festivaller/sergiler aracılığıyla yaratıcı düşünceyi “soylulaştırma” projelerinde kullandığı/kullanma olasılığı gayet açıktır. İşlevselliğini kaybeden ve rant amacıyla ileriki bir dönemde farklı bir işlevde (otel, AVM vb.) kullanılacak olan kamusal binalar, bienaller ve sergiler aracılığıyla bir tür “prestij” binaya dönüştürülür. Yakın dönem sanat tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Ezberler Bozuldu: 
Gezi Direnişi
Tüm bunlar tartışılırken ve belki de kamusal alandan hareketle, Türkiye sanatında protest tavırlar, gösteri ve karşı-gösteri ekonomisiyle isyanın pazarlanması gibi konularda verimli bir tartışmaya akma olasılığı taşıyan “poetik” yapı, Gezi Direnişi’nin ortaya çıkışıyla birden önemini yitirdi. “Hükümet yıkılsın, yerine AVM yapılsın”, “Türk, Dövül, Çatış, Diren”, “Alemin Devrimcisi Biz Miyiz?”, “Çocuk Yapma, Ağaç Dik”, “Kahrolsun Bağzı Şeyler!” gibi sloganlar, bienaller ve geniş ölçekli sergilerde propaganda yazıları üreten sanatçıları kıskandıracak bir yaratıcılığa sahipti. Öte yandan direniş esnasında ters çevrilmiş arabalar, ele geçirilmiş belediye otobüsleri ve TOMA’nın POMA’ya dönüştürüldüğü enstalasyonlar, tabandan gelen bir dip dalga ile kendiliğinden, spontane ve yaratıcı bir biçimde realize edildi. Bu eylem kamusal alan, siyaset ve sanat, kentsel dönüşüm gibi alanlarda bienaller ve onlarda yer alan sanatçıların, sermayenin desteğiyle rahatlıkla ve canları sıkılmadan gerçekleştirebilecekleri bir etkinliğin, sokaktaki reel hali olarak kayıt altına alınmıştır.

Son analiz ve 
çıkarımlar
Nihai olarak, bir kişinin yüzüne kameranın uzunca bir süre tutularak çekim yapılması, en temel düzeyde tüm insanları rahatsız edecek bir özelliğe sahiptir. Buna “ben rahatsız olmam” diyecek bir kişi olacağını sanmıyorum. Ama kamusal alanda bir basın toplantısı ya da bir sunum gerçekleştiriyorsanız ve bu toplantı görüntü alımına açıksa, bir kimsenin kameraya kayıt alma hakkı da engellenemez. Fakat Niyazi Selçuk’un buradaki ediminin, protestoyu baltalayan bir duruma uzandığını ve hatta KDP adı altında toplanan birçok inisiyatifin protestosundan rol çalar gibi göründüğünü de düşünmekteyim. Fulya Erdemci’nin protestolar esnasında “Hollanda’dan işimi gücümü bırakıp, buraya geldim” demesi de ayrı bir sıkıcılığı ve banalliği üretmiştir. Kendisine “hoş geldin” diyelim ama herhalde İKSV kendisini silah zoruyla getirmemiştir. Öte yandan, kentsel dönüşüm ve doğal kaynakların istila edilmesi konularında oldukça netameli bir dönem geçiren Türkiye’ye ve özelde İstanbul’a “kamusal alan” başlığı ile geliyorsanız, tüm bu protestoları da öngörüyor ve hesap ediyor olmanız gerekir. İTÜ’de konuşturulmamış olabilirsiniz, bu ülkenin siyasal tarihi üniversitelerde değil küratörlerin, rektörlerin konuşturulmadığı dönemlere de şahit olmuştur.

Tüm bunların gerçekleştiği esnada sinik ve yer yer uzlaşmacı bazı metinler üretildi, onlar için şunu söyleyebiliriz: Kapitalizmin geçirdiği dönemler ve Türkiye ya da dünyada farklı uygulama modellerinin küresel ya da yerel ölçekte nasıl hegemonik bir biçimde icra edildiğini sorgulamak izleyicinin/okuyucunun en temel hakkıdır. Kutluğ Ataman ya da Orhan Pamuk’un eleştirildiği gibi, bienal de bundan bağımsız olamaz. Sloterdjik’in “aydınlanmış yanlış bilinç” olarak tanımladığı sinizm üzerinden, “her şeyi biliyoruz ama yapacak bir şey yok” retoriğini üreten ve dillendirerek meşruiyetini sağlayan yazarların da, “sanat ve kurumsallık” başlığı altındaki birçok aydın ve ilerici tartışmayı es geçerek kapitalin zaferini ilan etme pozisyonuna düşmeleri hiç hoş bir görüntü değildir.