Bir Behice Boran anmasının ardından...

ODTÜ'de geçtiğimiz iki gün boyunca Behice Boran'ın doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle dünyada ve Türkiye'de sosyalizm tartışıldı. Tartışmak ve Behice Boran'ı anmak güzeldir, ama...

Solda duran akademi camiasının mümtaz temsilcilerini bir araya getiren "Dünyada ve Türkiye'de Sosyalizm: Sorunlar ve Çözümler" sempozyumu birçok bakımdan etkili oldu. Yüzüncü doğum günü nedeniyle de olsa, Türkiye sosyalist hareketinin en önemli simgelerinden Behice Boran'ın, üstelik akademide anılması başlı başına sevindirici bir gelişme. Boran'ın akademik kimliği ile siyasetçi kimliğinin karşı karşıya konulmadan tek bir "devrimci" bütünde ele alınmasının mümkün olduğu da görüldü. Marksist yönteme sadık kalarak, o yöntemi sosyal bilimlerin farklı disiplinlerine doğru uzatabilmenin belki de nadide örneklerini vermiş olmasının Marksist akademi cemiyetine yol gösterebiliyor olması da ayrı bir konu.

Güncel olarak da, solda duran akademisyenlerin genel olarak Türkiye'nin dönüşümü, AKP ve "yeni statüko" konularında kafalarının öyle ya da böyle netleştiğini söylemek mümkün. Tülin Öngen'in yaptığı sınıf analizi ve bu analizde ısrar edişi, AKP'nin ve neo-liberal dönüşümlerin Türkiye işçi sınıfında yarattığı tahribatlar, soru-cevap kısmında bir kişinin "ama neden yalnızca AKP üzerinden analiz ediyorsunuz?" sorusuna verdiği, "Sabancı üzerinden mi analiz edeyim? Tabii ki siyasi iktidarın temsilcisini iktidarı almak için hedefe koyacağım" cevabı ve başka oturumlarda sosyalist siyasetin nasıl gelişeceğine dair yaklaşımlar, bir bakıma umut vericiydi. Tarık Şengül'ün, "sosyalist hareket yeniden güçlenmediği müddetçe ne CHP ne de BDP kendi üzerlerinde soldan bir baskı hissedeceklerdir" deyişi, aslında sosyalist hareketin gözünü dikmesi gereken yolu da işaret ediyordu.

Bununla birlikte, can sıkıcı şeyler de yok değildi. Her konuşmacının sözlerine Behice Boran'ı "saygıyla" anarak başladığı sempozyumda, akademi ile örgütlü siyaset bağlantısına vurgu yapılmadığı da görüldü. Bunu söylememin sebebi şu: Bugün birçok insan tarafında örgütlü bir Marksist olarak hatırlanan Boran'ın biraz da "akademisyen" kimliğine yönelik "çubuk bükme" düşüncesinin, akademi ile sosyalist siyaset arasındaki yarığı kapatmaya yaramayacağı açık. Behice Boran'ın anısına düzenlenen bir toplantıda bulunduğu için "çok heyecanlı ve gururlu" olduğunu söyleyen bir akademisyenin, konuşmasında "solun referandumda yaşadığı tartışmayı üzülerek izledim" diyebiliyor olması, ortada bu akademisyenin kendisine batırabileceği iğne veya çuvaldız bulamamasıyla alakalıdır herhalde.

Yanı sıra, sosyalist siyasete verilen akılların geniş bir yelpazede geliştiğini de söylemek mümkün. Keynesyen bir refah devletini savunmanın "radikal" bir talep olduğunu dile getiren bir akademisyenin, Türkiye'de bugün kendisine bulacağı mecranın CHP olduğunu tahmin etmek zor değil. Zira CHP'nin "yeni" versiyonuna "bir şans daha" diyerek yanaşacak bir akil adam topluluğunun "camia"da her zaman hazır ve nazır bulunduğu biliniyor. Artık akademik analiz çerçevesini AKP ve bu partinin ettiklerinin belirliyor olması, yukarıda bahsedildiği gibi bir bakımdan iyidir ama kapı CHP'ciliğe kapalı değildir.

Liberal sol teneffüsünden CHP'ciliğe geçiş o kadar da zor değildir. Fakat belki durum, Tarık Şengül'ün konuşmasında anlattığı fıkradaki gibidir:

"İngiltere'de, Canterbury'ye gitmek isteyen bir turist kafilesi yolunu kaybetmiştir. Uzun süre nerede olduklarını kestiremeyen kafile, bir çitin üzerinde oturan köylüye yol sormaya karar verirler. Canterbury ile alakası olmayan bir yerde olduklarını bilen köylü, düşünür, düşünür ve en sonunda şöyle der: Vallahi Canterbury'ye nasıl gidilir bilmiyorum ama buradan başlamasanız iyi olur."

(Erman Çete-soL)