Z kuşağı: Öğrenci, öğretmen, ebeveyn ilişkisi üzerine

Gerçekten böyle mi? Z kuşağı olarak da adlandırılan günümüz kuşağının, en azından bir bölümü, özgürlükleri kötüye mi kullanıyor? Sözü edilen başlıklarda geçmişte daha mı iyi durumdaydık? Öğrencilerin kimi özgürlükler noktasındaki sorumsuz(!) tutumu var olan sorunları açıklamaya yeter mi?

Turgay Çimen

Yakın bir zamanda Prof. Dr. Hayati Akyol öğretmenler için düzenlenen bir konferansta; öğrenci–öğretmen, öğrenci–okul ilişkisini, “Çocuğu o kadar özgürleştirdik ki okula gelmesine gerek yok. O kadar özgürleştirdik ki öğretmeni öğrencinin ayağının altına verdik. Özgür edelim ama terbiyesiz etmeyelim. Özgür edelim ama sorumsuz etmeyelim” biçiminde değerlendirdi. Bu değerlendirmeyi öğretmenlerin uzun süre alkışladığı bilgisi yansıdı basına, öğretmenler sorunu çeşitli platformlarda bir süre tartıştılar.

Gerçekten böyle mi? Z kuşağı olarak da adlandırılan günümüz kuşağının, en azından bir bölümü, özgürlükleri kötüye mi kullanıyor? Sözü edilen başlıklarda geçmişte daha mı iyi durumdaydık? Öğrencilerin kimi özgürlükler noktasındaki sorumsuz(!) tutumu var olan sorunları açıklamaya yeter mi? Yoksa sorun daha mı karmaşık? Sorunun arkasındaki sosyolojik, kültürel, ekonomik, psikolojik dinamikler nelerdir? Özetle eğitimdeki gerçek sorun ne?

En başta söylemek işimizi kısmen kolaylaştırabilir. Okulun toplumsal bir kurum olduğu gerçeğini göremeyen, sorunu öğrenci öznelliği üzerinden ele alan yukarıdaki değerlendirme geleneksel ahlakçı bir yaklaşımdır. Yüzeysel, kimi önyarları içerdiği için de sorunu iyice çıkmaza sokmaktadır.

Kanımca sorunun birden çok cephesi var. Ahlaki çözülme, değer yozlaşması, kozmopolitizm gibi olgular bir neden değil, sonuçtur. Sorun doğası gereği toplumsaldır. Eğitim kurumunun sınıfsal, ideolojik, iktisadi arka planını kavramadan eğitimde yaşanan sorunları anlamamız da bu sorunlara çözüm üretmemiz de neredeyse olanaksızdır.

Son otuz kırk yılda Türkiye toplumu oldukça hızlı bir değişim, altüst oluş yaşadı. Nüfusun yarıya yakını yüzlerce yıllık habitatlarını terk edip büyük kentlere akın etti. Bu durumu sadece bir demografik hareket olarak ele alamayız. Köylülüğün çözülmesi tarihsel bağlamda bir aşamadır, ilerlemedir. Ancak kentli bir kimliğin oluşması da bir zaman, süreç sorunudur. Günümüz Türkiye toplumu bir arafta olma halini hȃlȃ yaşmaktadır. Kentlerin etrafında oluşan devasa varoşlar kentlerin kimliğini derinden etkiledi. Bu büyük hareketlilik, karmaşa eğitimde yönetilmesi oldukça zor sorunlara neden oldu. Bizim kültürel kimliğimizin kurucu gücü olan İstanbul bu karmaşayı, çarpıklığı her bakımdan örnekleyen bir şehirdir. Eğitim başlığında en iyi örneklere de en kötü örneklere de İstanbul’da rastlayabilirsiniz. 

Sorunun can alıcı noktası yine son otuz kırk yılda yaşanan iktisadi gelişmelerde saklıdır. 1923 Cumhuriyet’i -kim ne kadar eleştirirse eleştirsin- halkçı, toplumcu, aydınlanmacı karakteri güçlü bir cumhuriyettir. Genç Cumhuriyet birçok engele karşın toplumsal kalkınmaya yönelmiş, eğitimi tabana yaymaya çalışmış, fırsat eşitliği ilkesini benimsemiş; bu başlıklarda belli ölçülerde de başarılı olmuştur. Güçlü bir sınıfsal dayanağı olmayan yeni cumhuriyetin en önemli müttefiklerinden biri de öğretmenlerdir. Cumhuriyet iktidarını öğretmenle paylaşmış, öğretmenliği saygın bir meslek konumuna taşımıştır. Ancak son kırk yılda bu statüko değişmiş, şu an iktidarda bulunan siyasi parti eliyle 1923 Cumhuriyeti'nin tasfiyesi tamamlanmıştır. Kuruluş sürecinde güçlü bir kamusal konumu olan öğretmen, günümüzde özel eğitim kurumlarında güvencesiz ve çok ağır koşullarda çalışan emekçilere dönüşmüştür. Sadece öğretmenlik mi itibar kaybetti? Yakın geçmişin en gözde meslekleri olan mühendislik, avukatlık, kısmen doktorluk da bu gelişmelerden payını aldı. Çünkü kapitalizm koşullarında bir mesleğin değerini geniş kitlelerin yaşamsal gereksinimleri değil, piyasa belirler. Tüm bu alanlar sermayenin büyük kârlar elde ettiği alanlara dönüşmüştür. Özetle öğretmenlik mesleğinin itibar kaybının öğrencilerin tutumuyla nesnel bir bağı yoktur. Öğrenciler, işini iyi yapan öğretmenlerine geçmişte de hak ettikleri değeri verdiler, bugün de veriyorlar.

Günümüzde eğitim; giderek kamusal, insana dönük bir hizmet olmaktan çıkıp ticarileşmiştir. Piyasanın, kapitalist sitemin belirlenimi altına giren okul; geniş kitlelerin hayatına dokunan, onları hayata hazırlayan bir kurum olma işlevini önemli ölçüde yitirmiştir. İtibar kaybına uğrayan sadece öğretmen değildir. Bir bütün olarak eğitim kurumu toplumsal işlevinden uzaklaşmış, hayata yabancılaşmıştır. Günümüz koşullarında dünyanın hemen her yerinde öğretmen, öğrenci, bilgi…vb. piyasa koşullarına tabi birer metadır. Oysa fırsat eşitliğinin görece de olsa geçerli olduğu bir dönemde bu satırların yazarı Anadolu’nun ücra bir köyünden Öğretmen Okuluna ulaşmayı başarmış, Cumhuriyet Türkiyesi'nin sunduğu olanaklarla üniversite bitirip meslek sahibi olabilmiştir. 

Eğitimin temel konusu insandır. Muhakkak ki eğitim sürecini etkileyen yukarıda anlatmaya çalıştığımız nesnel, toplumsal olguların yanında - temelde yine bu olgularla ilişkili - kimi ikincil diyebileceğimiz etkenler de vardır. Kültür, gelenek, din, çevre koşulları, eğitim politikaları gibi öğeler de eğitimi şu veya bu ölçüde etkiler. Örneğin girişte sözü edilen disiplin sorunu bir yanıyla da kültürel bir olgudur. Kişilerin hayat görüşleri, eğitim düzeyleri, sosyal sınıfları bu konuya bakışını da belirler. Bu durum geçmişte de vardı; sınıf ortamına daha çok kültürel çatışma, kuşak ve değer çatışması biçiminde yansıyabilir. Eğer toplumsal yapı ve eğitim kurumu güçlüyse bunlar yönetilebilirliği daha kolay sorunlardır.

Z kuşağı olarak adlandırılan günümüz kuşağının büyük bir bölümü kentte doğmuş, az ya da çok kentli değerlerle büyümüş bir kuşak. Böyle bir kuşağın eğitim sorumluluğunu üstlenmek, otuz kırk yıl önce köyde doğmuş bir kuşağın eğitim sorumluluğunu üstlenmekten çok daha zor ancak çok daha keyifli yanları olan bir uğraştır. İletişim çağında bilginin ortasına doğan Z kuşağı için geleneksel eğitim anlayışı ve öğretmen modeli yetersiz kalıyor. Bilgi aktaran, P. Freire’nin deyimiyle öğrenciden, hayattan kopuk bir yığın bilgiyi depolamasını dikte eden eğitim anlayışı ve bu dönemden kalma bir öğretmen tipolojisi genç kuşağın beklentilerini karşılayamıyor. Kentli değerleri temsil eden, katılımcı, birlikte keşfeden, tartışan, interaktif çalışan yenilikçi bir öğretmeni eğitim sürecinin merkezine koyamayan bir eğitim kurumunun bu çağın hızıyla baş etme olanağı yok. Ne yazık ki Türkiye, öğretmenlerini düzenli olarak yenileyen bir hizmet içi etkinliği gerçekleştiremiyor. Eğitim fakülteleri hâlâ geleneksel anlayışla öğretmen yetiştiriyor.

Günümüz gençliği; yaşamla kurduğu bağ, demokratik değerler, gelenekle kurduğu ilişki bakımından da epeyce farklı. Kendisinden farklı olanla uyumu daha yüksek, bu farklılığı doğal kabul eden kentli bir tutuma sahip. Öğretmen yenilikçi, yaratıcı, özgün, empatik, tutarlı bir kimlik sunabildiği ölçüde gençlerin arasına katılabiliyor. Gençler; işini iyi yapamayan öğretmenleriyle, ebeveynleriyle aralarına mesafe koyuyor. Öğretmen de ebeveyn de olsanız sevgiyi ve saygıyı hak etmeniz gerekiyor. Sanılanın aksine bu geçmişte de böyleydi. Çünkü sevgi, saygı gibi değerler belli bir emeği, bilinci, süreci gerektirir. Hayatına katılamadığınız çocuğun dünyasında var olamazsınız. Kabul etmeliyiz ki bugün çocuk eğitimi çok daha fazla donanımlı, özverili olmayı gerektiriyor. Dikte eden, empoze eden, kendisinin temsil edemediği değerleri çocuktan isteyen bir anlayış dün olduğu gibi bugün de geçersizdir. Sevgi, saygı, hoşgörü, sorumluluk, dayanışma, dürüstlük, çalışkanlık gibi yaşamsal beceriler eğitim sürecinde öğrenilebilen, geliştirilebilen becerilerdir. Sınava odaklı, ezberci, depolamacı bir anlayışa saplanan eğitim sistemimiz beceri kazandıran, değer odaklı olmaktan çok uzak. Sınıf içi disiplini, öğretmen öğrenci ilişkisini tüm gerçeklerin dışında değerlendirmek olanaklı olabilir mi? 

Özgürlük; bireysel, kendiliğinden, soyut bir olgu değildir. Yüksek bir bilinç düzeyini, ruhsal olgunluğu, bireysel yetkinliği gerektirir. Özgürlük, zorunlulukların bilincine varma ve onları değiştirme bilinci olarak tanımlanır. Bu bağlamda günümüz gençlerinin çok fazla özgür olduklarını söylemek de pek olanaklı görünmüyor. Birçoğu tüm gençliklerini sınav süreçlerinde harcıyor, sevmedikleri bir işi yapmak zorunda kalıyor, büyük çoğunluğu hayatlarının bir bölümünde işsizlik gerçeğiyle yüzleşiyor. 

Mükemmellik doğaya aykırı bir durumdur. Mükemmeliyetçi yaklaşımlar değişime, gelişime, yenilenmeye kapalı despotik yaklaşımlardır. Eğitim süreci hatayı hoş gören, deneyimleyerek öğrenme olanakları hazırlayan, katılımcı ve demokratik bir süreç olmalıdır. Bugün eşlerine şiddet uygulayan, eşlerini öldüren yetişkinler; şiddeti çocukluklarında ve gençliklerinde ebeveynlerinden, öğretmenlerinden, komutanlarından vb. öğrendiler. Disiplini bir tür otoriterlik olarak tanımlayan geleneksel yaklaşımlar günümüz gençlerini anlayamıyor, onlarla sağlıklı bir iletişim kuramıyor. 

Eğitimin içine düştüğü çıkmaz, insanın içine düştüğü çıkmazın bir parçasıdır. Öyle sanıyorum ki günümüzün kaotik kapitalizmini ıslah etmek ne kadar olanaklıysa günümüz eğitim kurumunu ıslah etmek de ancak o kadar olanaklıdır. Bu sistemin eğitimi sınav kıskacından kurtarma olasılığı yoktur. Bu sistemde bilim, sanat, bilgi insanı özgürleştiren; mutlu kılan yaratıcı süreçler olma işlevini yitirmiştir. İnsan ve otomobil tekerleği bu sistem için bir ve aynıdır, ikisi de metadır. Bu gerçeklikler ortadayken eğitimde yaşanan sorunları salt bir disiplin sorunu olarak görmek aslında hiçbir şeyi görememektir. En temel gereksinimleri karşılanmayan, yaşamla doyurucu hiçbir ilişkisi olmayan, geleceksiz insan yığınları için eğitim, eğitim sürecinde disiplin neyi ifade edebilir ki?

İnsan toplumsal varlıktır. Eğitim de insana dönük toplumsal bir etkinliktir. Günümüzde eğitimin temel sorunu topluma ve insana yabancılaşmış olmasıdır. Toplumsal bir varoluş sürecinin içinde kendini gerçekleştiremeyen insan özgür, mutlu, sevgi dolu, çevresine ve kendine saygı duyan bir birey olmaz.