Onları 1 Mayıs alanlarında da gördük, TEKEL işçisinin yanında da, NATO karşıtı kamplarda da. Emperyalizmin en pervasız döneminde, ABD Irak’a gözünü dikmişken “Bağdat Kafe”de de.
Bekâm ÖRÜN
Bu yazının amacı, grubun kırk yıllık yolculuğunu adım adım anlatmak değil. Bu çokça yapıldı; merak edenlerin zaten bir “tık” uzağında. Seven sevmeyen herkesin malumu olan müziklerini burada bir kez daha anlatmanın da anlamı yok. Oysa Bulutsuzluk Özlemi’nin kırk yıllık yürüyüşü boyunca, kentli ve memleketli bir müziğin kendi alanında nasıl öncülük ettiğini hatırlamak; Türkiye müzik tarihinde tuttuğu yeri işaret etmek ve bunu bir kenara not düşmek gerekiyor. Bu yazı belki de grubun kırkıncı yılına küçük bir armağan, biraz da yaşamımın son otuz yılına eşlik etmiş bu sesin hakkını teslim etme sorumluluğu.
Türkiye’ye rock müzik, 60’ların başında Amerikan rock’n’roll’u aracılığıyla girdi. Büyük kentlerde, yabancı dil bilen ve Batı popüler kültürünü yakından takip eden kolej öğrencilerinin kurduğu gruplar, bu müziğin ilk temsilcileri oldu. Robert Kolejli Cem Karaca, İstanbul Alman Liseli Erkin Koray, Galatasaray Liseli Barış Manço ve Kabataş Liseli Cahit Berkay’ın lise yıllarında yaptıkları icralar ve günümüze ulaşabilen bazı kayıtları, bu dönemin önemli örneklerindendir.
Rock’n’roll’un kökeni üzerine sıkça anlatılan masallar, onun Afrikalı kölelerin uçsuz bucaksız Amerikan pamuk tarlalarındaki blues geleneğinden geldiğini söylese de, aslında 1950’ler boyunca ABD’de daha çok varlıklı kesime hitap eden kulüplerde çalınan bir “sallan ve yuvarlan” müziği olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Rock müziğin merkezi, 60’ların başlarından itibaren The Beatles ile birlikte Britanya’ya kaydı. 1968’de doruğa ulaşacak olan gençlik hareketlerinin hızla siyasal bir nitelik kazanması, rock müziğin öyküsünde de radikal bir kırılmaya yol açtı. Başlangıçta eğlence ve dansla özdeşleşen rock’n’roll, giderek savaş karşıtı söylemler, barış, özgürlük ve eşitlik talepleriyle anılmaya başladı. Amerikan kulüplerinde doğan bu müzik, Avrupa’ya yayıldıkça “çiçek çocuklar”la özdeşleşir hale geldi.
Dönemin siyasal eğilimleriyle de paralel olarak, gruplar 1968’e yaklaştıkça üçüncü dünya ülkelerinin halklarına, kültürlerine ve "egzotik Doğu"ya ilgi duyar oldular. Başlangıçta sadece davul, bas gitar ve elektrik gitar üçlüsüyle sınırlı olan ve batı kalıpları içerisinde icra edilen müziğin içine git gide daha fazla etnik enstrüman ve yerel melodiler eklendi. The Beatles’ın hem müzikal hem düşünsel izleği, bu yönelimin örnek şablonlarından biri olarak görülebilir.
Amerika ve Avrupa’da üçüncü dünya ülkelerine emperyalist müdahalelere tepki olarak savaş karşıtlığı üzerinden şekillenen ’68 kuşağının kaygan ideolojik zemini “çiçek çocuklar”ın elinde hızla apolitikleşerek tasfiye olsa da kuşağın Türkiye’ye olan izdüşümü Batı’ya kıyasla daha inatçı ve siyasal bir yol izledi. Türkiye’de 68 kuşağı, emekçi sınıflar ve sosyalist solla neredeyse birebir özdeşleşti.
Türkiye’de rock müziğin gelişimi de benzer bir yolu izledi. Yazının başında andığımız ve bugün hâlâ Türkiye’de rock müziğin öncüsü olarak kabul edilen isimlerin, başta Batı’daki müzisyenlerin bestelerinin icrasına dayalı müzikal izleği, 70’lere yaklaştıkça özgün bestelere ve tıpkı Batı’daki örnekler gibi eklektik üretimlere bıraktı.
Bir farkla:
Batı’daki çağdaşları yüzlerini üçüncü dünya ülkelerinin kültürüne, oralardaki çeşitli etnik enstrümanlara ve melodilere dönmüşken, Türkiye’deki müzisyenlerin benzer kaynağa ulaşabilmeleri için fazla uzağa gitmesine gerek yoktu. Egzotizmi kendi topraklarında keşfettiler. TRT’nin Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derleyerek yayınladığı türkülerin içine doğmuştu andığımız kuşak. Batılı enstrümanların yanına bağlama, yaylı tambur, cura, zurna, kabak kemane, kemençe eklendi. Adına önce Anadolu Pop, sonra Anadolu Rock dendi. ‘68’in kolej öğrencileri hiç gidip görmediği Anadolu’yu keşfetmiş oldu.
Anadolu’yu keşfeden aslında kolej öğrencileri değil, Türk aydınıdır. Sosyalist kimi hareketlerin köylülüğe ilgisi bu yazının kapsamı dışında kalsa da Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi kanadın bir kısmının elinden çıkma köy romanlarının yükselişiyle müzikteki Anadolu akımının yükselişinin zamanlaması ardışıktır. Üstelik söz konusu politik ve sanatsal üretimler birbirinden yalıtık bir yol izlememiş, yukarıda saydığımız ve saymadığımız müzisyenler ekseriyetle hızla solculaşmış, sosyalist hareketle sürekli dirsek temasında olmuşlardır. Örnek olsun, Cem Karaca’nın 80’e kadar olan bilindik yolculuğu istisna değil, neredeyse kaidedir.
12 Eylül akla gelen neredeyse her şeyi kesintiye uğrattığı gibi Anadolu rock’ın da fiilen sonu anlamına geldi. Solla dirsek temasında olan müzisyenler Avrupa’nın yolunu tuttu. Erkin Koray zaten daha önce girdiği arabesk yolundan devam etti. Solun baskısını 70’li yıllar boyunca üzerinde hissedip “sağcı değilim, ben de halk çocuğuyum” açıklamasını yapmak zorunda kalan Barış Manço ise müzikal rotasını progresif rocktan pop müziğe çevirdi; 80’ler boyunca TRT ekranlarının değişmez isimlerinden biri haline geldi. Cem Karaca’nın ülkeye “özalist” dönüşü sonrası üretimleri ya da 90’ların başında Moğollar’ın küllerinden başarılı biçimde yeniden doğması gibi münferit kıpırtılar, Anadolu rock’ı yeniden toplamaya yetmezdi. Yetmedi de. Ülke çoktan değişmiş, solda arayışlar ve ihanetler iç içe geçmiş; Anadolu rock’ı üreten ve besleyen zemin çoktan ortadan kalkmıştı.
Hayatın fışkırmasını engellemek olanaksız. 12 Eylül’ün çölleştirici etkisi için bile. 70’li yılları Reha & Nejat İkilisi ve kendi adıyla birer kırkbeşlik denemesiyle kapatan Nejat Yavaşoğulları için dönüm noktası, grubun hâlâ iki temel direğinden biri olan Sina Koloğlu’yla tanışması oldu kuşkusuz. 1986’da Nejat Yavaşoğulları’nın adıyla yayımlanan ilk albüm, sonradan grubun ismine dönüşecek “Bulutsuzluk Özlemi” başlığını taşıyordu. “Bulutsuzluk Özlemi” adı yalnızca estetik bir çağrışım değil, aynı zamanda 1968’in çalkantılı ruh hâline yazılmış bir makalenin başlığından doğmuştu. Nejat Yavaşoğulları’nın yıllar sonra Denizlerin idamıyla ilgili sandığı bu makale, aslında Mümtaz Soysal’ın 22 Mayıs 1968 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan bir yazısının başlığıydı.
![]() |
Milliyet, 22 Mayıs 1968 |
Soysal’ın yazısı, 68 kuşağının Türkiye’de ve dünyada yön arayışına dair özgün bir yorum sunuyordu. Elbette bu yorum, zamanın ruhuna içkin pek çok çelişkiyi ve bugün artık geride bıraktığımız bazı ideolojik tartışmaları da içinde barındırıyordu. Ancak yazıda dile getirilen pusulasızlık hissi, belirsizlik ve sömürüyle malul bir geleceğe karşı berraklık arayışı, tam da grubun müziğe başladığı dönemde, üzerine ölü toprağı serpilmiş umutsuz bir toplumun çıkış arayışına denk düşüyordu. Grup, bir makale başlığından aldığı bu isimle yalnızca döneminin ruhunu değil, o ruhun içinden yükselen berraklık arzusunu da sahiplenmişti.
Bulutsuzluk Özlemi, öncüllerinden farklı olarak ilhamını, kendisinin ve onlardan önce gelenlerin hiç gidip görmediği durağan Anadolu kırsalından değil; milyonlarca emekçiyle birlikte yaşadığı, ayağını bastığı, tüm çelişkileriyle devinen büyük kentlerden aldı.
Çeşme başlarında utangaç göz süzmeler, bağlarda bahçelerde gezinmeler, kilimler, bakırlar ve testiler; Bulutsuzluk Özlemi ile birlikte yerini iş çıkışında PTT önünde buluşmalara, kaportacılara, pastane garsonlarına, hiç üşümeyen salepçilere, kokoreççilere, “ne yapalım ekmek parası” diyen bulaşıkçı kadınlara ve kentin, her şeye rağmen insanları coşturan kırmızı ışıklarına bıraktı.
Grup, “Karanlık Soğuk”larda işe gidip dönen, “en güzeli yazdır, bahardır ve gündüzdür” diyen emekçileri, YÖK’e karşı direnen öğrencileri, gericiliğin üstlerine türban olup çöktüğü kadınların özgürlük mücadelesinin öykülerini anlattı.
Nâzım’ın Bedreddin Destanı’nı baştan sona, şanına yakışır bir görkemle ve dünya tarihinde benzerine pek rastlanmayacak bir müzikaliteyle rock opera formunda besteleyip kaydetti. *
“Duvarların yıkılıp kapının aralandığı” günlerin sahte umuduna karşı, “ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun” dediler; “Şili’ye özgürlük” de, “üretenlerin elinde yükselir dünya, tek başına olmadıkça” da.
Onları 1 Mayıs alanlarında da gördük, TEKEL işçisinin yanında da, NATO karşıtı kamplarda da. Emperyalizmin en pervasız döneminde, ABD Irak’a gözünü dikmişken “Bağdat Kafe”de de.
Çağrıları yanıtsız kalmadı. Kırk yıl boyunca dinleyicileriyle iç içe oldular. Türkiye’nin neresine gittilerse gitsinler, dolu salonlara, dolu alanlara çaldılar. Nejat Yavaşoğulları’nın Yaşamaya Mecbursun konser albümündeki şu sözleri boşa düşmedi hiç, kırk yıl boyunca:
“Nereye gidersek gidelim bir sürü insan karşımıza çıkıyor, şarkılarımızı bizimle birlikte söylüyor. Onlarla siz çok iyi anlaşabilirsiniz, aynı kişiler onlar çünkü. Türkiye’nin aydınlık yüzünü görüyoruz bütün konserlerde...”
Solda güneş tüm gücüyle yükselmeye gayret ederken, Bulutsuzluk Özlemi canlı canlı çalmaya ve üretmeye devam ediyor.**
Biz de onlarla bir ağızdan söylemeye devam ediyoruz…
* Bulutsuzluk Özlemi deyince dinleme önerisi vermeden geçemeyiz. Hemen her şarkısı pek iyi bilinen bir grup için öneride bulunmak zor olsa da, Nâzım’ın Şeyh Bedreddin Destanı’nın rock opera formunda bestelenmiş hali grubun diskografisinde ayrı bir yerde duruyor. Nejat Yavaşoğulları’nın 80’li yıllarda bestelemeye başlayıp geçtiğimiz yıllarda son noktayı koyduğu albümün yayınlanması pandemi günlerine rast geldiğinden bir nebze dikkatlerden kaçtı. Daha fazla dinleyiciye ulaşması ve bir gün tamamının sahnelenmesi umuduyla…
https://youtube.com/playlist?list=PL_kScIuh-UMWO5Y9pNLsOwn431TyOfqs8&si=r5iwY3Xe7PTY89TK
** Grup bugünlerde tarihinin en dinamik dönemlerinden birini yaşıyor. İstanbul’dan İzmir’e, Mersin’den Aydın’a; Manisa, Adana, Çanakkale, Antalya, Balıkesir, Isparta, Denizli, Bursa, Uşak, Muğla, Hatay, Kocaeli, Ankara, Giresun, Samsun, Sinop ve daha pek çok ili kapsayan 40. Yıl turnesi sürerken saf bir rock ‘n’ roll örneği olan yeni parçaları “Zararsız Yolcu” birkaç hafta önce yayımlandı. Üstelik yenileri de yolda…
https://youtu.be/AKW5hZFvrBw?si=lLsRCiDTnbcv7lbX