Tuborg'ta işler bildiginiz gibi değil... Bir işçi direnişinin öyküsü

Haksız yere işten çıkartılan Tuborg işçisi, Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı ile verdiği mücadele sonunda işe iade davasını kazandı.

İlter Aslaner

Pandemi döneminde AKP'nin patronlara sağladığı kıyaklardan tüm şirketler gibi Türk Tuborg da oldukça faydalandı. Her sene başında açıklanan kâr oranlarına göre Türk Tuborg da pandeminin büyüyen şirketleri arasında yer alıyor. 2018 yılında 427.671.000 TL olan kârını 2019 yılında yaklaşık 10 milyon artıran Türk Tuborg, pandeminin ilk senesi olan 2020 yılında ise 90 milyon artırdığı kârını 525.324.000 TL olarak açıkladı. Bir sonraki yıl ise bu oran neredeyse ikiye katlandı, yaklaşık 1 milyar TL kâr elde edildi.

Milyonlarca işçinin yoksullaştığı, önemli bir kısmının ise işsiz kaldığı bir dönemi, büyük şirketler yükselen kâr oranlarıyla geçiriyor.

Peki alım gücünün düştüğü, yoksullaşmanın ve işsizliğin arttığı bir dönemde bu kadar büyümeyi nasıl beceriyor bu şirketler? Cevap açık, en büyük kâr işçi maliyetlerini düşürerek sağlanıyor. Bunu yaparken de sermaye sınıfı yalnız kalmıyor, AKP'nin çıkardığı işçi düşmanı yasalardan yararlanmayı ve çalışanlar arasında en ufak hak arama mücadelesinin önünü kapatmayı ihmal etmiyorlar.

Yakın zamana kadar Tuborg'da çalışan ve yukarıda sıralanan işçi düşmalığının neredeyse tamamına maruz kalan ve buna karşı mücadele ederek sonunda Tuborg'a karşı haklarını kazanan Murat ve bu davayı üstlenen Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı'nın gönüllü avukatlarından Aydın yaşadıkları süreci soL'a anlattılar.

'Hem haksızlık yapıyorlar, hem de o haksızlığa boyun eğmemizi bekliyorlar'

Murat, 3,5 yıl çalışmış Türk Tuborg'da. Aslında o süre zarfında memleketin neredeyse bütün işçilerinin yaşadığı problemlere denk gelmiş. Satış temsilcisi olarak başladığı işi, satış temsilciliğiyle sınırlı kalmamış, tanımlı olmayan işler de yüklenmiş, mesailerinin esnetilmesi de istenmiş. 'Hem haksızlık yapıyorlar, hem de o haksızlığa boyun eğmemizi bekliyorlar' diyerek anlatıyor yaşadıklarını...

Öncelikle çalıştığınız dönemden biraz bahseder misiniz? Türk Tuborg’da kaç yıl ve hangi pozisyonda çalıştınız?

Tuborg’da yaklaşık üç buçuk yıl kağıt üstünde satış temsilcisi olarak çalıştım ama satış temsilciliği bize yaptırdıkları işlerin sadece bir kısmıydı.

İşe ilk başladığınızda koşullarınız nasıldı?

"İşe başlamadan önce size vadedilenler, anlatılanlar neydi?" sorusu daha iyi olur sanki. Mesela ben ilk görüşmeme girdiğimde "biz bir aileyiz" cümlesiyle başladı her şey. "Bizde kimse kimseye hakaret edemez, kimse kimseyi dini, siyasi görüşü, ırkı ile yargılayamaz. Türkiye'nin büyük bira firmalarının başında geliyoruz, bu yüzden çalışma şartları da o derecede iyi ve çalışandan yana bir politika izleriz. Maaşlarımız piyasaya göre oldukça yüksek. Yaptırılan her iş kanunlara ve kurallara göre yaptırılır" şeklinde devam etti.

İşten çıkarılma ve bununla mücadele sürecine geleceğiz. Ancak mücadele etmeye daha önce başladınız. Çalışırken yaşadığınız ya da gördüğünüz sıkıntılar neydi?

İşe ilk başladığım gün yöneticilerimizden biri, çalışma arkadaşlarımla tanışma amacıyla beni herkesin sabah buluştuğu ortak ofise götürdü. Ofise giderken yolda geçirdiğimiz süre boyunca bana “çalışanların ne kadar memnun olduğundan, şirketin çalışanlarına ne kadar değer verdiğinden, mavi veya beyaz yakalı olsun hepsiyle ilişkilerinin ne kadar iyi olduğundan, sıcak bir aile ortamı olduğundan” bahsediyordu. Ofise girip beni yeni çalışma arkadaşlarımla tanıştırdığında ise, herkesin yüzlerindeki yılgınlık ve bıkmışlık söylediklerinin tam tersi olduğunu ifade ediyordu. Sonrasında yöneticiler aradan çıkıp birbirimizle tanışmaya başladığımızda içerde şartların çok iç açıcı olmadığını fark ettim. Konuştuğum herkeste 'aslında yanlış giden çok şey var ama ben tek başıma ne yapabilirim' düşüncesini gördüm. Bunun yanında birkaç kişi de 'biz acaba birlikte ne yapabiliriz' sorusunu sorup duruyordu. Çalışanların bu soruyu sormaları ve harekete geçmek istemelerinin sebebi tabii ki de Türkiye’de ekonomik şartların oldukça kötü olması, aldığımız maaşların sadece işe gidip gelmeye ve yiyebilirsek yemek yemeye yetmesi, bunun yanında yöneticilerin uyguladığı mobbing, yazılı olarak kesinlikle bildirilmeyen sözlü olarak ve aniden ortaya çıkan gece mesaileri, görevimiz olmayan tamir, tadilat, buzdolabı taşıma gibi angaryalar ve ay sonunda gelen düşük bordrolar ve bu bordroların bize bir lütuf gibi sunulup müdürlerin bunu sürekli karşılıksız ücret veriliyormuş gibi başımıza kakması. İşçilerden çıkan tek tük sesler onları pek de rahatsız etmiyordu tabii. Çalışma saatlerim içerisinde verilen yemek molamda bile izlendiğim baskısını hissedebiliyordum. Yıllık izinlerimizde tatildeyken bile uzaktan çalıştırılıyorduk. Bunlar yetmezmiş gibi bir de yapılan işi, iş yerinde kullanılmaması gereken nahoş ve argo bir üslup ile dile getiriyorlardı. Bu ağır ve düzensiz çalışma koşulları ve kanıtlanamayan mobbingler hem çalışma alanında huzursuzluğa hem de işçilerin mutsuzluğuna sebep oluyordu.

'İstifa edeyim diye beni ücretsiz izne çıkardılar'

Tuborg da pandemi döneminde AKP’nin yasasından faydalanarak, ücretsiz izin zorbalığına başvurdu ve siz de binlerce işçi gibi buna maruz kaldınız. O dönemi anlatır mısınız? Kaç ay sürdü?

Yine her gün olduğu gibi sahada satış temsilciliğinin asli görevlerini yerine getirirken bir yandan da sırtıma yüklenen angaryaları bitirip mesaimi normal saatinde nasıl bitireceğimi düşünürken, sorumlu müdürümden arabulucuya davet edildiğime dair telefon aldım. Tabii bunun sebebinin işimi kötü yapmam, mesai saatlerine riayet etmemem ya da verilen asli görevlerimi yerine getirmemem olmadığını gayet iyi biliyordum. Ama bana bunu bu şekilde aktaran da olmadı. Sonrasında istifa etmemi talep ettiler. Ancak ben çalışmaya devam etmek istedim. Bunun üzerine biz seni ücretsiz izne çıkaralım dediler. Aslında kısa çalışma ödeneği şartlarını hem ben hem Tuborg taşıyordu. Ancak ücretsiz iznin beni istifaya zorlayabileceğini ya da içerde verdiğimiz mücadeleden vazgeçeceğimi düşünmüş olacaklar ki, beni devletin verdiği ücretsiz izin ödeneği adı altındaki sefalet ücretine mahkum ettiler. Bunu da ilgili makamlara geç bildirerek iki ay boyunca açlıkla boğuşmama sebep oldular. Herhangi bir gelirim olmadığı için ve ücretsiz izinde olduğum için başka bir işte de çalışamadığım için oldukça zor bir dönem yaşamış oldum. 

Ücretsiz izne çıkartılmanızın ardından sizi yeniden çağırmak yerine işinize son verildiğini bildirdiler sanırım. Bunu size nasıl bildirdiler ve gerekçeleri neydi?

İşten çıkarma yasağının bittiği gün ofise çağırıldım. Satış yönetmenlerinden biri önüme bir kağıt koydu. Üç aydır ücretsiz izinde olmama, yani çalışmıyor olmama rağmen 25/2-I (şirket mallarına zarar vermek...) koduyla iş akdimi feshettiler. Hem ücretsiz izinde geçen üç ay boyunca, hem de aylar süren işe iade davası süresince iş başvurusu yaptığım şirketlere gayriresmi yollardan ulaşıp iş bulmamı da engelleyerek, bir şekilde hem sosyal hem de ekonomik olarak oldukça zor bir süreç geçirmeme sebep oldular.

'Örgütlü mücadeleyle elde ettiğimiz kazanımlar kendimize olan güvenimizi artırdı'

Çalışırken başlayan mücadele süreci işten çıkarılınca işe iade davası ile devam etti. Ve tüm bu süreci Patronların Ensesindeyiz Ağı ile sürdürdünüz. Neler yaptınız ve şimdi hangi noktaya geldiniz?

Az evvel bahsetmiştim. Ne dağıtım işçileri, ne satış temsilcileri, ne de ofis çalışanları çalışma şartlarından, ücretlerden, yöneticilerin davranışlarından memnun değildi. Kiminle konuşsak hep aynı soru karşımıza çıkıyordu. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” Bunun üzerine Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı ile iletişime geçerek içerde bu ağ üzerinden örgütlenmeye başladık. İçerde yaşananları anlattığımız haberler ve PE üzerinden yapılan açıklamalar derhal sonuç vermeye başladı. Mesela gece çalışmasını (mesai sonrasında yazılı olarak bildirilmeyen ancak sözlü olarak bildirilen) birkaç aylığına başka bir bahaneyle kaldırdılar. Haberlerin çıktığı ay daha önce hiç olmamış bir şey yapıldı. Biner liralık hediye kartı aldık. Bir süre sonra maaşlarda iyileştirmeler yaşandı. Bu kazanımların ardından kendimize güvenimiz arttı. Patronların Ensesindeyiz Tuborg Emekçileri Dayanışma Ağı'nı kurduk ve geniş katılımlı toplantılar yapmaya başladık. Arkadaşlarımızın şu an hala içeride yaşadıkları mobbinge, fazla çalıştırılmaya, üstlerin baskısına ve çalışma şartlarının kötülüğüne karşı mücadelesi devam ediyor. Dava sürecini ise Patronların Ensesindeyiz Ağı'nın gönüllü avukatıyla birlikte yürüttük. Bu kısmının da tek başına bir hukuki mücadele olmadığını, örgütlü mücadelenin bir parçası olduğunu süreç içerisinde çok net görmüş oldum. Burada nasıl ilerlediğimizi ise kendisinin anlatması daha iyi olur.

Son olarak şunu söyleyebilirim. Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı'yla tanışana kadar, yani birlikte mücadele etme kabiliyetine ulaşana kadar şirket içerisinde bireysel olarak verilen tepkilerin hiçbir şekilde dikkate alınmadığını, aksine şartLarın kötüleştiğini ve baskının daha da arttığını gördük. Örgütlü mücadele ile elde ettiğimiz kazanımlar ise kendimize güvenimizi artırdı. Sömürü, baskı ve hak kaybına uğrayan bütün işçileri Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı'yla birlikte hareket etmeye davet ediyorum.

'Bir hukukçu olarak en temel görevim'

Aydın ise bir hukukçu olarak, "haklıların hukuk mücadelesinde, ancak örgütlü bir hareketin başarıya ulaşabileceğini düşündüğünü" söyleyerek başlıyor anlatmaya...

Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı'nın gönüllü avukatlarından birisiniz. Öncelikle buna nasıl karar verdiniz, yani PE'de gönüllü avukatlık yapma isteğinizin nedeni nedir?

Birçok meslektaşım gibi ben de avukatlığa “haklıların” hukuk mücadelesine katkı koyabilmek maksadıyla başlamıştım. Fakat maalesef gördüm ki haklı olanların kazanması için mahkemeler, her zaman en iyi yol olmuyor. Yıllar süren yargılama süreçleri, haklıların haklılıklarını ispatlayamaması gibi sorunlar netice itibariyle haklıların değil, güçlülerin kazanmasını sağlıyor. Burada bu mücadelenin tek başına sürdürülemeyeceğini, ancak örgütlü, bilinçli ve programlı şekilde verilmesi halinde bir netice elde edilebileceğini gördüm. Tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle dolu ancak özellikle AKP’li yıllarda emek mücadelesine yapılan saldırılar çok yıpratıcı boyutlara ulaşmış durumda. 2022 yılı itibariyle 15 milyon işçiden sendika üyesi olan işçi sayısı sadece 2 milyon. 200 bin işçinin grevi ertelenerek fiilen yasaklanmış durumda. 1980’li yıllardaki sendikalı işçi oranı, bugünkü sigortalı işçi oranından daha yüksek. Bu ve burada saymakla bitiremeyeceğim bir dizi nedenle; mevcut siyasi iklime rağmen, sömürüye karşı birlikte olup haklarını savunan, sesini çıkartan bir emekçi toplamın yanında olmanın bir hukukçu olarak en temel görevim olduğunu düşündüğüm için buradayım.

 

'İşçinin gerçek anlamda kazanabilmesi için birlikte mücadele etmekten başka bir yolu yok'

Sanıyorum bugüne kadar hak gaspına uğramış birçok işçinin hukuki mücadelesinin bir parçası oldunuz. Burada aklıma iki soru geliyor. Birincisi; patronlar işçilerin haklarını bu kadar kolay gasp ederken bu cesareti nereden alıyorlar? İkincisi; işçilerin bunun karşısında hukuki mücadele vermeleri yeterli oluyor mu?

Patronların aldıkları cesaret, işçilerin örgütsüz olmasından geliyor. Örneğin iş yerinde ücreti ödenmeden yaptırılan fazla çalışmaya sesini çıkartıp “sorun çıkartan” bir işçiyi işyerinde çalıştırmaya devam etmesi ve ardından diğer işçilerin de bu farkındalığa varması patron için büyük bir sorun teşkil edebilir. Bunun yerine bu işçiyi kovup uzun yıllar sürecek yargılamalar neticesinde, eğer işçi ispatlayabilirse haklarını ödemek işveren açısından çok daha “kârlı”. Özellikle iş davalarında getirilen arabuluculuk aşamasında işverenler açıkça, işçinin hakkının çok daha azı bir miktarı teklif edip “eğer kabul etmezseniz 5 sene sürecek dava sonunda alabiliyorsanız alırsınız.” yaklaşımını sergileyebiliyorlar. Ülkedeki enflasyon oranı, paranın değer kaybı, yargılama süreçlerinin uzunluğu vs. durumlar da gözetildiğinde işçi ya hakkının çok azına razı olmak zorunda kalıyor ya da yıllar sürecek bir mücadeleye girişmiş oluyor. Davanın sonunda kazanan taraf işçi olsa bile bu uzun süreç, diğer işçilerin gözünü korkutup iş yerinde daha da baskılanmalarına neden oluyor. Dolayısıyla yalnızca yasalara ve mahkemelere güvenen işçi maalesef netice olarak yine kazanan taraf olamayabiliyor. İşçinin gerçek anlamda kazanabilmesi için birlikte mücadele etmekten başka bir yolunun olmadığını görmek gerekiyor.

 

Tuborg dışarıdan bakıldığında son derece büyük ve kurumsal bir şirket olarak görünüyor. O yüzden buradaki kazanım çok önemli. Biraz dava sürecini anlatır mısınız? Sizin gözlemleriniz nelerdi?

Davanın açılmasından önceki PE Dayanışma Ağı sürecini Murat detaylarıyla anlattı, fakat Murat'ın haksızlıklara karşı gelen işçilerle birlikte sesini çıkarması belli ki şirket yönetiminde büyük rahatsızlık uyandırmış. Şirket öncelikle istifasını istedi. Bunu alamayınca, binlerce çalışanı olan Tuborg, yalnızca Murat'ı ücretsiz izne çıkardı. Ücretsiz izin döneminde de gerekli bildirimleri yapmadı ve Murat bir ay ücretsiz izin ödeneğini dahi alamadan yaşamını sürdürmeye çalıştı. Burada Tuborg açıkça diğer işçilerine aba altından sopa gösterdi ve “siz de haksızlığa karşı sesinizi çıkarırsanız sizin başınıza da bunlar gelir” demiş oldu. Ardından ücretsiz izin döneminin bitmesiyle hiç olmayacak bir nedenden Murat’ın işine son verildi. Şirket avukatları da insan kaynakları çalışanları da bu feshin nedenini bilmiyor. İşçilerin haksızlığa karşı çıkardığı sesin koca şirketi nasıl korkuttuğunu görebildik aslında bu örnekte. Dava sürecinde Tuborg tanıkları dahi onun ne kadar çalışkan birisi olduğunu, performansının çok iyi olduğunu anlattı. Bunun ardından mahkeme de Tuborg tarafından yapılan feshin haksız olduğuna ve Murat'ın işe iadesine karar verdi.

Bu kazanım elbette çok kıymetli. Ancak asıl kazanım, tüm emekçilerin sömürüye karşı birlikte mücadele ederek boyun eğmediği bir düzeni inşa etmesi olacaktır. Tuborg işçileri başta olmak üzere tüm emekçileri, sömürüye ve haksızlığa karşı birlikte hareket etmeye çağırıyoruz.