SÖYLEŞİ | Erhan Nalçacı ile AKP dönemi dış politikası üzerine

Dayanışma Forumu'nun 4. sayısında Erhan Nalçacı'yla 'AKP Döneminde Türkiye’nin Dış Politikası' üzerine yapılan söyleşiyi soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

Haber Merkezi

Dayanışma Forumu'nun yeni sayısı, AKP dönemi dış politikasını ele alan yazılardan oluşuyor.

Forumdaki yazılar Dayanışma Meclisi üyesi, alanında uzman akademisyen, yazar, gazeteci ve siyasetçiler tarafından kaleme alındı. Bu üretimleri soL üzerinden de yayınlamayı sürdüreceğiz. Dayanışma Forumu'nun son sayısı hazırlanırken henüz Rusya'nın Ukrayna'ya askeri saldırısı başlamamıştı. Söyleşi ve yazıları okurken bu bilgiyi de akılda tutmakta yarar var.

Dayanışma Forumu'nun 4. sayısında yer alan üretimlere Erhan Nalçacı'yla "AKP Döneminde Türkiye’nin Dış Politikası" üzerine yapılan söyleşiyle başlıyoruz.

***

AKP dönemi dış politikaları Cumhuriyet’in önceki dönemlerinden ayırmak mümkün olur mu? AKP döneminde nitelikçe bir değişiklik oldu mu sizce?

AKP’nin yönetimde olduğu yaklaşık 20 yılda Cumhuriyet’in önceki dönmelerine göre dış politikada nitelikçe bir değişiklik olduğu açık, ancak son 20 yılı önceki 80 yılla karşılaştırmanın güçlükleri var. AKP öncesi ve sonrası dönem burjuvazinin kesintisiz iktidarına dayanmasına rağmen iç ve dış dinamiklerdeki değişikliklere bağlı olarak kendi içinde farklı karakterde bölümlere ayrılabilir. Ayrıca keskin sınırlardan çok birbirinin içine geçen dönemlerden bahsediyoruz.

Ancak bir söyleşi sınırları içinde kalacağımız düşünülürse, çok kabaca İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemle AKP yönetiminde 2008 sonrasını karşılaştırmak bize en çarpıcı sonucu verecektir.

ABD’nin tartışmasız hegemonik güç olduğu emperyalist sistem ile Sovyetler Birliği’nin öncülüğündeki sosyalist sistem arasındaki dünyada Türkiye burjuvazisi için süreç daha sadeydi. Sınıfsal olarak yeri belliydi, Kore Savaşına ABD yanlısı olarak katılmış ve kuruluşundan kısa bir süre sonra NATO üyesi olmuştu. Türkiye sermayesi bu dünya çapındaki sınıf mücadelesinde ve büyük güçlerin çatışmasında ancak tasarruf hakkını kullandığı ulusal ölçekte kendi egemenliğini korumaya çalışıyordu, yayılmacı bir hırs söz konusu değildi, en azından yayılmacı bir hırs varsa bile bu koşullarda yüzeye çıkmıyordu.

Ordu daha çok emekçi sınıfların Türkiye içindeki olası kalkışmasına karşı bir sigorta olarak görülüyordu. Bunun dışında uluslararası görevler genellikle Birleşmiş Milletler’in veya NATO’nun istikrarı korumaya dönük operasyonları veya “emperyalist barış” diye kodladığımız anlaşmalar çerçevesinde oluyordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda söylenen “Yurtta barış, dünyada barış” sloganı yüzeyde geçerliydi. Gerçi hem ülkede hem dünyada sınıf savaşı şiddetlenmişti, ama bu slogan “kimsenin toprağında gözümüz yok” anlamındaydı.

Bu dönemin aykırı olayı daha sonra bir işgale dönüşecek 1974 Kıbrıs Çıkartması’ydı. “Yavru Vatan” olayı, Türkiye burjuvazisinin yayılmacı iştahını kışkırttığı doğru olmakla birlikte, aslında geneli bozmamaktadır. Çünkü bu politika emperyalizmin o dönemde Bağlantısızlar’ın üyesi olan bağımsız Kıbrıs’ı araçsallaştırma planı ile uyumludur.

Türkiye burjuvazisi 1950’de Kore Savaşı’nda, 1960’lerde Füze Krizinde, 1970’lerde Kıbrıs’ın parçalanmasında, 1990’larda Yugoslavya’nın parçalanıp yutulmasında ABD, İngiliz ve AB emperyalizminin açık veya gizli güdümünde hareket etmiştir.

1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülüşü Türkiye’nin emperyalist dünyada yeni taşeron rollere soyunmasına neden olmuş, Orta Asya’ya uzanan eski reel sosyalizm coğrafyasında başarısız girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Aynı zamanda bu dönem ABD ve müttefiklerinin Irak’a saldırmasında Özal’ın “Bir koyup üç alacağız” sözü ile etiketlenmiştir. Türkiye sermayesi bir şey alamamıştır ama AKP dönemine giden yolun kapısı komşu halkların acılarından çıkar sağlamaya dayalı bir ahlaksızlıkla açılmıştır.

Türkiye burjuvazisinin ve emperyalizmin ortaklaşmış programını uygulamak ve önceki siyasetlerin başa çıkamadığı toplumsal engelleri aşmak üzere AKP tasarlandığında ve yönetime geldiğinde yukarıda tanımlanan dış politikanın dramatik şekilde değişmesine daha çok vardı. ABD hala geçen yüzyılda sosyalizmin etkisiyle şekillenen siyasi coğrafyaya müdahale etmekle meşguldü. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) açıklanmış, Erdoğan projenin eş başkanlarından biri olduğunu iddia etmişti. Bu yıllarda Türkiye’nin pozisyonu daha çok ABD emperyalizminin taşeron görevlerini üstlenmekti. 2003’te Irak’a müdahale edecek ABD askerlerinin Türkiye’ye yerleşmesini öngören tezkerenin reddi AKP açısından tamamen bir kazaydı.

Avrupa Birliği (AB)’ne üyelik ve bu süreçte Türkiye’nin başta Almanya olmak üzere AB’nin bir yan ekonomisi haline gelmesi ise Türkiye sermayesinin ve doğal olarak AKP’nin temel hedeflerinden biriydi.

2008’den sonra başlamak üzere, özellikle AKP’nin devleti büyük ölçüde ele geçirdiği 2011’den günümüze dış politika yöneliminde nitelikçe bir değişiklik oldu.

Türkiye’nin askeri gücü NATO ve BM görevlerinin dışında Türkiye sermayesinin çıkarlarını korumak üzere yurt dışında görevlendirilmeye başlandı. Bu dönemde Kıbrıs’a ilave olarak, Irak ve Suriye’de, Katar’da, Libya’da, Somali’de, Azerbaycan’daki askeri varlıklar artık başka bir anlama gelmeye başladı. Genel Kurmay’ın kapısına “Yurtta Barış, Dünyada Barış” belgisi yerine “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” belgisi asıldı. THY geniş bir çemberdeki kentlere kârlı olup olmadığından bağımsız olarak seferler düzenlemeye başladı. Ayrıca Türkiye çeşitli operasyon alanlarına cihatçılardan oluşan ve Suriye’de konumlanmış kiralık bir orduyu transfer ederek kullanabiliyordu. Bütün bunları Türkiye sermayesinin silah üretmesi ve ihracatçısı haline gelmesi izledi. Bu yetenek çatışmalı sıcak alanlara taşınarak süreçlere müdahil olundu. Hedef ülkelerle yapılan anlaşmalar sonucunda bu ülkelerde okullar açıldı, gençlerine Türkiye’de okumak üzere burslar verildi, ikili askeri anlaşmalar yapıldı. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin hak iddia ettiği olası doğal gaz ve petrol sahaları donanmayla korunmaya çalışıldı.

Yukarıda sayılan ve aslında daha uzatılabilecek bu listedeki maddelerin biri bile daha önceki dönemde akla bile gelmezdi.

Ayrıca AKP’nin AB üyeliği hırsından vazgeçmesinin yanı sıra Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci olarak katıldığını, Orta Asya ve Kafkasya Türki Cumhuriyetleri ile Türk Devletleri Teşkilatı’nı oluşturduğunu ve Rusya’dan ABD’nin bütün itirazlarına rağmen S-400 alımı yaptığını ekleyelim.

Bu değişimin altında ne yatıyor olabilir? Erdoğan’ın kişisel özellikleri veya dine dayalı siyaset rol oynamış olabilir mi?

Muhakkak Erdoğan’ın kişisel özelikleri, dine dayalı politik açılım, güçlü ve uzun süreli yönetimde kalma, bunlar bu dönemde rol oynamıştır, ama bu dönemin üzerinde yükseldiği maddi zemini oluşturmuyorlardı.

İki toplumsal olayın Türkiye’nin yurtdışında yayılmacı özellik göstermeye başlamasına neden olduğunu söyleyebiliriz.

Bunlardan ilki; aslında kapitalizmin yapısal krizinin bir ürünü olarak 2008 yılındaki ABD’den başlayan ve bütün kapitalist sistemi peşinden sürükleyen çöküşle birlikte, ABD’nin emperyalist düzende bir hegemonya krizinin baş göstermesidir. Bu sürece olağanüstü büyüklükteki sermaye birikimi ile dünya kapitalizmine liderlik etme hırsına sahip Çin'in ve müttefiki olarak Rusya'nın bir rekabet unsuru olarak belirmesi eşlik etmiştir. Devletli sosyalizmin reel bir güç oluşturmadığı günümüzde bu emperyalist rekabet adeta Birinci Dünya Savaşı öncesi bir ortam yaratmış gözükmektedir.

ABD’nin hegemonya krizine girmesinin bu söyleşide açılamayacak birçok nedeni ve göstergesi vardır, ancak bir tanesi Türkiye’nin yurtdışı politikasındaki değişimle yakından ilişkili. ABD hegemonyasını sadece ekonomik ve askeri gücüne dayandırmıyor, diğer kapitalist ülkelerin ortak çıkarlarını da savunabilmesi üzerine inşa ediyordu. Özellikle sosyalizme karşı verilen mücadelede sermaye cephesinin liderliğini yapabiliyordu. Oysa şimdi taraflar arasında sınıf farkının kalmadığı rekabet koşullarında ABD’nin ulusal sermayelerin yararına politika geliştirme yeteneğini yitirdiği görüldü. Örneğin, Türkiye Suriye ve Libya komplo ve saldırılarına katılmak zorunda kaldığı halde her ikisi de Türkiye sermayesinin aleyhineydi. 2011 yılına geldiğimizde hem Suriye hem Libya’da pazarların Türkiye’de üretilen metalarla dolduğu, hatırı sayılır bir sermaye yatırım üstünlüğünü ele geçirdiği ve ideolojik olarak Türk dizilerinin bu ülkelerde büyük bir izleyici kitlesine ulaştığı görülüyordu.

Keza hegemonya krizinin iki taraflı politikalarca belirlendiği düşünülürse, Çin’in geliştirdiği Yeni İpek Yolu Projesi hem dünya kapitalizmine hem Türkiye sermayesine yeni olanaklar sunuyordu. Yine Rusya geniş pazarı ve doğal gaz temini, Türkiye’yi Rus doğalgazının diğer ülkelere sevk edilmesinde istasyon haline getirmesi ile Türkiye sermayesinin çıkarlarını okşuyordu.

Bu koşullarda ABD’nin güç yitirmesi ve dünyada bir denge halinin ortaya çıkması hem yeni arayışları hem de Türkiye sermayesinin kendi çıkarları için görece bağımsız davranmasının yolunu açıyordu.

Ancak ikinci faktörün en az birincisi kadar önemli olduğunun altını çizmeliyiz. AKP yönetimi topluma ait olan bütün üretim araç ve nesnelerinin sermayeye devrini yönetti. Bu dönem sanki sermayenin ilkel birikim dönemine benzer şekilde yağmaya dayalı bir sermaye birikiminin önünü açtı. Türkiye’de uluslararası sermayenin yatırımları da bu dönemde arttı ve sermaye egemenliği daha kompleks hale geldi. Öte yandan Türkiye sermayesi edindiği sermaye birikimi ile yurt dışına önceki dönemlere göre katlanarak sermaye ihraç etmeye başladı. Gerçekten son 20 yıl Türkiye sermayesinin sadece Avrupa Birliği gibi klasik piyasa alanlarına değil, Afrika’ya, Asya ülkelerine, Kafkasya’ya, Rusya’ya büyük bir sermaye transferlerini gerçekleştirdiği yıllardır. Sadece 1990’dan 2007’ye sermaye ihracı yaklaşık 10 kat arttı. Türkiye sermayesi artık sadece Türkiyeli işçileri değil, farklı uluslardaki işçi sınıfını da sömürür hale gelmiş, diğer ülkelerle rekabete başlamıştır. Türkiye sermayesinin 2019’da yurtdışında istihdam ettiği yerel işçi sayısı 180 bini geçmişti.

Doğal olarak sermaye ihraç edilen ülkelerin iç siyasetine karışılacak, legal ve illegal yönlendirme unsurları kullanılacaktır.

AKP’nin orijinal tasarımda içinde bulunan Gülen Tarikatının daha çok ABD tarafından yönlendirilen bir casusluk faaliyetini de içerdiği düşünülürse, önce neden bu kadar muteber olan tarikatın gözden düştüğü ve başarısız bir askeri darbeye sürüklendiği anlaşılabilir.

AKP yurtdışı açılımlarında da tıkanmış gözüküyor. Öyle mi gerçekten? Son dönemde ne değişti?

Her şeyden önce emperyalist hiyerarşide bir yer tutmak için iktisadi yapının güçlü olması, mali sermayenin bir bağımsızlık kazanması gerekir. Oysa kapitalizmin giderek yoğunlaşan krizinin ilk vurduğu ülkelerden biri Türkiye oldu. Yüksek ithal ara mala bağlı üretimi ve cari açığı, dış borçları, enerji bağımlılığı, ülkenin ekonomisini yönetecek araçların kamunun elinde hiçbir şey bırakılmayarak tüketilmiş olması Türkiye’yi bir ekonomik krize yuvarlayıverdi. Krizden Türkiye’yi maliyetini ödeyerek çekip çıkartacak bir devlet bulunmuyor dünyada; ne ABD, ne AB, ne Çin bu büyüklükteki bir ekonomiyi düze çıkartacak güce sahip değil.

AKP’nin hırslı yurtdışı açılımında 2011’de elini güçlendiriyormuş gibi gözüken İslamcı açılım büyük ölçüde elinde patladı. 2012 AKP Kongresi adeta uluslararası bir Müslüman Kardeşler toplantısı gibi yapılmıştı ve hatırı sayılır bir siyasi güce işaret ediyordu. Ancak Müslüman Kardeşler süreç içinde, Körfez sermayesinin karşı koyması, İsrail ve ABD’nin tarafını Körfez sermayesinden yana seçmesi, Çin ve Rusya’nın zaten mesafeli davranmasıyla Müslüman Kardeşler bir yok oluşa doğru gittiler. Bu çözülüşte Mısır, Tunus, Suriye, Sudan gibi ülkelerde halkın laik tepkileri de önemliydi.

AKP, örneğin, Akdeniz’deki paylaşım rekabetinde birden yalnız başına kaldığını fark etti. BAE, Mısır, İsrail ve Fransa gibi yayılmacı aktörlere uzlaşmaya gitmek zorunda kaldı, bu ise ancak iddialarını küçülterek mümkün olabilirdi.

Üçüncüsü, oyun çok sert oynanmaya başlandı. Büyük askeri güçlerin gövde gösterisi yaptığı, savaşın kenarında dolaşıldığı bu tehlikeli oyun Türkiye’nin çapı için her bakımdan çok fazla büyük. Türkiye geçen süreçte, Azerbaycan’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da elde ettiği mevzileri daha çok NATO’ya pazarlayan bir taşeron role dönmek durumunda kaldı. Evet, bu olanaklar 20 sene önce yoktu ama bu olanaklar üzerinde bağımsız bir yayılmacı siyaset geliştirme şansı ve olanağı oldukça kısıtlandı.

AKP ülke içinde karşılaştığı zorlukları aşmak için yurtdışında bir hamle yapabilir mi?

Yukarıda tarif ettiğimiz sıkışma içinde AKP, yurtiçinde kaybettiği saygınlığı yurtdışı operasyonlarla kazanma olanaklarını da kaybetmiş gözüküyor. Karadeniz gerilimi varken ve bütün dünyanın donanmaları bu civara yığılmışken Yunanistan ile gerilim ancak gazete manşetlerinde kalabilir. Suriye’de de durum çok farklı değil. Şu anda Irak ve Suriye’de Kürt mevzilerine yapılan saldırılar belki bu kapsamda görülebilir ama yurtiçi siyasi pozisyonlara çok etkisi olduğu söylenemez.

Karadeniz civarında çıkacak bir savaşa ise Türkiye dâhil olmak zorunda kalacaktır ve böyle bir yükü hiçbir şekilde kaldırması mümkün gözükmüyor. Bu yükü büyük bir yıkıma maruz kalarak karşılayacak olan emekçi halkın öfkesi cabası…